YOLCULUK yaparken bir aileyle tanıştım. Daha doğrusu ailenin küçük kızı, yanımdaki koltuk boş olduğundan gelip yanıma oturdu. Yedi-sekiz yaşlarında sevimli bir kız çocuğu. Saçları iki numara tıraşlandığı için önce erkek zannettim. Öyle de muâmele ediyordum ki, “Abla ben kızım” diye uyardı. “A öyle mi? Kusura bakma tatlım” di-yerek, durumu kurtarmaya çalıştım tabiî.
Yol boyunca sohbet ettik minikle. Ama baktım ki, çocuk benim suyuma göre sorularıma cevap veriyor ve verdiği cevapların çoğu da bir önceki durumuyla çelişiyor. Aslında zekî bir kız. Hani zekâsında bir kusur yok. Önce bu duruma üzüldüm, sonra “Acaba anne ve babası nasıl?” diye merak ettim.
Sohbetimizin başında nereli olduğunu, nereye gittiklerini, nerede oturduklarını ve neler yapmaktan hoşlandığını konuştuk. O da bana bunları sordu. Benim verdiğim cevaplara göre kendini bana sevdirmek, şirin göstermek için, benim hoşlandığımı söylediğim şeyleri kendisi de yapmaktan hoşlandığını söylüyor, ama başka bir konu açıldığında da, bir öncekiyle çelişiyordu.
Hassa’ya anneannesinin yanına gittiklerini söyledi. Kendisi de Hassa’da anneannesinde kalıyormuş kışın ve orada okula gidiyormuş.
Kadıköy’de oturuyorlarmış ve altı kardeşlermiş. Beşi kız, bir erkek kardeşi varmış ve kendisinin de bir ikizi. Ben, kitaplardan söz açtım. Kitapları çok sevdiğimi, okumanın insanı en çok mutlu eden şey olduğunu söyledim.
O da hemen, “Ben her gün kitap alırım. Arkadaşlarımla sokağa çıkmam, oturur o kitabı okurum” dedi. Ben, İstanbul’da en çok gemilere binerek karşıdan karşıya geçerken martılara simit atanları seyretmeyi ve zaman zaman da atmayı sevdiğimi söyledim. O da hemen, “Ben de her gün karşıya geçiyorum. Martılara simit atıyorum” dedi.
İlk molada, lavaboya gittik. Annesinin yanındaydı bizim minik. Annesine, “Yol arkadaşımın annesi siz misiniz?” dedim. “Evet” dedi. “Ben de, Antakyalı’yım. Sanırım siz de Hassalıymışsınız” dedim. Orta boylu, kilolu ve esmer bir hanım. “Hassa’ya gidiyoruz, ama ben Hassalı değilim. Ben İstanbul’luyum” “Hım ne güzel” dedim. Başka da bir şey deme ihtiyacı duymadım tabiî ki.
Çocuğun niçin böyle olduğunu da anlamış oldum böylece. Annesi kendi gerçekliğini inkâr eden bir çocuk, nasıl kendi gerçekliğini kabul edebilir ki? Tatil boyunca daha bir çok yerde bu duruma şahitlik ettim. Başka başka olaylar üzerinden ve aslında şunu gördüm ki, toplum olarak bu konularda ciddî anlamda problemlerimiz var. Oysa kendi gerçekliğini inkâr eden birinin, köksüz ve havada kalmış duygularıyla neye tutunacağını bilmeden bir o yana, bir bu yana savrulup durması kaçınılmaz. Her şeyi kendi çıkarına ve ihtiyaçlarına göre yaşaması da. “Burnu kaf dağını gözlüyor, samanların içinde büyümüş Ayşe!” durumlarından da kurtulamayız.
Aslında gerçekliğini inkâr etmek, kendini de inkâr etmek. Ben köyde doğup büyümüşsem ve sonra doğup büyüdüğüm yeri kabul edemiyorsam. Ya da, hayatımda bir çok eksikliklerimi görüp kabul edemiyor ve onları inkâr ediyorsam sürekli bir kompleks içinde olmam da kaçınılmaz. Zaten bu tarz insanlarla bir arada olduğumuzda ruhumuza bir sıkıntı girer. Oturup iki kelâm edemeyiz.
Sonra bu insanların çocuklarında da aynı gelenek devam eder. Çünkü, kendi gerçekliğini inkâr eden anne babanın çocuklarının da, aynı köksüzlüğü devam ettirmesi kaçınılmazdır. Görgü denen kavramın da önemi burada açığa çıkar zaten.
En tepeden en aşağısına bu tutumda insanlarla hepimiz karşılaşıyoruz. Ama son zamanlarda sanırım biraz fazlalaştı. Yoksa benim mi yeni dikkatimi çekiyor, ondan mı öyle görüyorum bilmiyorum. Nerede kendini beğenmiş biri karşıma çıksa, altında ne yazık ki böyle bir şey yatıyor. Ruhuna ve gerçekliğine ulaşamadığı için narsisizmini besleyen insan kimlikleri yani…
23.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|