Yasemin YAŞAR |
|
Kader yazıları - 8 Kaderin kırmızı çizgileri |
İtikadî istikametin en önemli şartlarından birisi, kadere iman meselesidir. Bu meselede kalem oynatmanın mes’uliyetli bir iş olduğunun farkında olarak, konu ile ilgili bazı temel noktaların bir kez daha altının çizilmesi gerektiğini düşündüm. Kader mevzuu ile ilgili olan insan iradesi ve Allah’ın dilemesi (meşîeti) konusu, meselenin özü niteliğindedir. İnsan ihtiyar sahibi ise de, emir ve irade Allah’a aittir. Öncelikle buna iman etmek, bu temel üzerine diğer mülâhazaları geliştirmek şarttır. Zira bazı âyet ve hadisleri bu nokta-i nazardan değerlendirmek, konuyu anlamayı kolaylaştıracaktır. Kur’ân-ı Kerim’deki bazı âyetlere bakıldığında kader mevzuunu anlamakta güçlük çekmekteyiz. Meselâ, Kasas Sûresi 68. âyette, “Rabbin, kendi istediğini yaratır. Yalnız O ihtiyar eder, seçer. Onların irade, ihtiyarları yoktur.” En’am Sûresi, 111. âyette, “Biz onlara gökten melekleri indirsek, karşılarında ölüleri konuştursak ve her istediklerini onlara versek, biz dilemedikçe yine iman etmezler.” Hud Sûresi 34. âyette, “De ki, ‘Ben size nasihat etmek istesem bile, Cenâb-ı Hak dalâlette kalmanızı dilemişse, size faydası olmaz.’” Bu âyetler Mutezile fırkasını şaşırtırken, Cebriyecileri haklı gösterir nitelikte görünmektedir. Şu var ki, insanın fiillerinden sorumlu tutulacağı bir hürriyetinin olduğu vicdanlarca malûmdur. Bu âyetler Cebriyeciler gibi düşünülecek olursa; haksızlık yapan, zulmeden, gasbeden, kötülükler yapan, küfür ve dalâlette olan kişiler suçlu değillerdir. Zira bu mantığa göre, Allah yaratmıştır ve kaderlerini öyle takdir etmiştir. Anormal bir düşünce sergileyen Cebrî görüş sahiplerinin, o zaman, haksızlığa uğradığında veya bir kimse tarafından zarar gördüğünde hakkını aramaması, “Bu insan suçlu değil, benim de kaderim böyleymiş” demesi gerekir. Oysa insan, fıtratı gereği böyle düşünmez, hakkını hukukunu aramak için uğraşır. O halde bu âyetleri, cebrî mantığından sıyrılarak, ehl-i sünnet görüşüne göre şöyle değerlendirmek gerekir: İnsan bir şeyi irade edince, Allah da irade ederse, o şeyi yaratır. İnsanın her işi bu iki irade ile hâsıl olur. Yani, “şart-ı âdî” hükmünde olan insan iradesi ve Allah’ın küllî iradesi içtimâ eder. Birinci iradeye göre insan mes’uldür. Fakat fiiller ikinci irade ile meydana gelir. Bütün fiillerin yaratıcısı Allah’tır. Fakat ihtiyarî olan fiil ve hareketlerinde insanın kesbi (tercihi, meyli, meylindeki tasarrufu, taalluku) söz konusudur. Talep eden insandır, yaratan Allah’tır. Talep eden olduğu için mükâfatı da, cezayı da kişi görür. Bediüzzaman bu konuyu bir çocuk misâliyle açıklar: “Sen bir iktidarsız çocuğu omzuna alsan, onu muhayyer bırakıp, ‘Nereyi istersen seni oraya götüreceğim’ desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette, ‘Sen istedin’ diyerek itâb edip, üstünde bir tokat vuracaksın.” (26. Söz) Bu düşünce tarzında bütün ehl-i sünnet âlimleri hem fikirdir. Eş’arî ve Maturidî’nin ayrıldıkları veya farklı düşündükleri nokta, cüz’î irade olan insan kesbinin mahiyeti noktasındadır. Yukarıdaki âyetler, insana haddini bildirerek, cüz’i ihtiyarînin bir şeyi yaratmaya muktedir olmadığını anlatmaktadır. Allah dilemedikten sonra hiç kimse, hiçbir şey yapamaz. Meselâ bizim açımızdan, her şeyin tamam olduğu, bütün şartların bir araya geldiği bir esnada meşiet-i İlâhî, bizim istediğimiz gibi taalluk etmez. Allah o işi bizim istediğimiz gibi dilemediği için, o iş tahakkuk etmemiştir. İşte İnsan Sûresi 73. âyette, “Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz” hakikatine böyle bakmak gerekir. Bu âyet-i kerimeler, kişiye haddini bildirerek, Allah’ın da Kadîr-i Mutlak olduğunu hatırlatıyor. Meselâ, kişi hidayete ve dalâlete ulaştıracak sebeplere taalluk eder, cüz’-i ihtiyarî ile tercihlerini hayır ve hidayet veya dalâlet ve şer yolunda kullanır, ancak hidayeti de, dalâleti de Allah isterse yaratır, isterse yaratmaz. A’raf Sûresi, 7/54 âyette Allah şöyle buyuruyor: “Dikkat edin. Yaratma da, emir de O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” Yani âyete göre hükmü veren de, yaratan da O’dur. Fakat burada şunu bilmek gerekir ki, Cenâb-ı Hakk’ın emri iki kısımdır. Birincisi emr-i tekvinî (emr-i cebrî de denir), ikincisi emr-i şer’îdir. Kâinatta emr-i tekvinî hâkimdir. Cenâb-ı Hak, cebrî olarak yaratır, hiç kimseye sormaz, mecbur hissetmez, hiç kimse de buna bir şey diyemez. Bu emre itaat etmek mecburiyetindedir. O Malikü’l-Mülk’tür. Mülkünde istediği gibi tasarruf yapar. Emr-i şer’îde ise, Cenâb-ı Hakk’ın emirleri vardır, onları yapıp yapmamada, zâtî varlığı olmayan, itibarî olan, izafî bir yetkiye sahip cüz’-i iradeye salahiyet verilmiştir. Bu iki emri anlayamadığı için Mutezile ve Cebriye gibi batıl mezhepler ortaya çıkmış, insanlar bu mevzuyu kavramakta zorlanmıştır. Tekvinî emirlerde, Cenâb-ı Hakk’ın meşîeti nasıl taalluk ederse, her şey o şekli alır ve yaratılır. Fakat şer’î emirlerde, Cenâb-ı Hak, yapılmasını istediği ve yapılmasından hoşlandığı şeyleri emretmiştir. Fakat öyle işler vardır ki, Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi olmasına rağmen, rızası yoktur. Yani yasakladığı ve razı olmadığı şeyler vardır. İrade etmek, istemek başkadır; razı olmak, beğenmek başkadır. Yani Allah bir işin yapılmasını irade ettiği halde, insanların o işi yapmasını yasak etmiş olabilir. Her çeşit küfür, isyan, günah bu kısımdandır. Emr-i tekvinîde de, emr-i şer’îde de esas olan meşiet-i İlâhiyedir. Fakat emr-i şer’îde kulun iradesine “şart-ı âdî” olmak gibi bir salahiyet verilmiştir. *** Geçen haftaki yazımızda Maturidî mezhebinin şu görüşünü dile getirmiştik: Allah diliyor, olmasını murad ediyor, sonra insan iradesi ona taalluk ediyor ve oluyor. İlk bakışta Cebriyeyi andıran bu görüş, yukarıdaki âyetlerle birlikte bir bütünlük içerisinde ele alınarak değerlendirilmesi doğru olacaktır. İnsanların kendi ihtiyarî fiillerinde tesirleri vardır ve bu fiiller iki iradenin içtimâıyla meydana gelir. Burada kafa karışıklığına sebep olan şey, bu cümlenin içindeki ‘sonra’ kelimesidir. Çünkü ‘öncelik’, ‘sonralık’ insanlara ait bir kavram olup, Allah’ın iradesinde, takdirinde, meşietinde, muradında öncelik ve sonralık söz konusu olamaz. O zaman cebir olur, insan buna itiraz eder ve imtihan da olmazdı. Maturidi’ye ait bu cümleyi yine Maturidî şu şekilde yorumlar; Allah’ın iradesi, sizin iradenizle beraberdir. Siz irade edince, Allah’ın iradesini hazır bulursunuz. Daha özet bir ifadeyle, insanın davranışları ile ilgili meselelerde illet-i tamme, irade-i külliyenin yanında irade-i cüz’iyenin taallukudur. Allah diliyor, sonra insan iradesi ona taalluk ediyor ve oluyor derken, cebren oluyor şeklinde anlamamak gerekir. Burada meşiet-i İlâhînin esas olduğu, Allah’ın ‘ol’ dediğinin olduğunu anlamak sağlıklı olanıdır. Bütün sebepler bir araya gelse, illet-i tamme gerçekleşse, yine de meşiet-i İlâhî olmayınca o iş meydana gelmez. “Allah’ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz” âyeti gereğince böyle itikat etmek temelde doğrudur. Fakat âdet-i İlâhî gereği, bazen dilediğimiz ve Kendisinin de dilediği şeyleri yaratır, ama isterse yaratmaz. Sebeplerin tam olması o işi meydana getirir demek doğru değildir. Yani Cenâb-ı Hakk’ı, sebepleri tam olan o fiili yaratmaya muztarmış gibi göstermek yanlışlığına düşmemek gerekir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: İnsanlar eşya ve hadiselere müdahale edecek durumda değildir. İnsanın şart-ı adi hükmünde olan iradesi hilkatte sadece bir sebep ve vesileden ibarettir. Cenâb-ı Hak dilemeden bir iş meydana getirmek mümkün değildir. 18.09.2010 E-Posta: [email protected] |