Hasan GÜNEŞ |
|
Mukarrebînin seyyiatı |
Risâle-i Nur okunurken en çok dikkat çeken hususlardan birisi de, Bediüzzaman Hazretlerinin nefsine hitap ederken sert bir üslûp kullanmasıdır. Ömrü, harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde ve sürgünlerde geçmiş ve bu çetin şartların tamamında ibadetini, ezkâr ve evradını, ilmî çalışmasını, telif ve derslerini ve talebe hizmetini hiç aksatmayan bir zatın kendi nefsine hitabını dinlerken gerçekten kendimiz için hakikat aynasına bakacak takatimiz kalmıyor. Evet, büyükler hep tevazu ve mahviyet içerisindedirler. Onlar hep kendilerini özellikle nefislerini zemmederler. Bunca gayret ve muvaffakiyetlerine rağmen vazifelerini hakkıyla yapıp yapamadıklarının endişesi içindedirler. Masumları da içine alacak büyük musîbetlerin korkusu içerisindedirler. Bizim normal ve sıradan saydığımız bir “terk”, onlar için dağlar büyüklüğünde bir ihmaldir. Dağlar büyüklüğünde gördüğümüz bir hasene ve iyilik, onlar için nefes alıp vermek gibi küçük ve fıtrî bir ameldir. Ücretini peşinen aldığı bir vazifedir. Hatta onlar o haseneleri ve iyilikleri, ameline güvenmek denilen “ucb”a sevk etme tehlikesinden dolayı farklı bir nazarla bakarlar ve sahiplenmezler. Dünyevîleşmiş ve başarı için kendine güvenmeyi vazgeçilmez prensip haline getirmiş günümüz insanı için bu tevazuyu ve değerlendirmeyi anlamak gerçekten kolay değildir. Tevazuda ve kişinin kendisini kusurlu görmesinde, makam ve muhatab çok önemlidir. Yüksek dağların başı dumanlı olur. İnsî ve cinnî şeytanlar onlarla daha çok uğraşırlar. Vazifeleri çok, yükleri ağır, imtihanları şiddetlidir. Bizler dar bir daireden sorumlu iken, onlar bizler gibi binlercesinden, milyonlarcasından sorumludur. Biz gözümüzün önündeki tehlikeyi göremezken, onlar makamlarının yüksekliğiyle gördükleri sahanın genişliği ve derinliğiyle iç-içedirler. Peygamberimizin (asm) “Benim bildiklerimi bilseydiniz; çok ağlar, az gülerdiniz” dersinden en fazla hissedar olanlar onlardır. Hani meşhur bir söz vardır: “Ebrarın hasenatı, mukarrebînin seyyiatıdır.” Bizim hasenat ve iyilikler olarak bilip yaşadıklarımızı, o büyük zatlar kendileri için seyyiat, kusurlar, hatta günahlar mesabesinde görürler. Gerçekte ebrar olmak bile ne kadar önemlidir, ne kadar büyük bir lütuf ve ne kadar büyük bir kazançtır. Çünkü tesbihatlarda sürekli tekrar ederiz, “Allah’ım bizi ebrar ile birlikte cennetine dâhil et.” Mukarrebîn, malûm yakınlar mânâsındadır. Daha çok, vazife cihetiyle yakınlığı ifade eder. Meselâ mukarreb melekler derken, kâinatın işleyişinde, rububiyet ve ubudiyet dairelerinin faaliyetlerinde, binlerce maddî ve manevî âlemlerin birbiriyle münasebetlerinde, tedbir ve tedvirinde, emirlerin tebliğinde, tesbihatların arzında vazifeli olan dört büyük melek anlaşılır. Şüphesiz insanlardan da mukarreb olanlar vardır; başta peygamberler, asfiya ve evliya gibi makamlarına göre Cenâb-ı Hakk’a yakınlıkları olanlar… Hakikî âlimler peygamberlerin varisleridir. Onlar da yine makamları ve vazifeleri cihetiyle Allah’ın Resûlüne (asm) onda fâni olacak şekilde kurbiyetleri ve yakınlıkları vardır. Her şeyde öne çıkan nefsimiz sorumluluk gibi hususlarda nedense geri çekilerek, “Sen öyle yüksek makamlarda değilsin, bu kadar sıkı sarılmana ve endişeye gerek yok” diyebiliyor. Gerçekte vazife vazifedir, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Büyüklüğü, vazife ve hizmetin tamamı gibidir. Uhud Savaşı'nda, okçular tepesindeki mücahitlerin beklemek şeklindeki vazifesi ön safta savaşanlarınki kadar mühim ve terk edilemezdi. Vazife, her zaman makamın yüksekliğiyle doğru orantılı olmayabiliyor. Bir gemideki bir tayfanın görevi bazen personelin tamamının görevi kadar önemlidir. Onun görevini ihmal etmesi yüzlerce kişinin emeklerinin yok olmasına ve koskoca geminin batmasına sebep olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri İhlâs Risâlesi’nde; vazifenin ehemmiyetine dikkat çeker ve Risâle-i Nur şakirdleri ve Kur’ân’ın hizmetkârlarına şöyle der: “ … sahil-i selâmet olan Dârü’s-Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz.” Vazifeli olduğumuz gemi ve içinde bulunduğumuz deniz, cemiyetin hem dünyasını hem ahiretini alıp götüren ve her bir dalgasında binler cenazeler bulunan ahir zaman fırtınalarıyla çalkalanan bir deniz… Böyle bir gemide yolcular için normal, hatta makbul çok şeyler vardır ki, görevliler yaptığında şiddetli cezayı gerektirir. Onun için “ihsan-ı İlâhî olarak omuzlara yüklenmiş bu hizmet-i imaniyeye” azamî dikkat etmek gerekiyor. Şahsî kemâlâtta yükselmek ya da cennetini genişletmek nev'înden nafile ibadetler veya faaliyetler de elbette makbuldür ve zamanı ve konumu müsait olanlara büyük sevaplar kazandırır. Ancak umuma bakan hizmetlerin terk edilerek yapılması halinde, kişiye sorumluluklar getirdiğini unutmamak gerekiyor. Sonuçları ebrar ile mukarrebîn misâlindeki gibidir. Tehlikenin büyüklüğünü ve hadisenin ciddiyetini fark etmek işin esasıdır. Hud'un (as) kavmi, onları helâk edecek kara bulutu ufukta gördüklerinde gaflet uykuları o kadar derin idi ki; yağmur bulutu zannetmişlerdi. Onların sevinçlerine mukabil hakikatı bilen Hud'un (as) ise endişesi kat kat artmıştı. Rivayet edilir ki, Peygamberimiz (asm) siyah bir bulut gördüğünde bu kavmi hatırlar ve Cenâb-ı Hakk’a sığınarak rüzgârın ve yağmurun hayırlısını isterdi. Bediüzzaman Hazretlerinin her türlü sıkıntıya rağmen ömrünü iman ve Kur’ân hizmetine vakfetmesi ve gecesini gündüzüne katmasındaki endişe ve sıkıntısını ve karşı karşıya olduğumuz tehlikenin büyüklüğünü anlamak için; kırk ölümden ancak bir-kaç tanesinin imanla kabre girdiğine dair olan müşahedesini hatırdan çıkarmamak gerekiyor. 04.10.2010 E-Posta: [email protected] |