Şerif Mardin Hoca, “imam, öğretmeni yendi” diyerek yeni bir tartışmayı daha başlattı. Elbette hoca, sembolik konuşuyor, fakat yine de; Türkiye’nin modernleşme ve demokratikleşme gibi iç-içe süreçlerden geçerken karşılaştığı pek çok problemi en nihayetinde getirip imam-öğretmen mücadelesine ve sembollerine kilitlemek pek doğru olmasa gerek.
Aslında cumhuriyetin ilk yıllarındaki en önemli yanlış, herkesin gıpta ettiği bir yardımlaşma ve dayanışma ile bin yıldır toplumu ayakta tutan müesseselerin, birbirine rakip hâle getirilmeleri ve birini diğerini karşı destekleyip hatta yok etmeye çalışılmasıdır. Fakat bütün bunlara rağmen toplum, ikisine de olan ihtiyacının önemini iyi kavramış ki, ikisi de hâlâ ayakta. Ancak ikisi de yaralı ve yıpranmış vaziyette. Bu sebeple, yabancı filmlerin neredeyse tamamında özellikle vurgulanan; Batının kalkınma ve huzurunda önemli bir payı bulunan rahip-öğretmen dayanışması bizde bir türlü özlenen seviyeye gelmemiştir. Maalesef devlet tarafından teşvik de edilmemiştir. Aksine eğitimde ve bir kısım medyada din adamlarına karşı gizli ve açık bir düşmanlık, tahkir ve tezyif hâlâ devam etmektedir. “Biri diğerine mağlûp olmuştur. Demek ki rejim tehlikededir” gibi ölçüsüz ve tahrik edici değerlendirmeler devam etmektedir.
Bütün bunlarda tek parti döneminin öğretmene yüklemeye çalıştığı; ezan-Kur’ân yasakçılığının takibi kadar millete rağmen olan her türlü faaliyetten sorumlu parti komiserliği anlayışının payı büyüktür. Neyse ki, İkinci Dünya Savaşı sonrası; Hitler, Mussolini ve Stalin metodlarının iyi bir gidiş olmadığı ortaya çıkınca; Batı, İslâm dünyasına özellikle Türkiye’ye uyguladığı jakoben baskıyı biraz hafifletme ihtiyacı hissetti, tek parti rejimlerine olan desteğini kısmaya başladı. Ondan sonradır ki, öğretmen kısmen de olsa yabancı ideolojilerin mümessili olmaktan çıkıp bu milleti millet yapan değerleri öğreten, hür düşüncenin önünü açan bir konuma yani gerçek makamına yükselerek gerekli itibarı kazanmaya başladı. Korkulan ve kendi değerlerimize yabancı öğretmen imajı; yerini, iletişimin daha iyi kurulduğu, sevilen ve içimizden bir öğretmen imajına terk etmeye başladı.
Gerçekte tek parti yönetimlerinin fark edemediği, öğretmenlerin öğretmeye çalıştıkları ilimlerin ucunun bucağının olmadığıydı. Öğretmenin yapacağı en nihayetinde muhtemelen ileride kendisini de geçecek olan talebesine anahtar seviyedeki prensipleri öğretmekti. Öğrenci, öğretmeni hep yanında taşıyamayacağına göre ilim ve fenni ve ona ulaşma yollarını ve sonuç çıkarma metodlarını öğrenmek zorunda. Ayrıca artık her şeyi sorgulayan zamane çocuğunun, öğretmenini de sorgulamaması imkânsız. Siyasî ve sosyal hadiselerdeki her şeyi devlete, tek partiye; üç kıt'ayı asırlarca adaletle yönetmiş bir medeniyeti bir yana itip tarihi ve medeniyeti sadece cumhuriyet dönemine ve Batıya; eşyanın yaratılışındaki hâlâ akıl-sır ermeyen harika icraatı ise akılsız ve şuursuz tabiata endeksleyen bir anlayış elbette sorgulanacak ve genç dimağlar arayışa girecektir.
Nitekim bu tür sorgulamalar o dönemlerde hemen başlamıştır. Bununla ilgili olarak Risâle-i Nur’dan bir bahis aktaralım: “Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. ‘Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.”
Bizimki gibi ülkelerde eğitimdeki yoğun ezbercilikten hep şikâyete ederiz. Aslında ezberciliğin en büyük gayesi talebelere hakim ideolojiyi, onların sorgulamasına fırsat bırakmadan belirli kalıplar içinde öğretmektir, işlemektir daha doğrusu şartlandırmaktır. Yoksa hiçbir ilim ve fen, bugünün şartlarında devlet adamlarına körü körüne itaat etmeyi, hak ve hürriyetleri kısıtlamayı savunamaz; her bir kanun ve prensibinin Allah’ın varlık ve birliğine; kudret ve azametine binler şâhid olan kâinat kitabının şehadetini yok sayamaz. Aksine imanın, taklitten tahkikî seviyeye çıkmasına vesile olur! Önemli olan kâinat kitabının harflerini okumasını öğrenmek ve lisanına aşina olmaktır. Bu da zamanımız insanına özellikle bu memleketin çocuklarına “fenleri dinlemeyi” öğreten Risâle-i Nur’un ne kadar mühim ve ne kadar büyük bir vazifeyle vazifeli olduğunu gösterir.
Şüphesiz devletler için geçici bazı uygulamalar ve yasaklamalar mümkün olsa da, dini toplumdan söküp atmak hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Bu eski çağlarda böyle olduğu gibi günümüzde de farklı değildir. Her türlü güç ve kudretine ve modern zamanların en gelişmiş ideolojilerine ve eğitim imkânlarına rağmen kısa zamanda yıkılıp giden rejimler bunun birer delilidir.
Evet dinin sökülüp atılmasına; hem dinin sahibi olan Âlemlerin Rabbi müsaade etmeyeceği gibi, hem de kabir kapısının kapanmadığı ve ölümün öldürülemediği bir dünyada acz ve fakrdan müteşekkil insan, kalbinde ve ruhunda inançsızlığa geçit vermeyecektir. Elbette insan, kendisini yoktan var eden Yaratıcısına ve onun dinine sığınmaktan başka bir çare bulamayacaktır. Bu sebeple memleketin zararına olan beyhude rekabetler ve ayrımcılık yerine dayanışma ve yardımlaşmayı teşvik etmek gerekir.
08.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|