Lise yıllarında “Merdiven” şiiri dolayısıyla kendisini tanıma imkânı bulsam da, daha çok “O Belde” şiiriyle üniversite yıllarında ilgimi çekti. Evet; zor anlaşılan ve oldukça ağır terkiplerle kurulan bu şiirdir, beni Ahmet Hâşim’e yaklaştıran. Hele ki, dünyayı algılama biçimimizi sorguladığımız, idealizmimizin doruk noktaya ulaştığı ve kanımızın deli aktığı o dönemde, “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz” mısrasının içimde uyandırdığı duygu anaforunun o doyumsuz tadı, kalbimin en mutena köşesinde hâlâ yerini korur.
Düşünüyorum da; pozitivist bir duyarsızlığın kol gezdiği ve duyguların alabora olup aklın maddeden yana tavır almaya zorlandığı bu “efsunlu” çağda, ortaya çıkan değer anarşisine karşı “O Belde” şiiri, sanki ıztırabımın tamamını sayıklayan duyarlı bir ney üflemesi gibi sarmıştı yüreğimi. Nitekim ulvî duyguların yerine süflî duyguların revaçta olduğu bir tabloda, vurdumduymaz ve bir o kadar sorumsuz bir neslin yuvarlandığı boşluğu gören gözlerime en çok yakışan duygudur melâl. Belki de gittikçe eksik kalan en insanî yanımızdır. Ve bu duygu, “Sana yalnız bir ince tâze kadın / Bana yalnızca eski bir budala / Diyen bugünkü beşer / Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar / Bulamaz sende, bende bir ma’nâ” türünden düşüncelerle; maddeci ve kapitalist zihniyetin tasavvur ettiği kadın düşüncesinin ağır bastığı, süfli aşkların vitrine çıktığı, tüketim çılgınlığının insanları paraya esir ettiği, haktan yana tavır alanların budala sayıldığı, nefsanî arzu ve şehevî duyguların yönlendirdiği düşüncelerin hemen her şeyi mânâsızlaştırdığı hayat panoramasına âdeta bir manifesto hükmündedir. Sessiz de olsa, bir tepki koyma biçimi ve bir kabul etmeme duruşudur.
O Belde şiiri sadece karamsar bir ruh hâlinin vehimleri değil. Zira “Hazanda Bülbül” şirinde geçen,“Bir gamlı hazanın seherinde / Israra ne hâcet yine, bülbül! / Bil, kalbimizin bahçelerinde / Can verdi senin söylediğin gül! / Savrulmada gül şimdi havada / Gün doğmada bir başka ziyâda...” mısraları da, O Belde’de olduğu gibi, değişen medeniyet anlayışımız, dünya görüşümüz ve dahi bizi biz eden değerlerimize yabancılaşma trajedimize yakılan hisli bir ağıt hükmündedir. Sahi, “Gül Muhammed teridir” diyen medeniyet anlayışının yerinde yeller esmiyor mu? Gül, ne oldu da böylesi ulvî bir mânâ ile girdiği edebiyatta süflî aşkların malzemesi konumuna düşürüldü? Söz gelimi, Nakkaş Sinan tarafından çizilen portrede, Fatih’in elinde nazlı nazlı salınan gülün sembolize ettiği medeniyet anlayışı ile Orhan Veli’nin İstanbul’u Dinliyorum şiirinde şarkılar, küfürler ve lâf atmaların muhatabı olan kadının elinden yere düşen gülün sembolize ettiği medeniyet anlayışı arasındaki fark neydi?
Lise yıllarında henüz cicili bicili olmayan kitaplarda gördüğüm “Merdiven” şiiri, sanırım şimdi daha da anlamlı geliyor bana. Ne bileyim, “Eğilmiş arza kanar, muttasıl kanar güller / Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller / Sular mı yandı neden tunca benziyor mermer?” türünden ifadeler, eski zamandan kalma nadide değerlere kanayan “melâl” sahibi bülbüllere bir nev'î şefkat sayıklaması algılanabilir. Çünkü artık bülbüllerin hayata tutundukları dallar alev kesilmiş ve bu durum bülbüllerin yüreğini aralıksız kanatmaktadır. Yaşanan gerçeklik o kadar acıdır ki, insan kabul etmese de bir tükenişin acı çığlığı tadında, insana “Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta / Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta” mısralarını söyletir.
Evet, bu vesileyle 4 Haziran 1933 tarihinde ölen Ahmet Hâşim’i, 75. ölüm yıl dönümü dolayısıyla rahmetle anıyoruz…
07.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|