Yasemin YAŞAR |
|
Kadere dair sorular |
KADER YAZILARI - 4
Kader konusunun talim edildiği okuma programımızda talebelerden birinin sorduğu bir soru dikkat çekici idi. Soru şöyleydi: “Cenâb-ı Hak neden herkesi eşit yaratmadı? İnsanların kimisi zengin, kimisi fakir, kimisi sakat, kimisi sağlıklı... Bu, Allah’ın Adil ismine nasıl uygun oluyor?” Elbette talebenin bu sorusu, adavet-i İlâhiye ve isyandan gelmiyordu. Şüphesiz bu sorunun cevabı sadece kader mevzuu ile cevaplandırılamazdı. Zaten kader de, imanın nihayet hududunu gösteren bir mesele olduğu için, öncelikle Allah’ın, mülkün hakikî sahibi olduğuna dair şüphe taşıyanlara bu mesele anlatılamazdı. Enaniyet bu meselenin kabulünde en büyük engeldi. Malikü’l-Mülk olan Allah, mülkünde istediği gibi tasarruf yapabileceğine olan iman, kişinin kendisini o oranda aciz ve fakir hissetmesiyle doğru orantılıydı. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a kafa tutan düşüncelerle Malikü’l-Mülk meselesi anlaşılmazdı. Biz de öncelikle, kendi hayatlarımızdan örneklerle Malikü’l-Mülk’ün tecellîlerini, cilvelerini okumaya başladık. Bizi yokluk âlemlerinden, ziyadar varlık âlemlerine getiren, bir su damlasından hayatı bahşeden, taş, toprak, hayvan bırakmayarak insaniyeti veren, İslâmiyeti ve muhabbeti ihsan eden şüphesiz Allah’tır. Allah, bütün bu ihsanları bir mide gibi yaratmış, sonra da o midenin ihtiyacı olanları da vermiştir. Vücut nimetini vermiş, vücudun devamı için iştihalı bir mide ve bu midenin ihtiyaçlarını Rezzak ismiyle, çeşit çeşit nimetleriyle ihsan etmiştir. Hayat midesini vermiş, bu midenin rızkını toplayacak eller hükmünde, göz, kulak gibi duyuları ihsan etmiş, sonra da hayat midesinin ihtiyaçlarını gidererek, ruy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimet ihsan etmiştir. İnsaniyet midesini vermiş, bu midenin ihtiyaçlarını mülk ve melekût sofraları açarak gidermiştir. Sonra İslâmiyet ve iman nimetini vermiş, bu midenin ihtiyaçlarını da Esmâ-i Hüsnâ dairesine şâmil bir sofra-i nimetle tanzim etmiştir. Bize bu kadar nimetleri ihsan edene karşı, hak dâvâ etmek anlamında, itiraz ve isyan karışık, ‘Neden beni böyle yaratmadın?’, ‘Neden ben şu gibi değilim?’, ‘Neden fakirim?’, ‘Neden hastayım?’, ‘Neden körüm?’ gibi, ardı arkası gelmeyen, insanı küfre kadar götüren sorular, beyinleri allak bullak etmektedir. Biz kullar bu kadar nimete karşı Allah’a bir şey vermiş olsaydık, belki bir hak dâvâsında bulunabilirdik. Halbuki bizler Allah’a bir şey vermedik ki, hâşâ O’nu adaletsizlikle suçluyoruz. Çünkü haksızlık ödenmeyen bir haktan gelir. Biz kulların ne hakkı var ki Cenâb-ı Hakk’a itiraz edip, ‘Niye şöyle, neden böyle?’ gibi isyan mânâsında sorularla haksızlık yapıldığını düşünüyoruz. Bir başka talebemiz konuyu biraz daha derinleştirerek her gün yaşadığımız ve çok kolay yaptığımız yemek içmek noktasındaki örneklerle Malikü’l-Mülk’ü anlamamızı kolaylaştıracak misâller getirdi. ‘Soframıza gelen nimetlerden sadece ekmeğin bir lokmasını farz edelim. Hammaddesi olan buğdayı yaratan, o buğdayı çimlendiren, bunun için adeta bütün kâinatı ve unsurları seferber eden, sonra o buğdayın toplanıp hasat edilmesi, öğütülüp, un hâline getirilmesi fikrini insana bahşeden Allah’tır. Sadece bir lokma ekmeğin soframıza gelinceye kadar ki aşamalarının hangi birisine sahibiz ve müdahale edebiliyoruz? Sonra, o lokmayı ağzımıza aldıktan sonra yaklaşık altı saat kadar bir sindirim süresi ve bu süre içinde dört mutfak ve süzgeçten geçme aşamalarından hangi birine karışabiliyor, sahip olup müdahale edebiliyoruz?’ Akla kapı açan sorularıyla Allah’ın Malikü’l-Mülk olduğuna dair imanımız kuvvetlenmişti. Hemen talebelerden biri atıldı ve bu sorunun cevabının noktasını şöyle koydu: “Demek Allah Malikü’l-Mülk’tür. O istediği gibi tasarruf eder, biz aciz kulların bunu sorgulamaya ne hakkı, ne de haddi vardır?” dedi. Başta sorulan soruyu tartışmaya ve derinleştirmeye devam ediyorduk. Cevap için ikinci bir kapı daha açtık. Bizim sınırlı aklımız, dünyevîleşmiş duygularımız, nefisperest arzularımız ile bir an sonrasını göremeyen, bir an öncesine mâlik olamayan hâlimizle bazı şeyleri sorguladığımızı fark ettik. Zira, algılarımız, zulüm, haksızlık, adaletsizlik gibi yanıltmalarla bizi aldatıyordu. Çünkü bizler hayatımızın bütününe hâkim değildik. Bu yüzden bir ayağın olmaması, bir gözün olmaması veya fakirlik, insanın düşündüğü gibi kötü durumlar olmayabilirdi. Cenâb-ı Hak bazen insanın ayağını alır, onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Kişiye acizliğini ve fakirliğini bu şekilde hissettirir. Kulluğun özüne ulaşan bu insan, kendisini yaratana yönelir. Bu yöneliş ondaki bir çok duyguyu inkişaf ettirir. O insan Allah’ın razı olduğu bir kul hâline gelir. Lütfuyla ebedî saadeti kazanır. Olaylara böyle bakıldığında insanın engelli ve özürlü olması, hatta fakir olması İlâhî bir lütuf mânâsına gelir. Meselâ şehit olanlar canlarından olurlar, ama Allah onlara salihlerin gıpta edeceği bir makam verir. Dolayısıyla ahirette kazandığı ebedî saadet ve şehitlik makamının yanında canından olması çok küçük bir bedel hâline gelir. Aynen onun gibi kişilerin hasta olması, özürlü olması, acizliğini anladığı ölçüde ebedî saadeti kazandıracak bir hazinenin anahtarı hükmüne geçecektir. Mal ve mülk konusunda da şöyle düşünülebilir: Mal ve mülk her zaman hayır mânâsında değildir. Bazen Allah, zenginlik verir, fakat bununla imtihan eder. Allah’ın verdiği nimetler, O’na yaklaşmaya vesile olması gerekirken, O’ndan uzaklaştırırsa, o zenginlik hayır anlamına gelmez. Hâsılı, Allah kimilerine vererek imtihan eder, kimilerine de vermeyerek. Vererek imtihan ettiklerinin imtihanı kolay gibi gözükmektedir. Oysa nimetin hesabını vermek ve o nimeti verenin rızası doğrultusunda kullanmak çok zor bir meseledir. İstikamet yoksa, zenginlik de kayba vesiledir, fakirlik de... Cenâb-ı Hak her zaman rahmetinden vermez. Bazen de gazabından verir. Gazabından verdikleri istidraç ve sapmalara sebeptir. Böyle kişiler, verdikçe kendilerinden bilip, enaniyetleri şişer ve birer firavuna dönüşebilirler. Aslında, ne servet ve ne de fakirlik bir felâkettir. Yerine göre zenginlik de, fakirlik de Allah’ın bir nimeti ve lütfudur. 21.08.2010 E-Posta: [email protected] |