Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Mükâfat ve mücâzat menzilleri



Sonsuz maksat ve gayeler için bu kâinatı yaratan Cenâb-ı Hak, diğer varlıklar içinde insan nev'îni yaratıp, bu güzel dünyayı onlar için bir imtihan meydanı yapmıştır.

“Hanginizin ameli daha güzel olacak diye ölümü ve hayatı yaratan odur” (Mülk Sûresi: 2) gibi âyetlerle insanların yaratılış amacı ortaya konmuştur. İnsandan istenen, bu kâinatın Yaratıcısını tanımak ve ona iman ile ibâdet etmektir. İşte, yaratılışın bu maksadına uygun hayat sürenlerle, aksine hareket edenler için, ölüm ötesinde ebedî bir mükâfat ve mücâzat menzilleri hazırlandığı bütün semavî kitaplarda haber verilmiştir.

“İman edip salih ameller işleyenlere, kendileri için; içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Cennetlerin meyvelerinden kendilerine her rızık verilişinde, ‘Bu daha önce (dünyada iken) bize verilen rızık!’ diyecekler. Halbuki bu rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için orada tertemiz eşler vardır. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara Sûresi: 25) “Rableri, onlara şu karşılığı verdi: ‘Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden hiçbir çalışanın amelini zâyi etmeyeceğim. Sizler birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de and olsun, günahlarını elbette örteceğim. Allah katından bir mükâfat olmak üzere, onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır.” (Âl-i İmran Sûresi: 195) “Mü’min olarak, erkek veya kadın, her kim salih ameller işlerse, işte onlar Cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğramazlar.” (Nisa Sûresi: 124) “Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, ebedî olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde çok güzel köşkler va’detti. Allah’ın rızası ise, bunların hepsinden daha büyüktür. İşte bu, büyük bir başarıdır.” (Tevbe Sûresi: 72)

Numune olarak iktibas ettiğimiz bu âyetler gibi yüzlerce Kur’ân âyetinin müjdelediği, bu dünya hayatının imtihanını başarı ile verenler için Allah’ın va’d ettiği mükâfat menzilleri cennetlerdir. Sekiz tabaka olan ve kendi içinde binler dereceleri barındıran cennetler, insanların amellerine göre farklılık arz edecektir. Allah, hâşâ va’dinden dönmez. Asla söz verdiği şeyden caymaz. Kudreti ise her şeye yeter. O'na bir baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır. Cennetin îcadı, bir bahar kadar rahattır. İnsanın fıtratı ise, ebedî bir âlemi ve daimî bir cenneti iktizâ eder. Zira, insanın bütün istidat ve kabiliyetleri, emel ve istekleri Cennete bakar ve onu ister. Elbette o kabiliyet ve arzuları ona veren, onları ziyan etmeyecektir.

Hazret-i Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerife göre: “Cenâb-ı Hak Cenneti yarattığı zaman, Hz. Cebrail’e (as) Cenneti gösterdi. Cennetin güzelliği karşısında ‘Ey Rabbim! Senin izzetine yemin ederim ki, senin kulların burayı görseydi, hepsi buraya gelmek için her türlü gayreti gösterirlerdi’ dedi. Sonra ona, Cennete giden yollar gösterildi. Nefsin hoşuna gitmeyecek şeylerle donatılmıştı. Hz. Cebrail (as) ‘Ey Rabbim! Buraya senin çok az kulun gelebilir’ dedi. Sonra Cehennem gösterildi. Hz. Cebrail (as) dehşete kapıldı. ‘Ey Rabbim! Senin kulların burasını görseydi, buraya gelmemek için her türlü gayreti gösterirlerdi’ dedi. Sonra Cehenneme götüren yollar gösterildi. Nefsin hoşuna gidecek her türlü câzip şeyler o yollara serilmişti. Hz. Cebrail (as) ‘Ey Rabbim! Senin kullarından pek azı buraya girmekten kurtulabilir’ dedi. Evet, Cennet tarifi mümkün olmayacak kadar güzelliklerle dolu bir mükâfat menzili iken, ona götüren yollardaki zahmet ve meşakkatlere tahammül etmeyenler kaybedecek. Cehenneme götüren yolların câzibesine kapılanlar da oraya düşmekten kendilerini kurtaramayacaklardır. Dünya ateşinden iki yüz defa daha şiddetli olduğu haber verilen Cehennem azabı hakkında yüzlerce Kur’ân âyeti vardır. Bunun hiç şakası yoktur. Cehennem bir masal ve efsâne değildir. Bilâkis gerçeğin tâ kendisidir. Örnek olarak Fâtır Sûresi 37. âyetin meâli: “Onlar cehennemde ‘Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki, dünyada iken işlemekte olduğumuz amellerden başka salih ameller işleyelim’ diye bağrışırlar. (Onlara şöyle denilir:) ‘Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alacağı kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise, tadın azabı. Çünkü, zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.’”

Mesut Nurver’in Asya-Nur Kültür Merkezinde âyet ve hadislere dayanarak anlattığı bu hakikatler, katılımcıları Cennetle ümitlendirirken, Cehennemle de korkutmuştu. Zaten insan, ne Allah’ın rahmetinden ümit kesmeli, ne de azabından emin olmalı ki, dünya ve âhiret dengesini kaybetmesin.

28.05.2008

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

İslâm bizim kalkanımız



Modern Batı medeniyeti insanlığın temel değerlerine zıt hareket etmektedir. Çoğu Batı toplumu ekonomik olarak kendilerini geliştirirken bu zıtlık da zaman içinde büyüdükçe büyüdü. Zamanla kötülükleri iyi yönlerine ağır bastı, hataları ve zararlı yönleri faydalarını yok etti ve umumi sükûnet ve mutlu dünya hayatı ile medeniyetin gerçek mehasinleri, yağmacı serbest piyasa pratikleri tarafından zir ü zeber edildi. Ve ne zamanki müsriflik ve savurganlık, tutumluluk ve kanaatin yerini almaya; tembellik ve kolaycılık arzusu da gayret ve hizmet bilincine galip gelmeye başladı; işte o zamandan beridir zavallı insanlık hem olağanüstü fakir, hem de olağanüstü açgözlü bir hale geldi.

Materyalizm ve bireycilik akımları insanoğlunu yoksullaştırmıştır. Bu iki akım el ele vererek merhamet, tutumluluk ve kanaat gibi hasletleri yok etmiş; bunların yerine müsriflik, açgözlülük ve hırs gibi kötülükleri ikame etmiştir. Böylece zulüm, gaddarlık ve gayrimeşru her şeyin yolu açılmıştır. Ve insanları sefihane bir şekilde hayattan haz almaya cesaretlendirerek, bu zavallı bedbaht fakirleri mutlak bir boşluğa yuvarlamışlardır. Her iki akım da, gayret ve çalışma arzusunu yok etmişlerdir. Azgınlık ve sefahati teşvik etmiş ve insanların hayatlarını boş ve yararsız işlerde sarf etmelerine sebep olmuşlardır. Buna ilâveten, zengin ve varlıklı insanları da, ne pahasına olursa olsun, her halükârda sadece kendi nefislerini koruma ve düşünme hastalığına sürüklemişlerdir.

Gerçekten de, zamanımızın ufuklarında, despotizmin derinliklerinden bir gaddarlık yükselmekte ve özgürlük illüzyonu altında karanlık bir güç ortalığı kasıp kavurmaktadır. Dünyamızın büyük işletmeleri, geniş bir şirketler imparatorluğunu eşsiz ve emsalsiz bir sermaye üzerinde kurmakta ve sadece ekonomik bir fethe değil, aynı zamanda küresel bir siyasî kuvvet hükümranlığına da açıktan açığa yürümektedir. Bizim zamanımızda, bizim siyasî düzenimizde, para adeta bir organize güç olarak bütün sahalarda hükümran olmaktadır.

Bu vicdansız, küstahça ve zorbaca bir düzendir.

Bu gelişmeler olurken, öte yandan itirazlar da yükseldikçe yükselmektedir. Hangisi hüküm sürecek: servet mi, insanlık mı? Hangisi önderlik yapacak: para mı akıl mı? Hangi grup insanlar meydanı dolduracak: eğitimli ve sadık insanlar mı, yoksa feodal serfler ve uluslar arası sermaye mi?

Bu karanlık gücü darbeyle ve kaba kuvvetle yıkmaya teşebbüs, sadece bu despotları aynı cinsten bir karşılık vermeye sevk edecektir. Onlar, öldürmek yahut şiddetten çekinecek değiller. Onlar sınırların yahut medeniyete saygının anlamını bilmezler. Onlar özgürlük ve demokrasiyi silâh olarak kullanırlar, ancak ikisini de uygulamazlar. Onlar sadece ve sadece bir şeye odaklanmışlardır, o da her halükârda ve ne şekilde olursa olsun büyük sermayelerinin kârlarını arttırmaktır.

Kur’ân bize der ki; “Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir”. (Bakara Sûresi, 269. Âyet)

Bush yönetimindeki Amerika Birleşik Devletleri ve onun geliştirdiği siyaset, kendi devirlerinde plütokrasinin (zenginler iktidarı) gelişmesini körüklemiş ve dünyada uluslar arası sermayenin semirmesine yardımcı olmuştur. Ünlü yazar ve eski ABD Başkanı Richard Nixon’un siyasî stratejisti Kevin Philips, Amerika Birleşik Devletleri’nin ‘sermaye ve iktidarın birbirine kaynaştığı’ bir plütokrasi olduğunu öne sürmektedir.

Öte yandan Bediüzzaman Said Nursî ise, Müslümanlara, güç ve kuvvet yerine doğruluğun geçmesinin, Kur’ân’ın gerçek hikmeti olacağını öğütlemiştir. Nursî şöyle söyler: “Ammâ hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinâdı, kuvvete bedel “hakkı” kabul eder. Gâyede menfaate bedel “fazîlet ve rızâ-i İlâhîyi” kabul eder. Hayatta düstur-u cidâl yerine “düstur-u teâvünü” esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında unsuriyet, milliyet yerine “râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gâyâtı, hevesât-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.

Hakkın şe’ni ittifaktır. Fazîletin şe’ni tesânüddür. Düstur-u teâvünün şe’ni birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni saadet-i dâreyndir. “. (Said Nursî; Sözler: Onikinci Söz: Üçüncü Esas.)

Batı modernleşmesiyle birlikte gelen gaddarlık ve zorbalık bir şekilde tersine çevrilebilir. Gerçekten de, bugün bu hikmete sahip olan bir çok insanın, dünyayı global bir sermaye tarafından kontrol edilmekten kurtarmaya çalıştığı çağdaş Türkiye’de, demokrasi ve özgürlük gerçek anlamda ancak ve ancak İslâm sancağı altında yaşanacaktır.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

28.05.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Fethe doğru adım adım



onstantıniyye (İstanbul) mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, askerleri de ne güzel askerdir.” Bu Peygamber müjdesi, nice komutanı İstanbul surlarına kadar getirmiş, bir çok defalar kuşatmalar yapılmış, ama bir türlü fetih müyesser olmamıştı. Fatih’in babası İkinci Murad’ın en büyük emellerinden biri de buydu. Birgün meclisinde bulunan Hacı Bayram-ı Velî’ye, “Efendi Hazretleri, bir el verseniz, yol gösterseniz de Bizans’ı fethetsek, bu belâdan kurtulsak” dediğinde, onun bu fethi yapamayacağını, kendisinin de göremeyeceğini belirtmiş, “Bunu ancak beşikteki şehzade Mehmed’le bizim Akşemseddin görecektir” demişti.

Şehzade Mehmed, İstanbul'un fethiyle ilgili Peygamber müjdesini duyduğunda yerinde duramamış, gece gündüz onun hülyasıyla yatıp kalkmıştı.

Hatta ders aldığı şehzadelik günlerinde bir gece geç vakitte odasının ışığının yanmakta olduğunu gören hocası Molla Güranî, “Hayırdır inşaallah, niçin uyumadın?” diye sormuş, masanın üzerinde bulunan bir kısım kâğıtlara izin alıp baktığında haritaya benzer bir kısım planlar görmüş, “Bunlar nedir?” diye sorduğunda, Fatih aralarında sır kalması şartıyla düşüncelerini anlatmış, İstanbul fethinin gece uykularını kaçırdığını, planlar yaptığını söylemişti. Hocası Molla Güranî’nin tavsiyesi de bu fethin cahil bir kumandana değil; âlim, âlim olduğu kadar âdil ve dirayetli bir hükümdara nasip olacağını belirtmesi ve “Bunun için senin gerekli ilimleri öğrenmen en büyük emelim” diye öğütte bulunması olmuştu. Fatih genç yaşta bilgili, dirayetli bir hükümdar hâline gelmiş; yedi dil öğrenmişti. Azimli ve kararlıydı. Kendini İstanbul’un fethine kilitlemişti. Bunun için ne yapılması gerekiyorsa yaptı, yaptırdı. İkinci defa tahta oturduğunda on dokuz yaşında bir delikanlıydı. İstanbul’un fethi için gerekli hazırlıkların yapılmasına başladı. İlk olarak Anadolu Hisarı’nın karşısına dört ay gibi kısa bir sürede Rumeli Hisarını yaptırttı. Yapım esnasında bunun İstanbul fethi için atılan bir adım olduğunu fark eden bir rahip yanındaki güzel kızıyla gelmiş, bu faaliyetinden vazgeçmesi için kızını vereceğini îmâ etmiş, fakat Fatih, “Ben öyle bir maksada kilitlendim ki cins-i lâtiflere dahi dönüp bakacak vaktim yok” demişti.

Edirne’de döktürdüğü, surları yıkabilecek büyüklük ve güçteki, düşmanların ejderhaya benzettiği şahi denilen toplar ise bir harikaydı. Bir kısmının projelerini bizzat kendisi hazırlamıştı. Havan topunu icad edecek kadar da matematik bir dehâya sahipti, muciddi Fatih. İki bin kadar askerin taşıyabildiği, Kasımpaşa sırtlarından ateşlenen, bazıları iki tonluk gülleler atabilen bu havan toplarıyla Haliçteki zincirlerin gerisindeki Bizans gemileri batırılabiliyordu.

Fethin gerçekleştirilmesinde en büyük pay ise hiç şüphesiz yetmiş iki geminin Tophane’den karaya çıkartılması, bir buçuk kilometre kadar karadan çekilerek Kasımpaşa sırtlarından Haliç’e indirilmesiydi. Bizans’ı şaşkına döndüren bir başarıydı bu.

Bunun gibi daha nice şaşkına döndürücü faaliyetler fethe adım adım götürüyordu onları. Bu serüvende rol oynayan başka önemli unsurlar da vardı. Bunun üzerinde de inşaallah yarın duralım.

28.05.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İktidar şansı olan partiler (3)



Bu yazı serisinde temel referans olarak aldığımız Emirdağ Lâhikası—II'de yer alan mektupların hemen tamamı 1950'den sonra telif edilmiş. Ağırlıklı olarak da içtimaî ve siyasî konulara taalluk ediyor, bu mektuplar.

Dolayısıyla, "Bu vatanda şimdilik dört parti var" diye başlayan mektubun da 14 Mayıs 1950'den, hatta Ezan–ı Muhammedî'nin serbestiyeti olan 17 Haziran 1950'den sonra kaleme alındığı anlaşılıyor.

"Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza dair bir hakikat" üst başlığıyla telif edilen bu mektupta, işaret edilen dört partinin ismi şu şekilde sıralanıyor: "Halk Partisi, Demokrat Partisi, Millet Partisi ve İttihad–ı İslâm Partisi."

Biz o devirde kurulan bütün parti isimlerini araştırdık, keza 1948–1953 yılları arasında yayınlanan bu gibi konulara son derece duyarlı olan Sebilürreşad isimli mecmuanın bütün sayılarını tetkik ettik, ancak yine de "İttihad–ı İslâm Partisi" isimli bir partiye rastlayamadık.

Yani, bu isimle kurulmuş ve resmiyet kazanmış herhangi bir parti yoktur.

Demek anlaşılıyor ki, İttihad–ı İslâm, resmî bir partinin değil, tıpkı İttihad–ı Muhammedî gibi bütün mü'minleri içinde barındıran potansiyel bir hareket veyahut cereyandır.

Söz konusu mektuplardaki tahlillere baktığımızda ise, bu büyük potansiyelden, meydandaki mevcut her üç partinin de istifade etmeye çalışacakları anlaşılıyor.

Şimdi de, bu üç boyutlu istifade şekli hakkındaki yorumlara bakalım.

* * *

Halk Partisi, siyaseti dinsizliğe âlet etmeye çalışıyor. Bir taraftan da, Said Nursî ve talebelerini "dini siyasete âlet etmekle" itham ediyor. Bundan da anlaşılıyor ki, bu parti din dairesi içinde böylesi bir kapıyı aralamak istiyor. Tâ ki, Demokratlara istinat noktası olan dindarları bölsün, parçalasın ve tek başına iktidara gelmeleri imkânsız bir şekle dönüşsün.

Bu noktadan hareketle, 1946 seçimlerinden sonra teşkil edilen DP grubunun bölünerek dindarların Millet Partisine transfer olmasına, 1950'den sonra İslâm Demokrat Partisinin kurulmasına, 1957 seçimlerinde DP'den ayrılanların Hürriyet Partisi adı altında seçime katılarak kısmen DP'yi bölmesine, hatta 1971'den sonra MSP'nin kurdurularak Demokrat oyların bölünmesine sebebiyet veren gelişmelerde, Halk Partisinin el altından ciddî katkılarının, teşvik ve desteklerinin olduğu söylenebilir.

Üstad Bediüzzaman'ın ifadesiyle, Halk Partisi, Demokratların da kendileri gibi dinden uzak olduğu zannını millete vermek için, Demokratlardan daha dindar görünen bir partiyi zımnen, yani gizlice destekledikleri anlaşılıyor.

Sebilürreşad mecmuasının 1950'lerde çıkan nüshalarını tetkik ederken de, bu acip nokta ziyadesiyle dikkatimizi çekmişti. Millet Partisinin yayın organı tarzında neşriyat yapan bu mecmuanın pekçok sayısında, Demokratlar ile Halkçıların din ve dindarlar nazarında aynı olduğu, aralarında hiçbir fark bulunmadığı ısrarla vurgulanırken, Millet Partisinin ise, dindarların en çok güvenmesi gereken parti hareketi olduğunun altı çiziliyordu.

Öte yandan, Büyük Doğu ile Serdengeçti mecmualarındaki siyasî makalelerde de aynen Sebilürreşad tarzında bir propaganda-i siyaset yapılıyordu.

Bütün bu neşriyata rağmen, Üstad Bediüzzaman hayatta olduğu sürece bu maksatlarında bir türlü muvaffak olamayan Halkçılar, yine de taktiklerinden vazgeçmeyip daima fırsat kollamışlardır.

(Devamı var)

Tarihin yorumu : 28 Mayıs 1356

Rumeli'ye geçiş heyecanı

Gazi Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, kat'î ve geri dönülmez bir kararlılık içinde Anadolu'dan Rumeli topraklarına geçti.

Bu geçiş hareketi, tıpkı Tarık bin Ziyad liderliğindeki İslâm ordularının Afrika'dan İspanya'ya geçişi gibi olmuştur.

Çanakkale Boğazı'ndan Rumeli'ye ayak basan Osmanlı gaza ve cihad birlikleri, ilk etapta Gelibolu'ya yerleşti.

Komutanlardan Ece Beyi fetih hizmetleri için bu bölgede bırakan Süleyman Paşa, yanına aldığı akıncı birlikleriyle Rumeli'nin içlerine doğru ilerlemeye devam etti. (Not: "Eceabat" ismi buradan gelmektedir.)

Hayatı boyunca zaferden zafere koşan "Rumeli Fatihi" Gazi Süleyman Paşa, kendisinden evvel Rumeli'ye geçiş yapanlar gibi geri dönmeyi hiç düşünmedi. Onun niyeti, gittiği yerlerde kalıcı fetihlerde bulunmak ve oraları yine kalıcı eserlerle donatmak, mâmur etmekti.

Nitekim, öyle yaptı. Fethettiği yerlerde mescitler, medreseler inşa ettirdi. Bundan dolayıdır ki, yüzlerce yıldır Bolayır'daki mezarı başında rahmetle anılıyor. Aynı rahmet duâları Süleyman Paşa gibi, arkadaşları Gazi Yakup Bey ve Ece Bey için de okunuyor.

28.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Demokratik değil, “militan laiklik”



Avrupa’da doğan ve dine, dindara veya ateistlere nötr kalan; hatta düşünce ve inançların şemsiyesi olan laiklik; ülkemizde âdeta dini ortadan kaldıran bir unsur olarak kullanılmıştı.1 1937’lerde Anayasa’ya konmasına rağmen, 1924’ten sonra tamamen, “dinsizlik” mânâsında, “militan bir laiklik”2 olarak uygulandı.

Fransız İhtilâl-i kebîrinin tesirinde kalan Osmanlı aydınları ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları, bâtıl bir kıyas ile, “Batı laik oldu, dini terk etti, ilerledi; biz de dini terk edelim ve terakkî edelim” mantığıyla hareket ederek, İslâm dinine karşı savaş açtı. Bunu da laiklikle yapacaklardı.

İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladstone, Ocak 1938 yılında, hükûmet başkanına sunduğu raporda, “ihmâl” olmadığını açıkça belirtmişti: “Savaş bize gösterdi ki, İslâm Birliği, imparatorluğun sakınması ve mücadele etmesi gereken en büyük tehlikedir. Ne mutlu bize ki, Kemal Atatürk, Türkiye’yi kavmiyetçi ve laik bir çizgiye yerleştirmekle kalmadı, aksine tesirleri çok derin olan reformlar yaptı. Bu reformlar, Türkiye’nin İslâmî tesirini kırdı.”3

Laik-seküler anlayışı hayatın her kademesinde uygulamak isteyen CHP’nin 1947 kongresinde, laiklik; “Laiklik yalnız din ile siyaset arasında bir alâka kurulmaması değil, sosyal hayatın her yönü ile din arasında bir münâsebet kurulmamasıdır” şeklinde yer alır.4 Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, “Biz Avrupa’daki mânâda bir laiklik kabul etmiyoruz, devlet kontrolü olacaktır ve olmasında da fayda ve zarûret vardır”5 şeklindeki sözleriyle CHP zihniyetinin laiklik anlayışını ortaya koyuyordu.

Aslında laiklik, bir idâre şekli ve bir rejim değildir. Ama, Türkiye’de bir rejim gibi algılandı. Dahası, Osmanlı aydınlarının, laiklik olarak ifâde edilen düşünceye buldukları ilk karşılık, “asrîlik”tir.6 Bu kavram, Anglo-sakson geleneğindeki “sekülarizmi” (din dışı, dinsizlik) karşılamaktadır. Asrîlik ilericilik, din ise gericilik demektir. Öyle ise, modernleşmek, yâni asrîleşmek için dini ortadan kaldırmak gerekir! Üstelik liberal değil, “jakobendi.”

Siyasî literatürde laiklik; demokrasinin temel esaslarına aykırı olmamak şartıyla devletin her türlü, inanç, düşünce karşısında tarafsız kalması şeklinde tanımlanır.

Bediüzzaman, laikliğe, bütünüyle sahip çıkmadığı gibi, onu bütün bütün de reddetmez. Yalnızca o da gerçek tanımını yapar: “Lâik cumhuriyet, dini dünyadan ayırmaktır. Yoksa, dini reddetmek ve bütün bütün dinsizlik olmadığını biliyoruz. Lâik mânâsı bîtaraf (tarafsız) kalmak, yâni hürriyet-i vicdân düstûruyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişilmez bir hükûmet telâkki ederim.”7 “Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hakimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem, laik cumhuriyet, prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir.”8

Bediüzzaman, Cumhuriyet devrinde laikliğin dinsizlik olarak tatbik edildiğini;9 dinsizliğin (ateizmin) bundan istifade ile kuvvet bulduğunu10 tesbit ederek uygulanan laikliği şiddetle eleştirir.

Dipnotlar:

1- Ali Ferşadoğlu, Gönüllü Kültür Kuruluşları, Yeni Asya Neşriyat, İst., 1995, s. 21.; 2- C. Eroğlu, Demokrat Parti Tarihi, s. 91.; 3- Prof. Zekzuk, s. 94.; 4- Doç. Dr. Mümtaz’er Türköne, Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi, s. 3.; 5- Sebilürreşad, Mecliste Anayasa Müsakereleri, c. 13, sayı: 320, Nisan 1961, s. 317.; 6- Age.; 7- Tarihçe-i Hayat, s. 187, 332.; 8- Age, s. 194.; 9- Tarihçe-i Hayat, s. 195.; 10- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 97.

28.05.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İsm-i Celâl ve Cemal üzerine



İstanbul’dan Ayhan Demiröz: “‘Evet cemalin gözünde celâl ne kadar cemildir; celâlin gözünde dahi cemal o kadar celildir’ (Mesnevî-i Nuriye, s. 333) cümlesini açıklar mısınız?”

Allah Celil1 ve Cemil’dir. Yani Celâl ve Cemal sahibidir. Yani yücelik ve güzellik sahibidir. “Yeryüzünde bulunan herkes fânidir. Ancak Celâl ve İkram sahibi Rabbinin vechi bâkîdir”2 âyeti ve “Celâl ve İkram sahibi Rabbinin ismi ne yücedir!”3 âyetleri bize Celâl ve Cemal isim ve tecellilerinden haber veriyor.

Güneşlerden, yıldızlardan yerküreye, dağlardan, denizlerden ağaçlara ve zerrelere kadar her şeyi emrine itaat ettiren yüksek ve İlâhî bir terbiye var ve gözümüzden kaçmıyor. Çünkü her nesne, her zerre muntazam bir terbiye içinde işini bilgece yapıyor, kendisine verilen emri ustaca yerine getiriyor. İşte kâinatta her şeyi kuşatan ve şüphesiz Allah’a ait bulunan bu yüksek terbiye, bize Rab isminin penceresinden Celîl ismini gösteriyor. Bediüzzaman’a göre mahşerin hak olduğunu kavramak için yalnız Celîl ismini kavramak yeterlidir. Öyle ki, bu gözümüzle gördüğümüz yüksek terbiye, böyle fani ve geçici bir memleket üzerinde durmaz. Bu terbiyenin Sahibi sermedî ve bakî bir haşmet dairesi, ebedî ve yüksek bir terbiye dairesi var edecektir. Ebediyet, Celîl isminin bir lâzımı olarak gün yüzüne çıkacaktır.4

Saîd Nursî Hazretlerine göre, zulüm, küfür ve inkâr Cenâb-ı Hakk’ın celâl, izzet ve azametine dokunmaktadır. Küfür ve inkâr içinde bulunan hezeyancı ve yalancı vehimleri Cehennem’e atmak, Celil isminin bir gereğidir.5 Celil isminin yerküredeki tecellisini görmek için denizin dev dalgasına, kasırgasına, fırtınasına ve yerin sarsıntısına bakmak yeterlidir. Yerler, gökler, güneşler, yıldızlar ve arş gibi büyük varlıklar azamet cihetiyle Celil ismini gösteriyorlar ve Celil ismini zikrediyorlar.6

Allah’ın Cemal Sahibi olması, yani eşsiz güzelliği de, var olan her şeyde kendini öncelikle gösteriyor. Çünkü her şey eşsiz güzel yaratılmıştır. Kâinattaki bütün güzellikler, Allah’ın sonsuz güzelliğinin binler perdelerden geçmiş gölgeleridir, âyineleridir.

Her şey fevkalâde güzel yaratılmıştır. Varlıkların olabilecek en güzel şekliyle yaratılması, Allah’ın eşsiz güzelliğini ve benzersiz Cemalini gösteriyor. Deniz içinde ve yeryüzünde merhametle ve şefkatle bakılan küçük hayvancıklara ve yavrulara dikkat edilirse, hepsinin açık bir dil ve yüksek bir sesle, “Ya Cemil, Ya Rahim!” diye zikrettikleri, Cemîl ve Rahîm isimlerini gösterdikleri anlaşılacaktır.7

Kâinatta nurun olması Nur’dandır. Vücudun olması Mevcud’dandır. İhsan zenginlikten gelir. Cömertlik serveti gösterir. Talim, ilme işaret eder. Hüsün ve güzellik vermek, Hasen’den; güzelleştirmek, Güzel’den; cemal vermekse Cemil’den gelir. “İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki:” der Saîd Nursî Hazretleri, “Bu kâinatta görünen bütün güzellikler öyle bir Güzel’den geliyor ki, bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla, âyinedârlık dilleriyle, O Güzel’in cemalini tavsif ve tarif eder.”8

Farkında olmadan ölüme koşan insan, öyle mutlak ve sonsuz Güzel olan bir Cemîl-i Zülcelâl’in rahmet dairesine ve huzuruna gitmektedir ki, bin yıllık mutlu bir dünya hayatı, O Sonsuz Güzel’in hazırladığı Cennet hayatının bir saatine değmemekte; böyle bir Cennet hayatının bin senesi ise O Sonsuz Güzel’in Cemal’ini bir saatlik görüşün lezzet ve saadetini asla vermemektedir. Böyle yüksek dairelere giden insan ve güzel mertebelere uçan ehl-i iman asla ölüm korkusu yaşamamalıdır.9

“Evet!” der Bediüzzaman, O Sonsuz Güzel’i ifade etmek için; “Koca Cennet bütün hüsün ve cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennete Cenneti unutturan bir Cemal-i Sermedi! Elbette nihayeti ve şebîhi ve naziri ve misli olamaz.”10

Celâl ile Cemal tecellîleri,—Celâl izzeti, azameti ve yüceliği, Cemal hüsnü ve güzelliği gösterdiği halde—birbirleriyle çelişmezler ve iç içe tecellî ederler. Bazen güzellik, celâlden tecellî eder. Bazen de izzet ve azamet, cemalden akar. Celâl tecellîleri güzellikten nasipsiz değildir. Cemal tecellîleri de izzetten ve azametten nasipsiz değildir. Yani cemalden bakılınca celâl eseri, celâlden bakılınca cemal eseri rahatlıkla görülebilmektedir.11

DUÂ

Ey celâl sahibi Cemil! Ey cemal sahibi Celil! Ey güzellik sahibi Aziz! Ey izzet sahibi Güzel! Ey her zerrede eşsiz güzelliğini gösteren Cemil! Ey her nesnede benzersiz büyüklüğünü bildiren Celil! Bize güzel ahlâkı, güzel huyları, güzel duyguları, güzel davranışları, güzel işleri sevdir! Bize helâl güzellikleri sevdir! Verdiğin sayısız güzelliklere karşı bizi şükürsüz kılma, teşekkürsüz kılma, minnetsiz kılma! Bizi Sana minnettar eyle! Bizi Sana itaatkâr eyle! Bizi Sana kul eyle! Âmin.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavât, 86; A.Z.Gümüşhânevî, M. Ahzâb, 2/234; 2- Rahmân Sûresi, 55/26,27; 3- Rahmân Sûresi, 55/78; 4- Sözler, s. 72; 5- Sözler, s. 77; 6- Mektûbât, s. 228; Sözler, s. 301; 7- Sözler, s. 301; 8- Şuâlar, s. 71; 9- Mektûbât, s. 223; 10- Şuâlar, s. 71; 11- Mesnevî-i Nuriye, s. 178

28.05.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Hayallerim kayıp



Sen benim kavgamdın. Boyum henüz kapının kolunu açacak kadar büyümemişti. Hâlâ annem açıyordu, dışarı çıkmak isteyince dış kapıyı.

Ne kadar zor ve uzun gelirdi o zaman kapılar. Bazen korkunç canavarlara bile benzettiğim olurdu.

Çocukluk bu ya ayakkabımı tek başıma giyme hayalleri kurardım. Büyüyecek ve tek başına çıkacaktım dışarıya, bu kadar kolay ve bu kadar basit olacaktı her şey işte.

İlk öğrendiğim şeydi ayakkabımın bağcıklarını bağlamak. Bilsen ne çok sevinmiştim o gün. Hayatdaki her şeyi öğrendiğimi sanmıştım.

Çocukluk bu ya, öyleydi de. Sen kavgayı hiç sevmezdin bilirdim. En nefret ettiğin şey birinin dövülmesiydi. Bu sana hiç adil gelmezdi. Her kavgaya tutuştuklarında mahallenin çocukları, ağlardın sen. Neden ağladığını hiç anlamazdım. Sırf sen üzülme diye, kimseyle arkadaşlık etmez, kimsenin oyununa katılmazdım.

Ancak bazen benim de üzerime gelirlerdi. Boyumdan büyük boylarına, benden çok daha güçlü pazılarına rağmen, onlarla kavgaya tutuşur ama hep yenilen taraf olurdum.

Senin beni cesur görmeni isterdim. Dayak yesem de, her yerim kanasa da sen cesur görmeliydin beni.

Her şeye rağmen seni koruduğumu bilmeliydin. Çocukluk işte, o anlarda seni her şeyden koruyacağımı düşünür; içten içe gururlanırdım. Adımlarımı farklı atar, ayaklarımı kaldırır daha uzun görünmeye çalışırdım. Büyüdüğümü görmek, beni çok mutlu ederdi.

Böyle günlerde eve gitmeyi hiç istemezdim. Saatlerce dışarıda kalır senin gidişini izlerdim. Çünkü her kavganın ardında annesinden azar işiten, babasından “Sen neden dövemedin?” diye dayak yiyendim.

Hiç ağlamazdım. Aslında yaşlarım akardı ve ben onları tutmaya çalışırdım. Babam dövse de her akşam beni, ben onu severdim. “Sevmem gerekliymiş” sen öyle söylemiştin.

Ama bu kadar acıya rağmen, hiç vazgeçmeyendim. Çünkü sen benim yüreğimdin.

Sabahları zor olurdu bizim evde. Hep “keşke hiç akşam olmasa da seni görsem” diye duâ ederdim. İsteğimin olmayacağını bilirdim ama seni ne kadar sevdiğimi tekrarlamış gibi hissederdim bu halimi.

***

Derken zaman geçti gitti. Hepimiz koca koca insanlar olduk. Ancak ben yüreğimi o çocukta bıraktım. Saf, temiz ve küçük şeylerden bile, dünya kadar umut çıkaran o çocukta. Hayatı kapı kolunda gören, sevmeyi öğrenmiş, nefreti hiç tanımayan bir çocuktu o.

Arasam belki bulurum biliyorum. Artık aramak değil hayal etmek istiyorum. Zira ne zamandır hayallerim kayıp, arada bu şekilde buluyorum.

28.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

GAP ve “Güneydoğu meselesi”



Kamuoyu, “Yargıtay başkanlar bildirisi,” “kapatma dâvâsı” ve sonrasındaki siyasî senaryolarla meşgul edildi. Bu gürültüde ekonominin kriz hali ve Türkiye’nin Güneydoğu meselesi âdeta unutturuldu.

Sınırötesi hava ve kara harekâtından sonra “karakol baskını” ve çatışmalarda onlarca şehid verilmesi bile, iç siyasetin hayhuyu ortasında kayboldu.

İngiltere Kraliçesi’nin üzümlü elbise giydiği ve çilekçi eldiven taktığı, Bayan Gül’ün ne tür bir kostümle kendisini karşıladığı ve önünde reverans yapıp yapmadığı, Cumhurbaşkanı Gül’ün smokin giyip “şövalye nişanı” takması ve “kraliçe şerefine” erken kadeh kaldırması benzeri magazinle meşgul olan mâlum medya da “Güneydoğu meselesi” ve terörle mücadele geri plâna itildi.

“Barzani’nin artık uslu çocuk olup mızıkçılık çıkarmadığı,” Kuzey Irak’ta sanki terörün tasfiye edildiği, Türkiye’nin arabuluculuğunda İsrail ve Suriye’nin barış masasına oturduğu haberleriyle bir “tozpembe gündem” ihdas edildi…

Oysa ABD’nin Irak’taki işgali ve katliâmı, İsrail’in Filistin’deki soykırımı sürüyor. Kuzey Irak’taki “kukla devlet” emr-i vakisi dayatılıyor; terör örgütü darbe de alsa Irak’ın kuzeyinde ve bölgede hâlâ duruyor, elebaşları serbestçe geziyor, bölgede terör olayları devam ediyor.

* * *

Başbakan Erdoğan’ın Güneydoğu ziyareti ve “GAP Eylem Plânı” gündemi yeniden Güneydoğu’ya kaydırdı.

Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), Türkiye’nin en büyük ve dünyanın sayılı projelerinden. 28 Şubat sürecinin siyasî aktörleri Anasol-D ve Anasol-M hükûmetleri döneminde tavsadı. Son beş yıldır AKP iktidarında “kaynak bulunmaması” nedeniyle bir tek çivi çakılmadı. Bu bakımdan Başbakan’ın GAP yatırımları için yapacağı açıklamalar oldukça önemli.

Bölgedeki sanayici ve işadamları, yıllardır bir türlü bitirilemeyen projenin öncelikle tamamlanmasının gereği üzerinde durmaktalar. GAP’tan elde edilen ürünlerin, bölge yeraltı kaynaklarının ve öne çıkan sektörlerin dünya ile rekabet edebilmesi için teşvik sisteminin gereğine, ihracat desteğinin ve yaşanan kuraklıkla ilgili yardımların önemine dikkat çekmekteler.

GAP’ın bölgeyi iktisadî bakımında ayağa kaldıracak, ticaret, tarım ve sanayi merkezi olmasını sağlayacak bir entegre proje olduğunu hatırlatmakta; “GAP Eylem Plânı”nın bunu hedeflemesini belirtmekteler. Zira tamamlandığında bölgenin gelir seviyesi beş kat artacak, tarımsal üretim tavan yapacak, bütün unsurları faaliyete geçtiğinde dört milyon vatandaşa yeni istihdam kapısı açacak…

Bütün bunlar GAP’ın maddî yönü. Ancak GAP’ın sosyal alanda netice vermesi ve fitne ve terörün kaynağının kurutulması için Ankara’nın özellikle bölge politikalarının eksenini doğru bir zemine oturtması; yatırımların, proje ve programın sosyal ve kültürel açıdan da bir bütünlük içerisinde değerlendirilmesi gerekmekte.

Aksi halde, Başbakan’ın Diyarbakır’daki açıklamaları ve vereceği vaadler, kısa bir süre için bir “iyimserlik” havasını vermekle kalacak, sürekli ve sonuç alıcı bir moral ve motivasyonu teminde yetersiz kalacak. Şimdiye kadar defalarca açıklanan “Güneydoğu paketleri”nde olduğu gibi…

* * *

Hükûmetin hazırladığı “GAP Eylem Paketi”nin ne derece yeterli olduğu ayrı bir konu. Ancak problemin ekonomik ayağı oturtulsa da, bunun muhakkak sosyal, kültürel ve bilhassa mânevî tedbirlere takviye edilmesi bir zarûrettir.

Terör belâsı, maddî tedbirlerle birlikte, mânevî bağlar üzerinde milletin birlik ve bütünlüğüyle ancak ortadan kaldırılır.

Birliği ve kardeşliği zedeleyen, husûmeti telkin eden zehrin panzehiri ise inanç ve din birliğidir. Ankara hiçbir komplekse girmeden, “laiklik elden gidiyor” türü şaşırtma ve saptırmalara kanmadan, bu hayatî birlik bağlarını güçlendirmeli.

Bundan bir asır önce Şark’taki aşiretlere meşrutiyet ve hürriyet derslerini veren, hayatı ve eserleriyle ülkenin birlik ve beraberliğine hizmet eden Bediüzzaman’ın, “Kürtlerin içtimaî hayatının Türklerin hayat ve saadetinden neş’et ettiğini” belirten beyânı, bu hususta temel referans olmalıdır.

Zira milletin mânevî birlik ve bütünlüğü, “Güneydoğu meselesi”nin çözümü, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “bin seneden beri bir milyar şühedâyı hakikat-ı Kur’ân ve iman yolunda fedâ edip şehid veren ve bütün mefâhiri (iftiharı) İslâmiyetle tahakkuk eden, âlem-i İslâmın en büyük ordusu ve kahraman bir milleti olan Türk milleti” ile “onların cihad arkadaşı” Kürtlerin kardeşliği ile olur…

Kimse bunu gözden kaçırmamalı…

28.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

İstikrarlı darbe havası



Dün 27 Mayıs darbesinin sene-i devriyesiydi. 48 yıl geçmiş aradan. 2 yıl sonra yarım asır olacak. Hâlâ güncelliğini koruyor. İstikrarsız demokrasisi ile Türkiye, darbe havasını istikrarlı bir şekilde devam ettiriyor!

***

“Yargı darbesi” ile özetlenen kapatma dâvâsını Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun “y-muhtırası” süsledi. Hükümet kanadından birbiri ardına cevap geldi. Danıştay, olaya müdahil oldu. “Dam, saksağan, bel, kazma” vecizeleri siyaset literatürüne kazandırıldı.

Şimdi iki taraf da gerginliğin ülkeye faydası olmadığını söylüyor. Günaydın!

Madem yanlış yaptınız bile bile bu bildirileri niye yayınladınız? Milleti durup dururken ne diye gerdiniz? Darbe havası ne işinize yarayacak?

***

Çocuklar bazen huysuzlaşır. Ebeveynin dikkatini çekmek için olmadık şeyler yapar. Suyu döker, saksıyı devirir, bağırır-çağırır…

Annenin yapacağı iki şey vardır. Ya çocuğu cezalandırır. Ya da kucağına alır, rüşvet kabilinden bir şeyler verir susturur. Anneler genelde ikinci yolu tercih ederler. Bunun önü alınmazsa çocuk bu huyunu alışkanlığa dönüştürür.

***

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından önceki gün Köşk’e çağrıldı. Gerçeker, yargının sorunlarını ele aldıklarını söyledi.

Görüşmek iyidir, hoştur da… Bunun için ortalığın birbirine katılması mı gerekiyordu? Madem Gül-Gerçeker görüşmesinde yargının sorunları ele alındı bunun için bildiri mi yayınlanmalıydı? Yargıtay Başkanı, Cumhurbaşkanlığından randevu istedi de verilmedi mi? Kapatma dâvâsı var diye Başbakan, Adalet Bakanı artık muhatap alınmıyor mu?

Yargı her isteğini artık bildiri ile mi anlatacak? Yaramaz çocuklar gibi ortalığı velveleye mi verecek? Yaparsa bunun sonu nereye varacak? Ya tapu müdürleri de, emniyet amirleri de bildiri yayınlarsa… Cumhurbaşkanlığı onları da köşke çağıracak mı?

***

Evet, dün bir darbenin yıl dönümüydü. Meclis grup toplantılarının da günüydü. Ancak Meclis en sessiz günlerinden birini geçirdi.

AKP Diyarbakır’a taşındı. Başbakan Erdoğan GAP eylem planını açıkladı. Güneydoğu için “yine, yeni, yeniden” bir paket açıldı.

AKP’den 27 Mayıs’la ilgili bir açıklama gelecek mi diye bekledik. Bu yazı yazılana kadar herhangi bir açıklama yapılmamıştı. Tek parti dönemine son veren 14 Mayıs’la ilgili de iktidardan herhangi bir açıklama, hatırlama gelmemişti.

Ama hakkını yemeyelim! AKP Menderes’i seçimden seçime afişlerde hatırlıyor ya! Az sabredin! Yerel seçimlerde tekrar aynı afişleri görürüz.

28.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Çocuk tartışması



‘Yaşlı kıt'a Avrupa’da yaşayan nüfusun çoğunluğunun ihtiyarlardan meydana gelmesi, ülke yöneticilerini ciddî ciddî düşündürüyor. Kalkınma ve refah için genç bir nüfusa sahip olmanın avantaj olduğu ortada. Elbette sadece genç nüfusla işler hallolmaz. Bu nüfusun aynı zamanda eğitimli ve ‘donanımlı’ olması da gerekiyor.

Ailelerin sahip olması gereken çocuk sayısı konusunda elbette ‘ihtilâf’ vardır. Kimi aileler çocuğu yük görür, kimi aileler de ‘çok fazla’ çocuğa sahip olmayı hedef olarak belirler.

Mutlaka her işte olduğu gibi bu konuda da ‘vasat yol’un tercih edilmesi önemlidir. Bu konuda olması gereken şey, kişileri, aileleri ‘mahalle baskısı’na maruz bırakmamaktır. Türkiye’de bir dönem ailelerin çocuk yapmasını engellemek için büyük kampanyalar açıldığına şahit olduk. Türkiye’yi ‘idare eden’ler de bu kampanyalara bilerek ya da bilmeyerek destek vermiş, bütün çağrılar ‘daha az çocuk’ üzerine kurulmuştur. Bu çağrılara ‘mahalle baskısı’ da ilâve olunca 3 ya da 5 çocuklu aileler garip karşılanır hâle gelmiştir.

İmkânlara ve şartlara göre değişse de nihayetinde kaç çocuk konusunda asıl karar sahibi aileler olmalıdır. Devlete düşen, bu çocukların eğitimini en iyi şekilde verebilmek için gerekli yatırımları yapmaktır. Görünüşte kolay, ama neticeleri itibarıyla tehlikeli olan bu yolu tercih edip, ‘az çocuk yapın’ ya da ‘yapmayın’ şeklindeki çağrılar, devleti idare edenlerin üzerine vazife olmamalıdır.

Devletin politikasına inanıp, ‘mahalle baskısı’ndan da ürken bazı sanatçılar, zamanında hiç ya da az çocuk yapmayı tercih ediyor, ilerleyen yıllarda ise pişmanlıklarını itiraf ediyorlar. Bu konuda çok örnek var, ama sadace bir itirafı hatırlatmak gerekiyor. Maalesef uzun zaman magazin basınının ‘oyuncağı’ olmuş bir san'atçı şöyle demiş: “(...) Tabiî buna rağmen yine de çocuk yapmayı zaman zaman düşünüyorum. Bu düşünce gidip geliyor. Bu kararı tek başıma veremem. Karşılıklı vermek lâzım. Ama itiraf edeyim ki gözüm korkuyor. (...) ‘Zamanında keşke bir sürü çocuk yapsaydım’ diyorum. Ben yapım gereği çocuk yapmayı her daim düşünebilirm. 70 yaşında bile...” (Hülya Avşar, Posta, 18 Mayıs 2000)

Milletin memnun olmadığı televizyon programları da yapan san'atçı, bir bakıma kendi programlarından da şikâyetçi. Hedefinde bir TV kanalı yöneticisi olmak bulunduğunu açıklayan san'atçı ‘çizgi’sini de şöyle belirlemiş: “Bazı istisnalar dışında bugün bizim televizyonlarımızda gösterilen kadın programlarının çoğunu yayından kaldırırdım. Ayrıca çocukları olumsuz etkileyecek programları da kaldırırdım.”

Bakınız, kadınların ‘fıtrî meylini’ ortaya koyacak şekilde ‘keşke daha fazla çocuk yapsaydım’ diyen bir san'atçı, aynı zamanda mevcut TV programlarından da şikâyet ediyor. Peki, sabah-akşam içten içe şikâyet etse de bu programları seyreden ‘aile’lere ne demeli? Magazin medyasının ‘malzemesi’ olan bir san'atçı bile bu programlardan şikâyetçi olduğuna göre, aileyi korumak için bir araya gelen dernekler, vakıflar ve diğer sivil toplum kuruluşları niçin sessiz?

Kendimizi ve çocuklarımızı hem TV’lerin ‘zararlı yayınları’ndan, hem de olur olmaz ‘mahalle baskıları’ndan koruyalım...

28.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bizans gözüyle bakmak



İnternette sörf yaparken bermutad Ürdün’de yayınlanan Es-Sebil dergisine bir göz attım. Orada Ortodoks Arnavut yazar Ben Blushi’nin “Të jetosh në ishull” (Ada’da Yaşamak) kitabıyla ilgili bir habere rastladım. Selman Rüşdilik bu kitap ile alâkalı olarak Arnavut Müslümanlar bir bildiri yayınlamışlardı ve bildirinin dibacesinde şöyle deniliyor: “Ben Blushi’nin “Të jetosh në ishull” (Ada’da Yaşamak) adlı romanının medya tarafından fazlaca önemsenmesi, Arnavutluk İslâmî dernekleri tarafından üzüntü ve kırgınlıkla karşılanmıştır. Kitabın tanıtımında ülkemizdeki dinler arası beraberliğe vurgu yapılmasına rağmen, kitabı okuduğumuzda, gizliden gizliye, bunun tam aksinin ifade edildiğini görmekteyiz. Kitabın neredeyse tamamında dinimize yönelik iftiralarda, karalamalarda bulunulmuş ve bunun da ötesinde bütün Arnavutların sembol ve millî özellikleri dışlanmıştır. İlk olarak, eser İslâm hakkında aslı ve astarı bulunmayan birçok şeyden bahsetmekte; böylece İslâm hakkında kötü bir imaj oluşturmaktadır. Bu romanda, Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’ân-ı Kerim, yasak koyan bir kitap olarak nitelendirilmekte ve bizzat Muhammed (asm) tarafından yazıldığı, dolayısıyla İlâhî vahiy mahsulü olmadığı söylenmektedir. Kitap aynı zamanda dinimizdeki birçok olayı yanlış naklederek İslâm hakkında önyargı oluşturmakta ve bunu imaj zedeleyici bir tarzda yapmaktadır. İkinci olarak, eser imanî ve dinî sembolleri aşağılamakta ve Müslümanları büyük bir ahlâkî eksiklikle itham etmektedir. Müellif İslâm’ın sadece bazı uygulama ve ayinlerini değil, aynı zamanda hiç çekinmeden Hazreti Muhammed’in (asm) şahsiyetini de karalayıp, onu farklı terimlerle suçlamakta ve dalga geçmektedir. Bu romanda özellikle Arnavut Müslümanlar, Hıristiyanlara karşı nankörlükle, barbarlıkla, baskıcılıkla, haydutlukla, medeniyetsizlikle ve sahtekârlıkla suçlanıyor. Söz konusu roman, diğer kavim ve ırklar için de büyük ölçüde rahatsızlık vericidir. Üçüncü olarak, eser Arnavut tarihini deforme etmektedir. Kitapta Arnavutların tarihî figürlerine, millî sembol ve değerlerine olumsuz bir perspektifle bakılmaktadır. Bu eserin Arnavutlar arasında gayet olumsuz ve provokatif bir etki doğuracağı Arnavutluk Müslüman Dernekleri tarafından ifade edilmektedir. Müellif kitabında, bir Müslüman’ın en önemli fenomenlerinden olan din duygusunu bilerek ve kasten aşağılamaktadır. Bu şekilde farklı din mensupları arasında kin ve nefret aşılamakta; Arnavutların en saf ve en ciddî kültürel ve ruhî değerlerine, dinler arasındaki yaşayış beraberliğine saldırmaktadır...”

***

Kitap büyük ölçüde İslâma hakaretten ibaret. Zaten hakaret maksadıyla yazılmış. Arkasında bir takım Batılı mahfillerin olduğu söyleniyor. İsmail Kadare, İbrahim Rugova, Adem Demaçi gibi sözde Müslümanlar reddi miras yaparsa elbetteki bu tarz Bizans gözlüğü takmış Arnavut Ortodokslardan da ancak bu beklenirdi. Kitapta İslâmiyetin bin yıldır kolera gibi kılıç kabzasıyla yayıldığı ileri sürülüyor. Yazara göre, İslâmiyet Asya kaynaklı bir şiddet ve töleranssızlık dinidir. Arnavutların mazisinin Hıristiyanlık olduğunu ve Avrupa’ya bağlanmak için eski dinlerine dönmeleri gerektiği de savunuluyor. Kitaptaki en ilginç iddialardan birisi de Arnavutların Türklerin zoruyla Müslüman olduklarının ileri sürülmesidir. Türkler zorlamışlar Arnavutlar da Müslüman olmuşlar. Sırplar da aynı şeyi Boşnaklar için söylemiyor muydu? Radovan Karadziç bir taraftan katliâm yapıyor, bir taraftan ad Boşnaklara ‘eski dininize dönün’ diye çağrıda bulunuyordu. Ortodoks Arnavutlar ve onun ötesinde Katolikler, Müslüman Arnavutları Hıristiyanlık haziresine çağırırken Sırplar da Boşnaklara aynı daveti yapıyorlardı. Ortadoks yazar bunu yapıyor da Katolikler boş duruyor mu? Ortodoks Sırpların daimî destekçisi olan Rus basınında da bu iddiaları doğrulayan birçok haberler yer alıyor. Bu haberlere göre Vatikan, Kosova’daki Müslümanları Katolikleştirme planını uygulamaya başladı. Örneğin, Kosova medyasının aktardığı ve Rusya’nın Profil dergisinde yayınlanan bir habere göre, Vatikan misyonerlerinin, Kosova’da Müslümanları Katolikleştirmek için çeşitli etkinlikler yürüttüğü belirtiliyor. Katolik dünyası için önemli bir gün olan “Yeniden Diriliş” gününde, Kosova Katolik Kilisesi Piskoposu Dode Gjergji’nin “Kosova Müslümanlarının, İslâmlaştırılmış Katolikler olduklarını ve zamanında zorla dinlerinin değiştirildiği” sözleri de haberin doğruluğunu kuvvetlendiriyor.

***

Ben bütün bunları garipsemiyorum. Kimse ayranım ekşi demez. Madem İslâmiyet herkesi zorla Müslümanlaştırıyordu neden Romenler veya Rumlar gibi diğerleri istisna edildi? Arnavutlar Ben Blushi’nin bakış açısını Bizans bakış açısı olarak tasvir ediyorlar. Bizans kalıntılarının bu bakış açıları tabiidir ve kendilerine de yakışır. Ama garibime giden bizim kisvemizde dolaşan birilerinin de bu iddiaları paylaşması ve bu topraklara ve fetihe Bizans gözüyle ve gözlüğüyle bakmasıdır. Sözgelimi Erdoğan Aydın gibiler ‘Türkler Nasıl Müslüman Oldu?’ gibi kitaplarla aynen Bizans ve onların son varisleri Ben Blushi gibilerinin bakış açısını yansıtmaktadırlar. 28 Şubat Paşası ve Cumhuriyet yazarı Doğu Silahçıoğlu da aynen bu bakış açısını paylaşmaktadır. Silahçıoğlu Türklerin katliâma uğrayarak zorla Müslümanlaştırıldıklarını iddia etmişti. Bunun Kürt versiyonu da vardır. Bunu da Mehdi Zana gibiler seslendirmiş ve bir Kürt Adem Demaçi’si olan Mehdi Zana da Kürtlerin İslâmiyet yüzünden geri kaldıklarını söylemiştir. Halbuki İslâmiyet kendisini benimseyen bütün milletleri sahiplendiği nisbette payidar etmiş ve yüceltmiştir. Tek istisnası Kürtler veya Arnavutlar mıdır? Velhasıl fethe rağmen hâlâ içimizde Bizans bakış açısından kurtulamayan bedbahtlar vardır.

28.05.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?



Bundan 100 yıl önce Bediüzzaman’a soruyorlar:

“Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?

Cevap: Doğruluk.

Sual: Daha?

Cevap: Yalan söylememek.

Sual: Sonra?

Cevap: Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüt.

Sual: Yalnız? (bunlar mı?)

Cevap: Evet!

Sual: Neden?

Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.”

Evet, yüzyıl önce söylenen bu sözler günümüz için de geçerlidir. Hatta doğruluk şimdi daha da önem kazanmıştır. Eğer “Ülkemizde beklediğimiz inkişaflar neden olmuyor?” veya “Biz ne zaman adam olacağız” gibi sualler aklınızı meşgul ediyorsa, bunun cevabı doğruluk konusunda yeteri kadar ciddî olamayışımızdan gelmektedir.

Askeriyede 15 yıl görev yaptım. Bir subay arkadaşım bana şunu sordu. Bir meslektaşına misafirliğe gittiğin zaman nasıl namaz kılıyorsun?

“Namaz vakti girince ev sahibinden seccade istiyorum” diye cevap verince “Nasıl yani namaz kıldığını gizlemiyor musun?” diye bir daha sordu. “Farzlarda riya olmaz, ne olursa olsun yerine getirilmelidir” şeklinde anlatmaya çalıştım. Evet, bu şekilde davranınca her ev sahibi ne yapıp edip bir seccadeyi bulup önüme getiriyordu. Çoğu zaman çeyizden çıkarıldığı ve pek kullanılmadığı anlaşılan seccadelerde namaz kılmıştım.

Günümüzde bazı sıkıntılardan kurtulabilmek için ne yazık ki gerçekleri anlatmaktan çekiniyoruz. Gerici derler veya mesleğimden atılırım endişesi ile en önemli konularda dahi doğru olmayan bahaneler kullanıyoruz. İşin ilginç tarafı bu yöntemi kullandıkça, daha da battığımızın farkında bile olamıyoruz. Hâlbuki “En büyük hile hilesizliktir” desek yani gerçekleri çekinmeden ifade etsek hem muhatabımızın güvenini kazanmış oluruz, hem de gereksiz sıkıntılardan kurtuluruz. Hiç olmazsa susma hakkını kullanarak yalandan kaçınmamız gereklidir. Aksi takdirde yalan, yalanı doğuracak üzerimizdeki baskı daha da artacaktır.

Doğruluğun ne derece sihirli bir güç meydana getirdiğini yine eski mesleğim ile ilgili bir örnek ile anlatayım.

Bir tatbikat esnasında liman ziyareti yapıyorduk. Gemi zabitleri olarak akşam yemeğine davet edilmiştim. İçki konusu sorun olduğu için elimden geldiğince bu tip yemeklere katılmamaya gayret ediyordum, ama mutlaka davete icabet etmem gerektiğini söylediler. Ben de gittim.

Yemekte gemi komutanımız içinde alkollü içki olan bir bardağı bana uzattı. Kendisine “alkollü içki içmediğimi” nazik bir dille anlatmaya çalıştım. Fakat komutan ısrar ediyordu ve gittikçe artan bir ses tonu ile içki içmem konusunda geri adım atmıyordu.

Kendisine bu güne kadar içki içmediğimi ve bundan sonra da kesinlikle içmeyeceğimi, bunun bir prensip meselesi olduğunu söyledim. Gemideki mesaî arkadaşlarım komutana karşı geldiğimi düşünerek yanlış yaptığımı düşünüyor, komutanın nezaket sınırlarını aşan konuşmalarını haklı çıkaracak derecede bana karşı tavır koyuyorlardı.

Benim için zor bir durumdu lâkin susmaktan başka hiçbir şey yapamıyordum. Buna mukabil gemi komutanımız alkolün de etkisi ile iyice zıvanadan çıkmıştı. Sonunda başçarkçımız beni müdafaa etmeye başladı. Hakkımda iyi şeyler söyleyerek komutana ısrarından vazgeçmesi telkininde bulundu. Sonunda iş tatlıya bağlandı ve bu sıkıntılı durumdan kurtulmuş oldum.

Yemek yediğimiz orduevinden çıkarken komutanımız yanıma geldi ve yapmış olduğu ısrardan dolayı pişmanlık ifade eden sözler söyledi. Hatta bir fıkra anlatarak gönlümü almak istedi. Ben de kendisine nazik bir şekilde karşılık vermeye çalıştım.

Komutan ve başçarkçımızı böyle bir davranışa neyin zorladığını düşünmeye başlamıştım. Bir türlü doğru bir cevap bulamıyordum. Zira din ile pek barışık olmayan bu kişiler neden ısrarlarından vazgeçmiş ve neden beni savunmak zorunda kalmışlardı? Bu soruların cevabını yıllar sonra buldum. Onları bu türlü davranışa zorlayan en önemli sebebin, benim dürüst bir biçimde konuşmam ve doğruluktan şaşmayan tavırlarım olduğunu anlamıştım.

Eğer rahatsız olduğumu öne sürmüş olmasaydım veya içki içiyormuş gibi görünseydim ısrarları daha da artacaktı. İşte gemideki amirlerime geri adım attıran ve ısrarlı baskılardan vazgeçmelerine sebep olan güç, doğruluk idi. Doğruluk veya bir başka ifade ile sıdk, o derece sihirli bir güçtür ki en şiddetli düşmanları bile insafa zorlayabilmektedir.

Evet, en büyük hile hilesizliktedir. Eğer rahat bir şekilde yaşamak ve inançlarımızın gereğini yapmak istiyorsak, riyakârlıktan ve insanlara dalkavukluk yapmaktan vazgeçmek zorundayız. Aksi takdirde hile ve yalanın her türlüsünü en iyi bir şekilde bilen insanlar bizlerin küçük bir hilesini dahi kolayca anlayabilirler. Zaten yalan söylediğimizde ağzımızdan çıkan sesler ve mimiklerimiz bizi ele verecektir. O halde bunca külfete ve zorluğa girmeye ne gerek var?

28.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yargı oligarşisi



Nisan 2007’den bu yana, yargının başını çektiği bir hukuksuzluk sürecinden geçmekte olduğumuzu belirten Doç. Dr. Serap Yazıcı, “Bir yargıçlar devleti kurulması süreciyle karşı karşıyayız” diyor ve bu durumu “yargı oligarşisinin hakim olduğu bir sistem” olarak niteliyor. (Neşe Düzel, Taraf, 26.5.08)

Bu sürecin önde gelen aktörlerinden, 367 formülünün mucidi olarak şöhret bulan Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, geçen hafta bir TV kanalının haber bülteninde konuşurken, yargının demokratik meşruiyete ihtiyacı olmadığını ve yetkisini anayasadan aldığını söylüyordu.

Kanadoğlu’nun, 22 Temmuz sonrasında yeni anayasa projesi gündeme gelince, “Anayasayı bu Meclis değiştiremez; ancak savaş kazanmış veya darbeyle işbaşı yapmış Kurucu Meclisler anayasa yapabilir” iddiasıyla ortaya çıktığını da biliyoruz.

Bu durumda, bundan sonra yapılacak yeni bir seçim, tamamen “anayasayı değiştirme” meselesi üzerine bina edilse ve partilerin seçim kampanyaları kendi anayasa projelerini halka anlatma yarışı şeklinde geçse Kanadoğlu’nun tavrı ne olur?

Büyük ihtimalle, bu defa da der ki: “Anayasa hazırlamak, uzmanlık işidir. Herkesin harcı değildir. Öyle halkın önünde tartışılacak bir konu da değildir. Halk anayasa maddelerinden ne anlar?”

Yani, laikçi “hukuk ulemâsı”nda, her duruma uydurulmak üzere hazır tutulan kılıflar bitmez. İtirazlarının biri bertaraf edilse, hemen yedekteki bir başkası devreye sokulur; ardından bir diğeri...

Onlara göre halk, ancak darbe yönetimlerinin siparişiyle yazılan anayasaların baskı, tehdit ve tek yanlı propagandalarla onaylatılması gerektiği zaman lâzım. Ve ondan sonraki süreçte itiraz vaki olduğunda “Halk onaylamıştı” diyebilmek için.

Dolayısıyla, sağlam bir anayasa reformu yapabilmek için, demokratik kültürü ve millî irade üstünlüğünü gerçek anlamlarıyla özümsemiş hukuk uzmanlarına hazırlatılacak, çağdaş ve evrensel kriterlerle uyum içindeki bir metnin, kararlı bir siyasî irade ile halkın önüne konulması gerekiyor.

İcab ediyorsa, anayasa tartışmaları gündemdeyken Köksal Toptan’ın önerdiği gibi, sırf yeni bir anayasa yapmak için bir Kurucu Meclis oluşturulmalı. Ve böylece demokrasimiz, anayasasını özgürce, tamamen sivil irade ve inisiyatifle baştan sona yenileme gücüne eriştiğini ispatlayabilmeli.

Halihazırda bu hedef ve idealin neresindeyiz?

2002 ve 2007 seçimlerinden çıkan Meclis tabloları, bunun nihayet başarılabileceği ümidini verir gibi olmuştu. Ama ne yazık ki sonuç öyle olmadı.

Tersine, gösterişli sunum ve iddialarla gündeme getirilen anayasa projelerinin, statükodan yükselen tepkiler karşısında hep rafa kaldırılması, giderek büyüyen hüsranlara sebep oldu.

Aynı şey, yargı reformu iddiaları için de geçerli. İktidara ilk geldiğinde, bizzat Anayasa Mahkemesinin sunduğu ve mahkeme üyelerinin bir kısmının Meclis tarafından seçilmesini de öngören reform taslağını ıskalayıp değerlendiremeyen AKP, Yargıtay’ı küçültme projesini de, altyapısını tamamlamadan gündeme getirdiği için erteleyip askıya almak zorunda kaldı.

Konunun ikinci gündeme gelişinde ise, Yargıtay’ın “Bize hiç sorulmadan, hattâ bilgi dahi verilmeden AB’ye iletildi” tepkisiyle karşılaşıldı.

Açıkça görünen o ki, AKP son derece ciddî, tutarlı ve sağlam hazırlıklarla ve bunlara dayalı bir kararlılıkla ele alınıp sonuç alınıncaya kadar takipçisi olunması gereken bu çok kritik ve hassas konularda çok dikkatsiz, özensiz ve savruk.

Bu durumun en ibretli ve hazin göstergelerinden biri ise, Adalet Bakanının “Bir buçuk yıl önce hakim-savcı maaşlarını yüzde 40 arttırdık” deyip, onlardan adalet beklediklerini söylemesi.

Evvelce Millî Eğitim Bakanı, bütçesini iki buçuk kat arttırdıkları halde YÖK’ün kendilerine karşı olan tavrından yakınmış; çok daha öncesinde ise Refahyol’un Maliye Bakanı Abdüllatif Şener “Orduya en çok parayı biz verdik” demişti.

Bu çizginin tavrı bu. Peki, gördüğü muamele?

28.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Zeynep RUHAN

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır