21 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hakan YALMAN

Varlık tanımında sapmalar


A+ | A-

Eşyanın kendi kendine olabilirliği konusunda son zamanlarda ortaya konan yorumlar, varlığa sadece fonksiyon ifâ ettikleri dar bir alanda bakmanın zaaflarını içinde bulunduruyor. ‘Teşekkele bi nefsihî’ diyebilmek ve bir nesnenin kendi kendine olabileceğini iddiâ etmek için önce nefse ve kendilik kavramına açıklık getirmek gerekiyor. Varlık âleminde her nesnenin ve kavramın bir nefis olduğunu düşündüğümüzde bizzat kendilik kavramının maddî âlemin üstünde ve ötesinde bir mânâ ifade ettiğini fark edebiliriz. Burada ilmî istibdat yani bilim adamının üstünlüğü algısı ile akla uygun gelmeyen şeylerin dahi kabul ettirilmeye çalışıldığı bir süreç işlettirilebilir. Yani varlığın kendi kendine olamayacağını en basit mantık düzeyi bile kabul etmezken, bu itibar edilen birine söylettirilerek zihinler bulanabilir. Bu karmaşıklıktan sıyrılmanın en etkili yolu da ölümü hatırlamaktır. Bir insan tarafından dile getirilen her hükmün ölümlü, fani ve bakışı sınırlı, acz ve fakr içinde bir varlığın fikri olduğunu, bütüne hükmedebilmesinin mümkün olmadığını hatırdan çıkarmamaktır.

Varlık algısı maddî alanın şeklî sınırlılığına münhasır kaldığı sürece olayların gerçek yüzünü ve varlığın asıl anlamını tesbit edebilmek imkânsız hâle geliyor. Tevhid algısı içinde bakıldığında aralarında çok güçlü bağlantılar olan olaylar ve varlıklar arasında bu bağlantıları görebilmek ve varlığı bütün içinde değerlendirebilmek imkânı kalmıyor. Çatışmaların önemli bir kısmında da bu dar alanda algılanmış benlik ve varlığa yüklenmiş anlamın günümüz ifade şekillerinden en çok kişiselleştirme kavramına yakın teşahhusat hakikatinden kaynaklanıyor. Her varlığın kendi sınırını ve alanını korumak ve de genişletmek eğilimi içinde hayat bir mücadeleye ve güçlü olanın ayakta kalacağının zannedildiği bir alana dönüşüyor.

Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla nefis mücadelesinin merkezinde yer alan hazlara yönelik boyutu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması, gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Manen zayıf ruh hâli ise buna çok yatkın ve bu yönden aldatılmaya fazlası ile müsaittir. “Cazibedar bir fitne” terimi bu mânâyı karşılıyor olmalıdır. Bediüzzaman bu probleme de en güçlü darbeyi, Hazret-i Muhammed’den (asm) aldığı dersle ölümü hatırlatmakla vurmaktadır.

Asır, duygulara hitap eden ve duyguların ön plana çıktığı bir asır olmuştur. Bu dönemin nefis terbiyesinde duygu eğitimi önemli bir yer tutmaktadır. Bu alanda tekvinî kanunların zamanın gereği içinde ele alınması ve duyguların hedeflendiği bir eğitim modeli elzem hâle gelmiştir. Bu anlamda zamanın teknolojik imkânlarına karşı bir duruş da çözüm olmamaktadır. Asrın gereği bu teknolojik imkânları duyguların doğru şekillenmesine hizmet edecek şekilde kullanılabilir hâle getirmektir. Bu, Rahman’ın teknolojik nimetlerine bir şükür mânâsına da gelecektir.

Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmâresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik, bütünü kuşatmayan, sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Hayat ne şekilde geçerse geçsin sonunda karşılaşılacak vazgeçilmez hakikat ölümdür. O noktadan sonra yaranmaya çalıştığınız ve güzel gözükmeye çalıştığınız hiç kimse yanınızda ve yardımcınız olmayacaktır. Çatışmaların ise o andan sonra kazandıracağı sadece acılar ve pişmanlıklardır. Ruhunda o Cemâl Sahibi Zat’ın sıcaklığını hissetmemiş bir ruh bu anlamda kısmen mazur olabilir. Ancak o kuşatıcı muhabbetin sıcaklığını hissetmiş bir ruhun bu anlamda kaçabileceği hiçbir yer yoktur. O anlamda İslâm, Tarık bin Ziyad ruhlu olmayı gerekli kılar. Girerken iyi düşünülmeli ve geri çıkmamak üzere girilmelidir. İslâm kimliği kalıcı ve salâbetli olmalıdır. Kırılgan, zayıf ve otorite karşısında değerlerini savunamayan kimlikler sadece kendi ruhlarını dejenere etmediklerini ve İslâm dünyasının kuvve-i maneviyesine zarar verdiklerini unutmamalıdırlar.

Bu bakış açısı ile olayların anlamı daha netleşecek ve dünyanın geleceğine yön verecek ve barışı hâkim kılacak olanın İslâmiyetin müsellemâtı, yani Müslüman kimlikli olanların şu anki yaşantılarından ziyade Kur’ân’ın ve Hazret-i Muhammed’in (asm) ortaya koyduklarının olacağı daha iyi anlaşılacaktır.

21.09.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin EREN

Devamlı devâ


A+ | A-

Yirmi Dört devayı geride bırakan, onu özetleyen ve özümseyen bir ifade ile başlar Yirmi Beşinci Deva: “Gayet nâfî ve her derde devâ ve hakiki lezzetli kudsî bir tiryak isterseniz ‘imanınızı inkişaf ettiriniz.’”

İmanı inkişaf ettirmek, kemâlât mertebelerinde ilerlemek, marifetullahta yükselmek, lezzet-i ruhaniyi kazanmak bütün meselelerin önünde ve üstündedir. Çünkü keder kementlerine maruz, musibete giriftar, acz ve fakrla sarılı insan için hakiki teselli, gerçek devâ, kuşatıcı şifa ondadır ve onunladır.

İhlâs safi imanın neticesidir ve yine imanı sâfiyete götürür. Onu kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir sebebinin “rabıta-i mevt ve tefekkür-ü imânî” olduğundan bahseder Bediüzzaman ikinci İhlâs risâlesinde.

Hayatın ölümsüz hakikati ölümü hatırlamak, denî dünyanın süflî zevklerinden uzaklaştırdığı gibi ulvî hislere karşı heyecan oluşturur, gayb kapılarını aralar.

Kâinat kitabını esmâ talimiyle okumak, hayatı o esma şifreleriyle çözümlemek ve özümsemek; hayatı renklendirdiği gibi, her şeyde ve her bir şeyde güzellikleri görmeye sevk eder. Huzur-u daimîyi kazandırır, o huzurdan da uzaklaştırmak istemez.

Musibete maruz kalanlar derecelerine göre bu iki iksirden bolca istifade eder; dertten devaya, hastalıktan şifaya giden yolu bulurlar.

Yirmi Beşinci Devâ’ya dönersek, “İmanınızı inkişaf ettiriniz” derken bunun pratiğini, hayata dönük uygulamasını da sunar asrın şefkatli tabibi: “Tevbe ve istiğfar ile namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilacı istimal ediniz.”

Tevbe ve istiğfar ile O’na sığınmak, namaz ve ubudiyetle sığınmayı daha canlı kılmak, dışa dönük ifadelendirmek; bedeni canlandırdığı gibi ruhu hafifletir, kalbi hüşyar kılar, latifelere âdiyattan elini çektirir, aklın yönünü uhrâya döndürür. Küçük dünyanın küçük işleri, gelip geçici olayları onu kederlendirmez, üzmez. Üzülecek bir şey varsa Kudreti nihayetsiz, Rahmeti sonsuz dünya ve ahiretin Malik-i Hakiki’sinin rızasına uygun davranışlarda yeterince bulunamamak, hayatının bütününde olduğu gibi her karesinde de O’nu hatırda ve sadırda sürekli taşıyamamak, yeteri şekilde şükürde bulunamamak, ibadetin ve zikrin azlığı…

“İman ilâcı ise; feraizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor” dedikten sonra gaflet ve sefahatin o ilâcın tesirini izale ettiğini söylüyor Said Nursî ve devam ediyor: “Hastalık, madem gafleti kaldırıyor; iştihayı kesiyor; gayr-i meşrû keyflere gitmeye mani oluyor; ondan istifade ediniz. Hakiki imanın kudsi ilâçlarından ve nurlarından tevbe ve istiğfar ile duâ ve niyaz ile istimal ediniz.”

Böylesi müjde ile son buluyor Yirmi Beşinci Devâ. Üslup tatlılığı, ifade rahatlığı, anlam kolaylığı ile hikmeti arının petekleri şifalı balla doldurması gibi kalb peteklerini iman balı ile dolduruyor. Öyle bir bal ki her derde devâ olduğu gibi kabrin arkasında, uzun ahiret yolculuğunda, mahşerin şiddetinde, dehşetli dönüşümlerde, sıratın üstünde tesirini devam ettiriyor bu ilâç, sahibini de cennete kadar götürüyor. Yeryüzü bahçesine bu imanı devşirmek için gelmişiz; musibetler ise en fazla ürün alma zamanı.

Öyle bir imana sahip olun ki devanız devamlı, şifanız daimi, şükrünüz sürekli olsun.

21.09.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Göç


A+ | A-

Hızlı bir şekilde akıp giden zaman selinin içerisinde bazen en sıkıntılı günler geride kaldığı gibi, bazen de en neşeli ve sevinçli günler geride kalıp maziye karışıyor. “Her gelecek yakındır” sırrı ile uzak gördüğümüz ufuklara, hayallere ve ümitlere bir anda vasıl oluyoruz. Belli zaman sonra onlar da geride kalıyor. Yol ve yolculuk acısıyla, tatlısıyla son nefesi verinceye kadar devam ediyor. “Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var.”1 sözünün sahibinin gittiği yere sevkiyat, yol ve yolculuğumuz devam ettiğine göre, geçmişten geleceğe içimizdeki ebediyet arzusunun tezahürü olan yazıyı beraber tefekkür edebiliriz:

“Bir ticaret yapmadım, nakdi ömür oldu heba

Yola geldim lakin göçmüş cümle kervan bihaber”

Mahlûkatın her an müptela olduğu bir dert, bir ateş, gönülleri kavuran kezzaptır göç.

Gurbet, firkat, hasret, hüsran hep göç ateşinin kıvılcımlarıdır. Düştüğü yeri yakar, ocakları söndürür, gönülden yas, gözlerden yaş akıtır.

Göç edene göçebe, göçmen, göçer denir. Bir ismi de hicrettir. Hicret edene de muhacir denir. Göç, bütün lezzet ve kederiyle baki bir âleme kadar devam edecek. Zerrelerden kürelere kadar hepsi göç derdinde. Dünya bütün varlığıyla düşmüş yola, o da...

Göç deyince alay alay leyleklerin, göçmen kuşların “V” biçimi uçup gittikleri, küme küme balıkların mekândan mekâna seyrettikleri, Onun bastığı toprağa vasıl olabilmek için, ömür boyu başını taştan taşa vurarak akan avare sular akla gelir.

İnsanlar akla gelir, kavim kavim, kabile kabile aşiretler halinde her biri bir kervanda yol alıyor. İnsanlar aç, susuz, sefil, perişan, hak aşığı, dava peşinde…

Maziden müstakbele, gençlikten ihtiyarlığa, dünyadan berzaha, ukbaya göç var.

Peygamber Efendimiz de (asm) göç etmiştir. 622 yılında Hz. Ebu Bekir’le (ra) beraber dağları aşarak Mekke’den Medine’ye hicret etmiştir. Onun davasına gönül veren ve her şeyinden feragat eden, anadan, yardan, serden geçerek peygamberine icabet eden ashab da göç etmiştir.

Onun yolunda, Onun sancağını dalgalandıran, Onun varisi Bediüzzaman’ın ömrü de göç ile geçmiştir. Göç Onun içindeydi, O da göçün. Hasan Feyzi:

“Yine göç var diye mecnuna haber verme sakın

Yine matem, yine zari, yine efgan olacak”

diyerek peşpeşe Üstadını sürükleyen göçe isyan ediyordu. Kim bilir belki de Üstadının maruz kalacağı işkenceleri, zulümleri, zehirlenmeleri görüyordu, biliyordu ki, bu kadar içten feryat ediyordu.

Memleketten memlekete sürgün edilen kimsesiz bir ihtiyar, her ayrılığın peşinden: “vâ hasretâ, va esefâ” diye feryat, figan ediyordu. Gönüller sevgilisi, senenin, mevsimin, insanlığın, dünyanın, saltanatın müptela olduğu göçlerden de ağlıyordu.

Fani dünyanın bütün göçlerine, ayrılıklarına bedel olarak Allah’a ve ahiret gününe iman bir teselligâh olarak yetiyordu. Allah’a tevekkül edip ondan yardım bekliyordu.

Bizler de O’nun inanıp güvendiği, göçlerin bittiği beka âleminde O’nun sevgili Habibine (asm) kavuşmak, bütün dostlarla hep beraber olabilmek ne mutlu bir şey, ne büyük nimet, ne bitmez hazine.

Dipnot:

1. Lem’alar. 26. Lem’a

21.09.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Takiyye İslâmın şiarı değildir


A+ | A-

Muharrem Bey: “Takiyye nedir? İslâm inancında yeri var mıdır? Varsa şartları nelerdir?”

Takiyye ve takva aynı kökten olup, Arapça itteka ve veka kökünden gelmişlerdir. Korunmak ve sakınmak anlamını taşıyorlar. Şu kadar var ki, takva Allah korkusunu ifade ederken, takıyye genelde insanlardan korkmak ve sakınmak anlamında kullanılmıştır.

Ehl-i sünnetin yalnız kâfirlere ve müşriklere karşı uygulanmasına ruhsat verdiği takiyye, ehl-i beyt mektebinin önemli bir fıkıh terimi olagelmiştir. Hatta Şii Müslümanlar takıyyeyi iman esaslarından saymışlardır. Ehlibeyt âlimlerinden Şeyh Ensari’ye göre takiyye, başkasından gelebilecek zarardan korunmak için, ona hakka uygun olmayan bir söz veya davranışla uyum sağlamaktır.

İslâm tarihinde takıyye şu şekillerde uygulanmıştır.

a) Kâfirlere ve müşriklere karşı uygulanan ve ruhsat verilen takıyye: Kâfirlere veya müşriklere karşı malından ve canından korkanın ve zora düşenin, korku ve zorluk sırasında inancını gizlemesi, hatta kâfirlerin inançlarına kalben değil, dilden sevgi göstermesi demektir.

İslâm’ın Mekke döneminde güçsüz Müslümanlar, ileri gelen Mekke müşriklerinin baskısı ve işkencesi altında çok sıkıntı çektiler. Allah ile putlar arasında tercih yapmaya zorlandılar. Şiddetli işkence gördüler. Hazret-i Yasir ile muhtereme eşi Hazret-i Sümeyye (ra) Ebu Cehil’in işkencesi altında can verdiler. İnançlarını gizlemediler ve müşriklerin sözlerini söylemediler. Habbab İbn Eret (ra) şiddetli kor üzerine sırt üstü yatırıldı ve Allah’a imanından vazgeçmeye zorlandı. Bilâl-i Habeşi (ra), demirden bir zırh içinde kavurucu sıcağın altında kızgın kumlar üzerinde çıplak şekilde sürüklendi. Allah’ı inkâr etmeye zorlandı. Buna rağmen Bilal-i Habeşî (ra) bayılıncaya kadar ‘Allah birdir’ sözünü ağzından düşürmedi. Örnekler artırılabilir.

Fakat insanlara güç yetiremeyecekleri şeyi yüklemeyen Cenâb-ı Allah, çeşitli işkenceler altında kalan Müslümanlara, kalbinde iman olmak şartıyla, işkenceden kurtuluncaya kadar, kâfirlerin veya müşriklerin sözlerini söylemelerine izin vermiştir. Babası ve annesi aynı işkenceden şehit düşen Ammar bin Yasir (ra), müşriklerin işkencesine dayanamayınca onların istedikleri sözü söyledi ve ölümden kurtuldu. Fakat hemen ardından ağlayarak Peygamber Efendimize (asm) gelerek: “Ya Resulallah! Ben senin hakkında kötü konuşmadan ve ilâhlarını övmeden beni bırakmadılar!” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) sordu: “O anda kalbin nasıldı?” Hazret-i Ammar (ra): “Kalbim imanla dopdoluydu!” dedi. O zaman rahmet ve kolaylık peygamberi Resûl-i Ekrem Efendimiz (ra) aynı durumla karşılaşması halinde aynı sözleri tekrar söylemeye izin verdi. Ardından şu ayet-i kerime nazil oldu: “Kalbi imanla yatışmış olduğu halde inkâra zorlanan kişi (kurtulmuştur), fakat kim inandıktan sonra Allah’ı tanımaz ve küfre kalbini açarsa, Allah’ın gazabı onların başındadır, onlar için büyük azap vardır.”1

Anlaşılıyor ki takıyye teşvik edilmiş bir dinî esas değil; kâfirlere veya müşriklere karşı canı ve malı korumak gerekçesiyle verilmiş bir ruhsattan ibarettir.

b) Müslüman yönetimlere karşı uygulanan ve caiz olmayan takiyye:

İslâm’ın ilk yüzyıllarında meydana gelen iç savaşlarla Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in şehit edilmeleri, Hz. Ali taraftarları için zor günlerin de başlangıcı olmuştu. Emevî yönetimine sadık adamlar dört bir tarafa dağılarak Hz. Ali (ra) taraftarlarını izlemeye başladılar. Yakaladıkları Şiileri, Hz. Ali ve ailesine hakaret etmeye zorluyorlar, buna dayanamayıp Şiiliğini açığa vuranları ölümle cezalandırıyorlardı. Canlarını kurtarmak için Şiiler “takıyye” ilkesini bir inanç esası saydılar ve bu esasa dört elle sarıldılar. Buna göre; düşmanın eline düşen, kendini kurtarıncaya kadar inancını inkâr etme hakkına sahipti.

Şii fırkalarından İsnaaşeriyye, takıyyeyi dinî bir prensip, bir inanç esası olarak kabul etmiştir. İsnaaşeriyyeye göre, takıyye vaciptir. Öyle ki Hazret-i Ali (ra) ilk üç halife döneminde hilafet kendi hakkı iken takıyye yaparak ses çıkarmamıştır, onlara boyun eğmiştir.

Şiâ fırkalarınca takıyyenin böylesine abartılı kullanılmasını Bediüzzaman Hazretleri eleştiriyor ve riyakârlık ve ikiyüzlülük sayıyor. Bediüzzaman’a göre Hazret-i Ali’nin ilk üç halifeye biat etmesi takıyye sebebiyle değil, onların halifeliklerini hak görmesi sebebiyledir. Eğer hak görmeseydi bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi.2

Nitekim Cafer-i Sadık: “Mü’mine karşı takıyye yapmak şirktir” demiştir.

Günümüzde Bediüzzaman’a göre yol ikidir: Ya susmaktır, ya da doğruluktur. Müslüman yönetime karşı takiyye adıyla yalan söylemek ya da inancını gizlemek İslâmiyet’in şiârı değildir. İslâmiyet’in esası doğruluktur.3

Dipnotlar:

1- Nahl Suresi: 106, 107

2- Lem’alar, s. 51

3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 93;

21.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Önce dînimizi öğrenelim!


A+ | A-

Allah dostlarından Abdullah-ı İsfehânî, nasîhat isteyen bir gence;

“Evlâdım benim sana birinci nasîhatim, her şeyden önce İslâmiyeti iyi öğren” dedi.

Delikanlı sordu:

“Nereden öğreneyim efendim?”

“Ehl-i Sünnet âlimlerinin yazmış olduğu bir İlmihâl kitabından...”

“Efendim ben her gördüğüm din kitabını alıp okuyorum. Bu yaptığım yanlış mı?”

“Hem de çok yanlış. Sana çok önemli bir nasîhatta bulunayım mı evlâdım?”

“Buyurun efendim.”

“Gelişigüzel yüz kitap okuyacağına bir doğru kitabı yüz defa oku. Hem de haz duyarak, zevk alarak oku!” dedi ve ekledi:

“Lokman Hakîm, ‘Hayatta her lezzeti tattım. Din kitabı okumaktan lezzetli şey bulamadım’ buyurur.”

Şu muazzam kâinat kitabının ezelî yorum, mütercim ve okuyucusu olan Kur’ân, insanı “Düşünmüyor musunuz?”1, “Ey akıl sahipleri, bakmıyor musunuz?”, “Anlamıyor musunuz? Okuyunuz, inceleyiniz, araştırınız” gibi teşvik edici âyetleriyle kâinat kitabını okumaya yönlendirir.

Bunu pek çok tekrar ile yapar. Aklı şahid tutar, ikaz eder, akla havale eder, tahkike sevk eder... Böylelikle, ilim ehli ve akıl sahiplerine, din nâmına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Tahrif olmuş Hıristiyanlık gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor.2

Namaz, oruç, zekât, hac gibi temel ibâdetler hakkında 10-20 âyet bulunurken, “okuma, tefekkür etme, ilim öğrenme/öğretme”ye dâir âyetlerin sayısı 750’yi aşmaktadır. Nobel Ödülünün ilk Müslüman sahibi Prof. Dr. Abdüsselâm, Kur’ân’ın yaklaşık sekizde birinin, inananları, tabiatı incelemeye, nihâî gerçeği arayışlarında akıllarını en iyi şekilde kullanmaya, bilgi elde etmeye ve ilmî düşünceyi toplum hayatının bir parçası kılmaya teşvik ettiğine3 dikkat çekiyor.

Mürsel-i mutlak (Peygamberler gönderen) yüce Rabbimiz, insanlığı eğitmek, terbiye etmek, Kendisini tanıtmak, ferd, âile ve sosyal hayatı tanzim etmek ve iki dünya saadetini kazandırmak için gönderdiği son peygamber Resul-i Ekrem’e (asm), ilk âyette “Bana ibâdet ile tesbih et!” şeklinde vahyetmeyip, “İkra!”4 (Oku!) emrini vermesi ince ve derin bir nükteye işâret etmektedir.

Önce okumalı, dinini öğrenmeli, sonra hayata geçirip yaşamalı.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, En’am, 50.

2- Mektûbât, s. 422.

3- İdealler ve Gerçekler (Terc. Senai Demirci-Mesut Toplayıcı), Yeni Asya Yay., İst., 1987, s. 13.

4- Kur’ân, Alak, 1.

21.09.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

İsmail Hakkı'ydı; Hakk'ın hizmetkârıydı


A+ | A-

Güleryüzlüydü... Yani, Resûl'ün Sünnetine uygun şekilde, çehresi her daim mütebessim idi.

Kötümserlik, karamsarlık, ye'is denen mânevî marazların onun dünyasında yeri yoktu. Daima ümitvardı; bitip tükenmeyen bir şevk ve moral sahibiydi.

Hizmette ileri, ücrette geriydi. Kardeşin nefsini nefsine tercih ediyordu.

Misafirperverdi. Misafire hizmet ederken, tebessüm çizgileri daha da artıyor, gözlerinin içi parlıyordu.

Himmet ve hamiyet sahibiydi. Omuzladığı hizmet yükünü asla bırakmaz; yeni hizmetlere ihtiyaç hasıl olduğunda, onlara da omuz vermeye hazır olduğunu söylemekten çekinmezdi.

Bir "gizli kutup" gibiydi. Bütün himmeti milletiydi; cemaatiydi, kardeşleriydi...

Şahs–ı mânevî hakikatine, tam mânâsıyla bağlıydı. Şuur, iz'an ve ferâset sahibiydi. Şân–şöhret kazanmış fânilerin tesiri altına girmeyi dâvâ adamlığına katiyen yakıştırmazdı.

Yüksek bir takvâ sahibiydi. Harama, günaha asla tenezzül etmezdi. Dünya malını, sadece ve sadece helâlinden isterdi. Kazancını da, bilhassa hizmette sarf etmek ve çocuklarının kursağından haram lokma geçirtmemek için kılı kırk yararcasına bir dikkat ve hassasiyet içinde hareket ederdi.

Çok güzel Kur'ân okurdu. Edep içinde namaz kıldırır; hasseten tesbihat yapmayı tercih ederdi. Bütün duâları ezbere okurdu.

Riyâdan zerrece hoşlanmazdı. Gösterişten alabildiğine uzak dururdu.

Harikulâde bir tevâzu ve mahviyet sahibiydi. Torunlarıyla, onların yaşındaki çocuklarla arkadaş gibi davranır, onlara lâzım olan şeyleri sabırla öğretir, ders verirdi.

Temizliğinden, düzeninden, çay servisine kadar, dershanenin her türlü hizmetini şevkle, zevkle yapardı. "Şunu da başkası yapsın, başkası düşünsün" demez; yapılması gereken her türlü hizmet için, karşılanması gereken her türlü ihtiyaç için, kemâl–i memnuniyetle nefsini ileri sürmeyi tercih ederdi.

Mükemmel bir ihlâs ve sadâkat sahibiydi. Bütün ömrünü sebat ve sebkat ile geçirdi. İstikametini hiç bozmadı. En sarsıntılı dönemlerde dahi, dâvâsına olan sadâkati hiç sarsılmadı.

Daima "Bu kudsî imân dâvâsına nasıl hizmet ederim" diye düşündü. Hizmet hayatını bütünüyle bu mânâya adadı.

Malıyla, canıyla, bedeniyle, elinden geldiğince bütün evlâd û ıyâliyle hayatını bu kudsî mânâya vakfetti.

Hâsılı, o Hakk'ın hizmetkârıydı; ismi ise, İsmail Hakkı idi...

* * *

Evet, çoğunuzun tahmin ettiği gibi, geçtiğimiz hafta sonu vefat eden Geyve'li İsmail Hakkı Demir Ağabeyden söz ediyoruz.

Yukarıda sıralamış olduğumuz ifadeleri, aynen huzur–i İlâhi'de şehadet edercesine yazdık.

Hesap Günü'nde, şayet bana sorulacak olursa , İsmail Hakkı Ağabey hakkında burada yazdıklarımızın daha fazlasına şahit olduğumu orada da tereddütsüz ifade ederim.

* * *

Cumartesi günü fecir vaktinde vefat haberini almış olduğum İsmail Hakkı Ağabeyin cenazesine ne yazık ki katılamadım. İçimde ukde kaldı. Yatağa bağlı şiddetli bir rahatsızlıkla, ateşler içinde kıvranıyordum.

Vefat haberi ise, beni bir kat daha yandırdı. O mütebessim çehrenin solmuş olduğuna bir türlü kanaat getiremiyorum. En yakın zamanda taziyesine gitmeyi düşündüğüm halde, bana Geyve'de sanki onu yine görecekmişim gibi geliyor.

1978'den beri tam 32 yıldır tanışıp sıklıkla görüştüğümüz o nur yüzlü, o güler yüzlü insanı bu dünya gözüyle bir daha görememeyi, nefsime, duygularıma bir türlü kabul ettiremiyorum.

Ne var ki, elden hiçbir şey gelmez; kabul etmekten başka çare yok.

En büyük tesellimiz şu ki: O, hakiki bir Nur Talebesiydi. İnşaallah, tahkiki imân mertebesiyle Dâr–ı Bekâ'ya göçmüştür.

Bu yönüyle de, emin olunuz, onun haline gıbta ile bakıyoruz: "Acaba, onun hayatı gibi temiz ve istikametli bir hayatı, onun vefâtı gibi temiz ve zahmetsiz bir vefâtı Cenâb–ı Hak bizlere de nasip eder mi?" diye, düşünmeden edemiyoruz.

Büyük bir başka tesellimiz de şudur: İsmail Hakkı Ağabey, iyi ve hayırlı evlâtlar yetiştirdi. Onun hayatını vakfettiği kudsî hizmetini aynen devam ettirecek olan ailesi, oğulları, kızları ve torunları var. Muhsin ve Fatih (Ünal) kardeşlerimiz, aynen babaları gibi, zaten bu hizmetin içindeler.

Ayrıca, onun—nesebî kardeşten daha yakın—din ve dâvâ kardeşleri var ki, Geyve'deki hizmeti inşaallah çok daha ileri safhalara taşıyacaklar.

Bu duygu ve düşünceler içinde, İsmail Hakkı Ağabeye Rabbimden bol bol rahmet ve mağfiret dilerken, aile efradına, Geyve ve Sakarya'daki bütün dâvâ arkadaşlarımıza taziyetlerimizi sunarız.

İnşaallah, sıhhatimizin el verdiği en yakın zamanda görüşmek dileğiyle...

21.09.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Zaman istişare zamanıdır


A+ | A-

Rabbimiz, Şûrâ Sûresi’nde “Onların aralarındaki işleri istişare iledir” ve Âl-i İmran Sûresi’nde “Ve işlerinde onlarla istişare et” diye emretmektedir.

Bediüzzaman bu âyetleri tefsir ederken “Asya’nın bahtının miftahı (anahtarı), meşveret ve şûrâdır” demek sureti ile meşveretin önemine değinmektedir. Türkiye medyasının gözbebeği Yeni Asya Gazetesi de bu sözü gazetenin logosu hâline getirerek, Bediüzzaman’ın dâvâsını ne kadar önemsediğini ve onun çizdiği yolda ilerlediğini kamuoyuna duyurarak dikkatleri çekmektedir.

Eskiden padişahlık sistemi vardı. Osmanlı sultanı hem kral, hem halife, hem de İslâm âleminin bayrağı ve sembolüydü. Bu hâli ile o tarihteki 300 milyon Müslümana dayanak noktası oluyordu. 20. yüzyıl ile birlikte savaşlar sonucunda padişahın gücü ve otoritesi tamamen sona erdi. Devleti İttihatçılar yönetmeye başladı. Zaten bu dönemde padişahlar dış tesirlere açık hâle gelmişler, adeta Avrupa’nın esiri olmuşlardı.

Cumhuriyetin kurulması ile birlikte saltanat sistemi de en azından kâğıt üzerinde kalktı. Halkın temsilcileri yerine askerî vesayetin gölgesinde Avrupa’nın esareti uzun bir müddet devam etti. Bu yıllarda Meclis yerine yine şahısların düşüncesi ön planda idi. İstişârî bir organ olan ve meşveret edilmesi gereken Meclis’e kimse itibar etmiyordu.

Fakat devir değişmişti. Öyle ki Kur’ân’ın emrettiği meşveret ve şûrâ her geçen gün daha da önem kazanmış, artık mecburiyet haline gelmişti. Zira şahısların becerikli hatta dâhî de olması, başarılı bir şekilde devleti yönetmesi mümkün değildi.

İşte bütün dünyada diktatörlüklerin ve baskı rejimlerinin bir bir ortadan kalkmasının en önemli nedeni budur. Şahısların önemi bitmiş, istişare ederek yönetilen topluluk ve cemiyetler ortaya çıkmıştı. Bundan sonra kıyamete kadar aynı realite devam edecektir.

Sadece devlet yönetiminde değil, basit bir şirketin yönetiminde dahi meşveret ve şûrâ önem kazanmıştır. Kaldı ki ruhumuzun teneffüsü ve hayatımızın en önemli parçası olan dinî yaşantımızda da istişarenin ne kadar önemli olduğu malumunuzdur.

Kim ki Kur’ân’a uyar, istişare ederek işlerini yapar ise muvaffak olacaktır. Yok, eğer “Ben eskiden olduğu gibi şahısların sözünü dinleyeceğim, onların üstün meziyetleri sayesinde başarılı olacağım” diyor ise, büyük bir yanılgı içindedir. Bu gün olmasa yarın bir kayaya toslayacağı açıktır. Bu gerçeğin izah edilmesine gerek bile yoktur.

Elhamdülillah Risâle-i Nur talebeleri, Bediüzzaman’dan aldıkları bu Kur’ânî hakikatler sayesinde, hatta Üstad’ın sağlığında dahi meşverete önem vermişler, kısa bir zamanda Nur hakikatlerinin dünyaya yayılmasına sebep olmuşlardır.

Nur talebelerinin muvaffakiyetindeki en önemli sır, işte buradadır. Onlar her işlerinde istişare ederler. Zira istişare sonucunda eğer isabetli bir karar almış iseler, iki sevap kazanmışlardır. Yok, eğer yanlış bir karar almışlarsa, bu sefer bir sevap kazanacaklardır. Kur’ân’ın emrini yerine getirdiklerinden dolayı hiçbir mesuliyet taşımadıkları gibi sevap üstüne sevap kazanabilmektedirler.

Halbuki şahısların emri ve vesayeti altında olan topluluklar, bu büyük kazançtan mahrumdurlar. Onlar isabetli bir karar dahi alsalar mesuliyet ve günahtan kurtulamazlar. Zira Kur’ân’ın apaçık bir emri olan istişareyi yapmamışlardır. Kaldı ki istişare edenler, almış oldukları bir kararda bir kere hata yapsa bile, bunlar belki on defa hataya düşecektir. Çünkü diğer bakış açıları ile olaylara bakma ve değerlendirme yapma imkânı bulamamışlardır.

Sözümüzü yine şu Kur’ân âyeti ile tamamlayalım: “Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir”, vesselâm…

21.09.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Moskova’dan Viyana’ya


A+ | A-

Zaman, ‘sel dolaplarını’ hızla çevirdiği için bazen bir günde bir yıllık ‘iyi haber’ler duyuluyor. Dün de öyle bir gündü. Hem Rusya’dan, hem Almanya’dan, hem de Avusturya’dan ya da oraları ilgilendiren güzel haberler geldi.

Rusya ile ilgili haber sadece Rusya’yı değil, bizi de yakından ilgilendiriyordu. Haber, şöyle özetlenebilir: Rus ordusundaki reform sürecinde askerlerin morallerini en yüksek seviyede tutmak için artık din adamları resmen göreve başlıyor. Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev’in kararı ile asker din adamı kurumunun oluşturulduğunu kaydeden Patrik Kirill, “Şimdi biz ilk adımı atıyoruz… Ancak resmi yapılanmanın tamamlanmasının ardından etkin bir şekilde çalışmalar başlayacak” demiş. (Kaynak: Cihan Haber Ajansı)

Rusya Savunma Bakanlığı’nın verilerine göre orduda görev yapanların üçte ikisi kendini “inançlı” olarak tanımlıyormuş. Kendilerini “inançlı” olarak tanımlayanların da yüzde 83’ü Ortodoks Hristiyan, yüzde 8’i Müslüman ve yüzde 9’u da diğer dinlere inandığını ifade ediyormuş. Şu an subay kadrosunda olmasa da 400 civarında din adamı Rus askerî birliklerinde görev yapıyormuş. Rus ordusunda gezici kilise ve mescidler de dinî ihtiyaçların karşılanması için organize edilmeye başlanmış bile.

Düne kadar ‘Kızılordu’ olarak bilinen ve dine mesafeli olan Rus Ordusunda ‘din adamı’ görevlendirilmesi çok çok önemli olmakla birlikte, “gezici kilise ve mescid”lerin hizmete sunulması da şükredilecek bir durum.

Almanya’dan da güzel haberler geliyor. Meselâ Başbakan Merkel, “Camilere alışmamız lâzım” (Yeni Asya, 20 Eylül 2010) derken, Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere, “Neue Osnabrücker Zeitung” gazetesi için yazdığı bir makalede, Almanya’nın Hristiyan bir ülke olduğunu ancak ülkede yaşayan yaklaşık 4 milyon Müslümandan dolayı İslâmiyetin de toplumun bir parçası hâline geldiğini söylemiş. Maiziere yazıda; “İslâmiyet ile ilgili tartışmalar önyargılı ya da gözboyayıcı bir şekilde değil, gerçekçi ve adil bir şekilde yapılmalı” ifadesini de kullanmış. (AA, 20 Eylül 2010)

Avrupa’nın bir başka ülkesiyle ilgili yapılan değerlendirme de şükre medar. Dünyaca ünlü politik psikoloji uzmanlarından Prof. Vamık Volkan, bir gazeteye verdiği mülakatta, “İstatistiklere göre, 10 sene içinde Viyana halkının yüzde 40’ı Müslüman olacak” demiş. (Vatan g., 20 Eylül 2010)

Prof. Volkan’dan bu cevabı alan muhabir hayret edasıyla “Gerçekten mi?” diye tekrar sormuş. Porf. Volkan, ısrarlı: “Evet. Bu gerçek bir gerçek...”

Peki, bu neyin sonucu? Politik psikoloji uzmanı Volkan’a göre “Çünkü dünya değişiyor. (...) Değişim sadece Türkiye’de yaşanmıyor. Biz ne yapıyoruz, sanki dünya yokmuş gibi, ‘Türkiye, Türkiye’ diyoruz. Viyana’nın yüzde 40’ı Müslüman olacak. Şimdiden, şu günden itibaren... Berlin’de de her 7 kişiden biri şimdiden Türk. Yani bambaşka bir dünya oluşuyor artık. Başka türlü medeniyetler ortaya çıkıyor. Başka türlü de ilişkiler olacak. Kimlikler, etnik ilişkiler başka türlü olacak. 10 sene sonra, 20 sene sonra, 50 sene sonra, her şey başka türlü olacak.”

Önünde durulması imkânsız bu ‘değişim’in Müslümanları ve İslâm dünyasını müsbet yönde etkilemesi için duâ edelim. Böyle müjdeli haberlerin sayısının artması için de elbirliği ile gayret sarfedelim.

21.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Adam olacak çocuk


A+ | A-

“Yaşasın, okullu oldum!” diye seviniyordum ki, tıkış pıkış bir sınıfta üçerli dörderli sıraları doldurunca hevesim kursağımda kaldı. “Hey özgürlük” diye öyle bir bağıracaktım ki, mahalle baskısına rahmet okutan öğretmen baskısını görünce dilim tutuldu.

Bizimkiler benden çok seviniyorlar. Okuyup ‘adam’ olacakmışım. Etrafıma bakınca bunun pek de önemli olmadığını düşünmeye başladım. Gördüğüm bütün adamlar sürünüyor. Artık bunu isteyip istemediğimden pek emin değilim; ama mecburen büyüyoruz işte. Hayat ne getirir, hep beraber göreceğiz.

Babama geçenlerde “Kaç yıl sürecek bu macera?” diye ciddî ciddî sordum. O da ciddî ciddî cevaplandırdı. Aslında eğitim hayat boyu süren bir süreçmiş. Okul bunun en önemli ayağı imiş. İyi bir gelecek için bunu iyi değerlendirmek lâzımmış. İlköğretimin ilk beş yılı çok çok önemliymiş. Burada okuma yazma öğrenip eğitimin temelleri atılacakmış. Eğer okul yeterli olmazsa babam beni dersaneye de gönderebilirmiş. Temellerin sağlam atılması lazımmış. Sonraki üç yılda göstereceğim başarı benim hangi liseye gideceğimi belirleyecekmiş. Ben şanslıymışım. SBS denilen sınav kaldırılmış… Sadece 8. sınıfta bir sınava girecekmişim. Ama burası Türkiye’ymiş, her an her şey değişebilirmiş. Ben bunları kafaya takmadan her durum için hazırlıklı olmalıymışım. Benim işim çalışmakmış. Ne demiş büyüklerimiz: “Çalışmak, çalışmak, çalışmak…” (Parantez içinde, ben “para para para” lafını daha çok seviyorum; babam duymasın ha!) Dolayısıyla hangi sınav olursa olsun kazanmalıymışım. İyi bir liseye gitmek demek üniversiteyi kazanmanın yarısı demekmiş. Kendi kendime “Sekiz yıl canım, ne olacak sıkarız dişimizi biraz” dedim; ama öyle değilmiş. Dört yıllık lise zurnanın zırt dediği yermiş. “Liseye iyi asılmalısın” dedi babam. “Ne olacak canım, altı üstü dört yıl, sonra rahat edersin” dedi. Neyse, bizim sıkma işi on iki yıla çıktı. Bu da geçer, dedim kendi kendime. İyi ki dersaneler var canım, babam lisede de dersaneye gönderecekmiş beni. Üniversite için YGS ve LYS denilen sınavlara girmem gerekiyormuş. Ah bir kazansam diye iç geçirirken babam golü atıverdi. Üniversiteyi kazanınca da iş bitmiyormuş. Ne zaman bitecek ben de merak etmeye başladım doğrusu. Babamın zamanında ekmek aslanın ağzında imiş, ama şimdi midesine inmiş. “Ona göre yani” dedi babam. Çok çalışmam lazımmış çoook. Üniversiteyi bitirdiğim zaman başka başka imtihanlar da varmış bir işe girebilmem için. Babam bir sürü saydı… KPSS, ALES, ÜSDS, KPSD… Babam anlatırken terledi, ben dinlerken yaşlandım. Bu kadar iç güç arasında bunlara nasıl vakit ayıracağım diye düşündüm. Babam da ortalığı amma gerdi ha! diye içimden geçirdim; ama ikide bir “her şeyi senin için yapıyoruz, eşek gibi çalışıyoruz” diyen adamcağızı da teselli etmeden duramadım.

“Takma kafana baba, hallederiz” dedim. “Sen haber filan izlemiyorsun her halde. Saat şeklindeki telefonlar, bleutootlu kalemler, mini kulaklıklar…. Gençlik Amerikan ajanları gibi. Sınavları kazanmak için öyle fazla gerilmeye gerek yok. Bir tuşla bütün sorular cevaplarıyla önüne geliyor. Bizim zamanımıza kadar daha ne teknikler çıkaar... Hallederiz” dedim. Bön bön bakışından ikna olmadığını anladım. Hemen B planımı açıkladım. “Olmadı popçu, ya da topçu olurum” dedim. “Ya da boyum uzun olursa basketçi olurum; sen beni iyi besle yeter ki, görmedin mi Hidayet’i yirmi sekiz milyonu nasıl kaptı Başbakan’dan.” Biraz gülümsedi babam. “Tabii sıcak parayı görünce nasıl vidaları gevşetiverdin değil mi?” diye takılayım dedim, “sen nerden öğreniyorsun bu lakırdıları demez mi?” O zaman ben de C planıma geçtim. “Baba Polat Alemdar’la filan hiç tanışıklığın yok mu?” diye sordum. Öyle birinin yanına kapağı atabilirsem hayatım kurtulur. Para, güç, şöhret, fiyaka… “Olmazsa D planım da hazır” dedim. “Politikacı olursam en kral ben olurum” dedim. “Artık havuzlu villaların tapusunu da mecburen senin üzerine yaptırırız” deyince babam kahkahayı basıverdi. Gülersin tabiî villa sözünü alınca. Söz konusu villaysa adamlık hikâye tabiî.

Neyse… Böylece okula başladık. Bir okula bakıyorum, bir etrafa… Okulun bahçesinde kadınlar Fatmagül’ün muhabbetini yaparken erkekler de Fener-Beşiktaş derbisini tartışıyor. Bu okumak işi pek aklıma yatmadı ya! Sonumuz Allah Kerim.

21.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet BATTAL

Hakimler kimi temsil eder?


A+ | A-

Biliyorum bazı yazılarım zor okunuyor. Ama bunun tek sorumlusu bendeniz değilim. Birincisi, sayfa editörleri gazetenizde az sayfaya çok harf sığdırmaya çalışıyor. Harflerimi incelttikçe inceltiyor. İkincisi de yazdığım konular zor konular. Bahtımıza düşen bu.

Geçen hafta Yeni Asya’da okudunuz. “Başsavcıdan tuhaf açıklama” başlıklı habere göre, Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, “Yargıçlar olarak hukuk devletini ve yargıçların bağımsızlığını anayasa değişse dahi, yasalar değişse dahi korumak azmindeyiz” demiş. Yani aslında “Meclisin kanunu hukuka aykırı olursa buna direniriz” mânâsına gelecek bir söz bu.

Sayın Başsavcı, üstelik kendisinin denetimi ve koruması altında yürüyen partiler demokrasisinden ortaya çıkan demokratik bir Meclisin “yanlış yapma ihtimali”ni aklına getiriyor. Yetmiyor, bunu sorguluyor. Bir basamak daha çıkıp, bunu öngörüyor. Ardından, bu ihtimali ciddîye alıyor. Giderek, bundan endişe ediyor. Ve nihayet, bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde o kanuna uymayacağını açıklıyor.

Peki, bir kanunun yanlış olduğunu kim neye göre bilecek? Cevap aslında gayet basit; kural koyma yetkisine sahip olan, onu değiştirme yetkisine de, istisnalarını belirleme yetkisine de sahiptir.

O halde, yaptığı kanunun yanlış olduğunu, yine, ancak ve sadece, kanunu yapmış olan o Meclis bilir ve böyle bildiği zaman da gereğini yapar, yani kanunu değiştirir. Değiştirdiği zaman da herkes bilmiş olur ki “Önceki değil şimdiki doğru” ya da “Şimdiki öncekinden daha doğru.” Kısacası, Meclisin hatasını sadece Meclis düzeltir.

İşte mesele burada.

Bugünlerde Meclis, halkın da açık desteğiyle, çıt pıt da olsa, başkalarının antidemokratik yöntemle yaptığı kanunları değiştirmeye çalışıyor. Bazı başkaları da, yine antidemokratik yöntemden giderek, güya “hukuku kanunlardan koruyor”muş gibi yapıp, demokrasimizi Meclisimizden korumaya kalkışıyor.

Bunda belki de, değişiklikleri “devrim” diye niteleyen Meclis çoğunluğunun da kabahati var. Ortada “devrim” niteliğinde pek bir değişiklik yok, ama Meclistekiler ısrarla “Biz devrim yapıyoruz” dedikçe, başka birilerinin de devrimci damarları depreşiyor.

Başsavcının gerekçesi ise daha farklı, diyor ki: “Çünkü yargı organı halkın temsilcisidir. Halkı temsilen bu görevini yapmaktadır. Halkımız müsterih olsun. Biz, hukuk devletini gerçekleştireceğiz. Yargıçların bağımsız ve tarafsız olmasını da sağlayacağız.”

Mahkemelerin, “devlet” adına değil, doğrudan doğruya, devleti oluşturan halk (millet) adına karar vermesi, adalet ve hak namına hüküm verme mecburiyetine uygun sayılabilir. Zira bütün hukukun sahibi olan Hakkı ve kendi hakkını bilenlerden oluşan bir halka vekâleten verilen her karar, hakka ve dolayısıyla Hakka istinaden verilmiş olur, hakça olur.

Ama problem şudur: Yargıçlar halk adına kural koymaz, halk adına kuralı demokratik Meclisler koyar, yargıçlar da buna uyarak karar verir ve infaz eder. Aksi halde insanlık tarihi iki bin yıl geriye, adına jüristokrasi denilen yargıçlar diktatörlüğüne gider. (Halkın ve hatta Hakkın adını kullananların diktatörlüğünü bu dünya fazlasıyla gördü ama şükür ki—en azından henüz—“halk diktatörlüğü” denilebilecek bir diktatörlük görülmedi).

Öte yandan Başsavcının ikinci cümlesindeki “biz”in ne mânâya geldiği ayrıca tartışılır. Zira, başta naklettiğim ilk cümledeki “biz” yargıçlar mânâsında iken, devamında “biz, yargıçların … olmasını da sağlayacağız” denildiğine göre, bu cümledeki “biz” herhalde “hakimler” değildir.

En iyimser ihtimal “Yargıtay Başsavcılığı” makamının kastediliyor olmasıdır. O zaman da, sağlanacak sonucun kimlerle birlikte, hangi yetki ve görevle, hangi yöntem ve araçlarla sağlanacağını anlamamız lazım. Tâ ki bizim adımıza hareket ettiğini söyleyenleri denetleyebilelim.

21.09.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

PKK, derin PKK’ya karşı!


A+ | A-

Üzerinden günler geçmesine rağmen bir numaralı gündem olarak referandumu ve sonuçlarını konuşup tartışmaya devam eden Türkiye, Hakkari Geçitli köyünde 9 masumun can verdiği mayın katliamı ile sarsıldı.

Ve bir kez daha terör gerçeğini hatırladı.

Ölenlerin 4’ü kadın. Bunlardan biri, genç bir anne. 23 yaşında hayata veda eden bu annenin, biri 3, diğeri 1.5 yaşındaki kızları yaralı. Yaraları iyileşip hastaneden çıktıklarında—ki Bakan Atalay, “15 aylık Zeynep artık yürüyemez” dedi—Allah korusun, bir başka kalleş terör saldırısına kurban gitmezlerse, artık annesiz büyüyecekler.

3 yaşındaki Sudenaz ve 15 aylık Zeynep, terör fitnesinin öksüz veya yetim ya da sakat bıraktığı çocuklar listesinin kaçıncı sırasında ve sırada kimler var? Daha kaç masumun canı yanacak?

Ve bu yürek yakıcı trajedi ne zaman bitecek?

Hükümetin, “Artık analar ağlamasın” söylemiyle başlatır gibi olduğu demokratik açılım projesi, ilk ortaya atıldığı tarihin üzerinden bir seneyi aşkın zaman geçtiği halde artık konuşulmuyor bile. Acaba niye? O da mı rafa kaldırıldı?

Dileyelim ki, referandumun açtığı yolda bu açılım projesine de, sürecin tıkanmasına sebep olan hatalardan ders çıkarılarak ve yeni yanlışlar da yapılmadan, hız verilerek devam edilsin.

Geçitli köyü katliamı için BDP’den gelen ve devletin yaptırdığını ima eden mesajlar, AKP ve hükümet cenahında sert bir tepkiyle karşılandı.

Bu durum, iktidar partisinin kendisini artık devletle iyice özdeşleştirdiğine mi işaret ediyor?

Galiba. 12 Eylül’de gözaltına alınıp gözleri bağlı olarak sorgulandığını anlatan Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Artık Türkiye çok değişti” diyerek, “Geçmişte bireysel hatalar yapıldı. Bugünkü Türkiye ortamında o tür mevziî hatalara ihtimal vermiyoruz. Devlet kurumlarının bilgisi dışında dahi bu ihtimal dahilinde değildir” şeklinde açıklamalarda bulunması da bunu gösteriyor.

Bize de “İnşaallah öyledir” demek düşüyor.

Bu bağlamda Geçitli’deki mayınlı minibüs katliamı için Gül’ün yaptığı değerlendirme, “PKK’daki bağımsız gruplar”a dikkat çekiyor.

Burada hükümetin yaklaşımından ayrılan bir nüans var. İktidar, olayı doğrudan PKK’ya yüklerken, Gül örgüt içerisindeki bağımsız grupları adres gösteriyor. Böylece, dolaylı olarak “Olay PKK’nın değil, örgütün kontrolü dışındaki faaliyet gösteren grupların işi” demeye mi getiriyor?

Aynı gün medyada çıkan haberlerde mayınlı saldırının “derin PKK”ya mal edilmesi de ilginç.

Bu durumda şöyle bir tablo ortaya çıkıyor:

Bir tarafta, İmralı üzerinden yapılan temaslarla belli bir noktaya getirilmeye çalışılan, meselâ 20 Eylül’e kadar ateşkes ilân etmesi sağlanan bir örgüt; diğer tarafta bu mutabakatı tanımayıp direnen ve kendi başlarına terör eylemleri düzenlemeye devam eden “kontrol dışı” unsurlar.

Eğer durum böyle ise, bundan sonraki süreçte terörle mücadele, İmralı üzerinden temas ve diyalog kurulup ateşkes ve eylemsizlik kararları aldırılabilen PKK’ya değil, bu kararlara uymayan o “başıboş” unsurların etkin olduğu “derin PKK”ya karşı mı sürdürülecek ve “derin PKK”ya karşı “sığ PKK” ile birlikte mi hareket edilecek?

Öcalan’la, 11 yıldır, Kenya’dan getirilmesinde rol alan özel ekibin görüştüğüne ve devlette “Sen konuşmazsan başkaları konuşur, kontrol senden çıkar” görüşünün hakim olduğuna dair haberin tam da bugünlerde Hürriyet gazetesine servis edilmesi (28.8.10) ile verilen mesaj ne?

Ve MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in, Öcalan’la görüşmelerin 1999’dan 2006’ya kadar sadece askerin kontrolünde yürüdüğü ve ancak ondan sonra MİT ve Emniyet gibi sivil unsurların devreye girmeye başladıkları yönündeki açıklamalarını nasıl değerlendirmek lâzım?

Terörü bitirmek için Öcalan’ın siyasî aktör olarak sahneye sürüleceği aşamaya mı geçiliyor?

İşaret ve ipuçları henüz netleşmiş değil. Ama galiba terör bahsinde de yeni bir sayfa açılıyor.

21.09.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.