Hakan YALMAN |
|
Varlık tanımında sapmalar |
Eşyanın kendi kendine olabilirliği konusunda son zamanlarda ortaya konan yorumlar, varlığa sadece fonksiyon ifâ ettikleri dar bir alanda bakmanın zaaflarını içinde bulunduruyor. ‘Teşekkele bi nefsihî’ diyebilmek ve bir nesnenin kendi kendine olabileceğini iddiâ etmek için önce nefse ve kendilik kavramına açıklık getirmek gerekiyor. Varlık âleminde her nesnenin ve kavramın bir nefis olduğunu düşündüğümüzde bizzat kendilik kavramının maddî âlemin üstünde ve ötesinde bir mânâ ifade ettiğini fark edebiliriz. Burada ilmî istibdat yani bilim adamının üstünlüğü algısı ile akla uygun gelmeyen şeylerin dahi kabul ettirilmeye çalışıldığı bir süreç işlettirilebilir. Yani varlığın kendi kendine olamayacağını en basit mantık düzeyi bile kabul etmezken, bu itibar edilen birine söylettirilerek zihinler bulanabilir. Bu karmaşıklıktan sıyrılmanın en etkili yolu da ölümü hatırlamaktır. Bir insan tarafından dile getirilen her hükmün ölümlü, fani ve bakışı sınırlı, acz ve fakr içinde bir varlığın fikri olduğunu, bütüne hükmedebilmesinin mümkün olmadığını hatırdan çıkarmamaktır. Varlık algısı maddî alanın şeklî sınırlılığına münhasır kaldığı sürece olayların gerçek yüzünü ve varlığın asıl anlamını tesbit edebilmek imkânsız hâle geliyor. Tevhid algısı içinde bakıldığında aralarında çok güçlü bağlantılar olan olaylar ve varlıklar arasında bu bağlantıları görebilmek ve varlığı bütün içinde değerlendirebilmek imkânı kalmıyor. Çatışmaların önemli bir kısmında da bu dar alanda algılanmış benlik ve varlığa yüklenmiş anlamın günümüz ifade şekillerinden en çok kişiselleştirme kavramına yakın teşahhusat hakikatinden kaynaklanıyor. Her varlığın kendi sınırını ve alanını korumak ve de genişletmek eğilimi içinde hayat bir mücadeleye ve güçlü olanın ayakta kalacağının zannedildiği bir alana dönüşüyor. Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla nefis mücadelesinin merkezinde yer alan hazlara yönelik boyutu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması, gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Manen zayıf ruh hâli ise buna çok yatkın ve bu yönden aldatılmaya fazlası ile müsaittir. “Cazibedar bir fitne” terimi bu mânâyı karşılıyor olmalıdır. Bediüzzaman bu probleme de en güçlü darbeyi, Hazret-i Muhammed’den (asm) aldığı dersle ölümü hatırlatmakla vurmaktadır. Asır, duygulara hitap eden ve duyguların ön plana çıktığı bir asır olmuştur. Bu dönemin nefis terbiyesinde duygu eğitimi önemli bir yer tutmaktadır. Bu alanda tekvinî kanunların zamanın gereği içinde ele alınması ve duyguların hedeflendiği bir eğitim modeli elzem hâle gelmiştir. Bu anlamda zamanın teknolojik imkânlarına karşı bir duruş da çözüm olmamaktadır. Asrın gereği bu teknolojik imkânları duyguların doğru şekillenmesine hizmet edecek şekilde kullanılabilir hâle getirmektir. Bu, Rahman’ın teknolojik nimetlerine bir şükür mânâsına da gelecektir. Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmâresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik, bütünü kuşatmayan, sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Hayat ne şekilde geçerse geçsin sonunda karşılaşılacak vazgeçilmez hakikat ölümdür. O noktadan sonra yaranmaya çalıştığınız ve güzel gözükmeye çalıştığınız hiç kimse yanınızda ve yardımcınız olmayacaktır. Çatışmaların ise o andan sonra kazandıracağı sadece acılar ve pişmanlıklardır. Ruhunda o Cemâl Sahibi Zat’ın sıcaklığını hissetmemiş bir ruh bu anlamda kısmen mazur olabilir. Ancak o kuşatıcı muhabbetin sıcaklığını hissetmiş bir ruhun bu anlamda kaçabileceği hiçbir yer yoktur. O anlamda İslâm, Tarık bin Ziyad ruhlu olmayı gerekli kılar. Girerken iyi düşünülmeli ve geri çıkmamak üzere girilmelidir. İslâm kimliği kalıcı ve salâbetli olmalıdır. Kırılgan, zayıf ve otorite karşısında değerlerini savunamayan kimlikler sadece kendi ruhlarını dejenere etmediklerini ve İslâm dünyasının kuvve-i maneviyesine zarar verdiklerini unutmamalıdırlar. Bu bakış açısı ile olayların anlamı daha netleşecek ve dünyanın geleceğine yön verecek ve barışı hâkim kılacak olanın İslâmiyetin müsellemâtı, yani Müslüman kimlikli olanların şu anki yaşantılarından ziyade Kur’ân’ın ve Hazret-i Muhammed’in (asm) ortaya koyduklarının olacağı daha iyi anlaşılacaktır. 21.09.2010 E-Posta: [email protected] |