Bundan 100 yıl önce Bediüzzaman’a soruyorlar:
“Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?
Cevap: Doğruluk.
Sual: Daha?
Cevap: Yalan söylememek.
Sual: Sonra?
Cevap: Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüt.
Sual: Yalnız? (bunlar mı?)
Cevap: Evet!
Sual: Neden?
Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.”
Evet, yüzyıl önce söylenen bu sözler günümüz için de geçerlidir. Hatta doğruluk şimdi daha da önem kazanmıştır. Eğer “Ülkemizde beklediğimiz inkişaflar neden olmuyor?” veya “Biz ne zaman adam olacağız” gibi sualler aklınızı meşgul ediyorsa, bunun cevabı doğruluk konusunda yeteri kadar ciddî olamayışımızdan gelmektedir.
Askeriyede 15 yıl görev yaptım. Bir subay arkadaşım bana şunu sordu. Bir meslektaşına misafirliğe gittiğin zaman nasıl namaz kılıyorsun?
“Namaz vakti girince ev sahibinden seccade istiyorum” diye cevap verince “Nasıl yani namaz kıldığını gizlemiyor musun?” diye bir daha sordu. “Farzlarda riya olmaz, ne olursa olsun yerine getirilmelidir” şeklinde anlatmaya çalıştım. Evet, bu şekilde davranınca her ev sahibi ne yapıp edip bir seccadeyi bulup önüme getiriyordu. Çoğu zaman çeyizden çıkarıldığı ve pek kullanılmadığı anlaşılan seccadelerde namaz kılmıştım.
Günümüzde bazı sıkıntılardan kurtulabilmek için ne yazık ki gerçekleri anlatmaktan çekiniyoruz. Gerici derler veya mesleğimden atılırım endişesi ile en önemli konularda dahi doğru olmayan bahaneler kullanıyoruz. İşin ilginç tarafı bu yöntemi kullandıkça, daha da battığımızın farkında bile olamıyoruz. Hâlbuki “En büyük hile hilesizliktir” desek yani gerçekleri çekinmeden ifade etsek hem muhatabımızın güvenini kazanmış oluruz, hem de gereksiz sıkıntılardan kurtuluruz. Hiç olmazsa susma hakkını kullanarak yalandan kaçınmamız gereklidir. Aksi takdirde yalan, yalanı doğuracak üzerimizdeki baskı daha da artacaktır.
Doğruluğun ne derece sihirli bir güç meydana getirdiğini yine eski mesleğim ile ilgili bir örnek ile anlatayım.
Bir tatbikat esnasında liman ziyareti yapıyorduk. Gemi zabitleri olarak akşam yemeğine davet edilmiştim. İçki konusu sorun olduğu için elimden geldiğince bu tip yemeklere katılmamaya gayret ediyordum, ama mutlaka davete icabet etmem gerektiğini söylediler. Ben de gittim.
Yemekte gemi komutanımız içinde alkollü içki olan bir bardağı bana uzattı. Kendisine “alkollü içki içmediğimi” nazik bir dille anlatmaya çalıştım. Fakat komutan ısrar ediyordu ve gittikçe artan bir ses tonu ile içki içmem konusunda geri adım atmıyordu.
Kendisine bu güne kadar içki içmediğimi ve bundan sonra da kesinlikle içmeyeceğimi, bunun bir prensip meselesi olduğunu söyledim. Gemideki mesaî arkadaşlarım komutana karşı geldiğimi düşünerek yanlış yaptığımı düşünüyor, komutanın nezaket sınırlarını aşan konuşmalarını haklı çıkaracak derecede bana karşı tavır koyuyorlardı.
Benim için zor bir durumdu lâkin susmaktan başka hiçbir şey yapamıyordum. Buna mukabil gemi komutanımız alkolün de etkisi ile iyice zıvanadan çıkmıştı. Sonunda başçarkçımız beni müdafaa etmeye başladı. Hakkımda iyi şeyler söyleyerek komutana ısrarından vazgeçmesi telkininde bulundu. Sonunda iş tatlıya bağlandı ve bu sıkıntılı durumdan kurtulmuş oldum.
Yemek yediğimiz orduevinden çıkarken komutanımız yanıma geldi ve yapmış olduğu ısrardan dolayı pişmanlık ifade eden sözler söyledi. Hatta bir fıkra anlatarak gönlümü almak istedi. Ben de kendisine nazik bir şekilde karşılık vermeye çalıştım.
Komutan ve başçarkçımızı böyle bir davranışa neyin zorladığını düşünmeye başlamıştım. Bir türlü doğru bir cevap bulamıyordum. Zira din ile pek barışık olmayan bu kişiler neden ısrarlarından vazgeçmiş ve neden beni savunmak zorunda kalmışlardı? Bu soruların cevabını yıllar sonra buldum. Onları bu türlü davranışa zorlayan en önemli sebebin, benim dürüst bir biçimde konuşmam ve doğruluktan şaşmayan tavırlarım olduğunu anlamıştım.
Eğer rahatsız olduğumu öne sürmüş olmasaydım veya içki içiyormuş gibi görünseydim ısrarları daha da artacaktı. İşte gemideki amirlerime geri adım attıran ve ısrarlı baskılardan vazgeçmelerine sebep olan güç, doğruluk idi. Doğruluk veya bir başka ifade ile sıdk, o derece sihirli bir güçtür ki en şiddetli düşmanları bile insafa zorlayabilmektedir.
Evet, en büyük hile hilesizliktedir. Eğer rahat bir şekilde yaşamak ve inançlarımızın gereğini yapmak istiyorsak, riyakârlıktan ve insanlara dalkavukluk yapmaktan vazgeçmek zorundayız. Aksi takdirde hile ve yalanın her türlüsünü en iyi bir şekilde bilen insanlar bizlerin küçük bir hilesini dahi kolayca anlayabilirler. Zaten yalan söylediğimizde ağzımızdan çıkan sesler ve mimiklerimiz bizi ele verecektir. O halde bunca külfete ve zorluğa girmeye ne gerek var?
28.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|