|
|
Yaratılışta israf yoktur
Ferdin, imkânlarını ihtiyaçlarına uygun dengeli bir şekilde kullanmaması ve aşırıya kaçması israftır. Kâinata baktığımız zaman yaratılışta hiçbir israf görmediğimiz gibi, faydasızlık ve gereksizlik de göremeyiz.
Her şey yerli yerinde ve bir amaca hizmet edecek şekilde yaratılmıştır. Bunun için Bediüzzaman “İsraf, abesiyet, faidesizlik fıtratta yoktur. Bütün kâinatın en esaslı düsturu iktisattır”1 der.
Dinimizde israf yasaklanmıştır. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz”2 emreder. İslâmiyet’in yasakları genellikle insanı israfa sürükleyen, malına ve sıhhatine zarar veren şeylerdedir. Başta içki ve kumarın yasaklanması3 buna en güzel örnektir. Bunlar hem insanın sıhhatine, hem de malına zarar vermektedir. Sigara gibi İslâm bilginlerinin çoğuna göre mekruh olan şeylerin yasaklanmasında da yine iktisadî bir yönün olduğu gerçektir. Bu bağlamda dinin yasakladığı bütün kötü alışkanlıklar, gerçekte insanı israfa sürükleyen gereksiz harcamalardır.
İktisadî hayatta ortaya çıkan israfın daha çok zengin çevrelerde görülmesi doğru ve faydalı bir harcama kültürünün oluşmamasından kaynaklanmaktadır. Bir önemli husus da, zenginlerin fakir ve muhtaçları düşünmemeleridir. Dünyada bilhassa İslâm ülkelerinde zenginlik artmaktadır; ancak dengeli bir ekonomik yapı oluşmadığı ve gelirlerin âdil paylaşımı yapılamadığı için servetler belli ellerde ve belli sektörlerde toplanmaktadır. Çok kazanan zenginler eğlenceye ve israfa yönelmektedir. Bundan da çok gereksiz eğlence sektörleri oluşmakta ve büyük israflar yaşanmaktadır. Toplum zenginleştikçe bireylerin ihtiyaçları çoğalmakta ve fertler fakirleşmektedir.
Bu hususları dikkate alan Bediüzzaman, Müslüman zenginleri uyararak şöyle demektedir: “Eskiden ekser İslâm aç değildi. Tereffühe bir derece ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur.”4 Gerçekten de eskiden ziraat, sanat ve bunların mübadelesini sağlayan ticarette dengeli bir iktisadî hayat vardı. Maddî sıkıntıdan günümüzdeki gibi bahsedilmesi mümkün değildi. Bundan dolayı da dengeli bir iktisadî politika kolayca kurulabilirdi. Zengin ile fakir arasında bu derece uçurum söz konusu değildi. Bu zamanda ise nüfus artışı ile beraber teknolojinin gelişmesi ve şehirleşmenin artması, insanların ihtiyaçlarını çoğaltmıştır. İslâm ülkeleri, uzun süre sömürgecilerin elinde kalmasıyla da maddî ve yeraltı kaynaklarının çoğunu kaybetmiştir. Bu durumda İslâm dünyasında büyük bir fakirlik ve sefalet yaşanmaktadır. Bundan dolayı zenginlerin maddî imkânlarını toplumun yararını düşünerek kullanmaları gerekmektedir. Çok lüks ve refah içinde yaşamaları ve paralarını oyun ve eğlenceye harcamaları gerçekten israf ve büyük bir vebaldir.
Bütün bu gerekçelerden dolayı İslâm ülkeleri ve bu ülkelerin zenginleri aşırı tüketime gitmemelidirler. Malın bu şekilde israfı ve fakirlerin de düşünülerek temel ihtiyaçlara harcanmaması sefaletin artması ile sonuçlanır.
İsrafı önlemek, bütün toplumların ve devletlerin önemli bir meselesi olmuştur. Siyasîlerin de en önemli gündemlerini teşkil etmekte ve buna göre çözüm önerileri ortaya koymaktadırlar. Her siyasî sistem kendi prensiplerine uygun bir metotla israfa karşı tedbirler aramaktadır. Sosyalizm zecrî tedbirlerle ve tüketimi kısarak tedbir almaya çalışır. Öte yandan kapitalizm israfı daha da körüklemektedir. İnsanın yapısı harcamaya, lükse ve eğlenceye daha meyyal olduğu için hükûmetlerin aldıkları tedbirler de istenen sonucu verememektedir.
Bu konuda yapılacak en güzel uygulama iktisadî bilgileri ve tedbirleri ferdlere kadar indirmek, onları bu konuda bilgilendirmek ve aklına, vicdanına hitap edebilmektir. Ferdin vicdanına tesir etmeyen hiçbir tedbir, hukûkî müeyyidelere dayansa da tesirli olmaz. Ferd, israfın zararını bizzat idrak etmeli, toplumu ve ötekini de düşünebilecek bir sorumluluk duygusuna sahip olmalıdır. Ancak bu şekilde ferdin hürriyetini de kısmayacak şekilde gerçekçi bir yol takip edilebilir. Üretimi ve tüketimi yapan bizzat ferdin kendisidir. Öyle ise bunların dengeli kullanımını da ferdin kendisi yapacaktır. Hükûmetler politikalarını buna göre düzenlemeleri gerekir.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, 2005, s. 200, 878, 890
2- Â’râf, 7:31
3- Mâide, 5:90
4- Mektubat, 2004, s. 807
|
M. Ali KAYA
27.05.2008
|
|
İktidarın esareti
Meşhur Fransız filozofu Sartre, bir yazısında “Hiçbir zaman Alman işgalindeki kadar hür olmamıştık” der. İfade, İkinci Dünya Savaşında ülkesini işgal eden Almanlara karşı mücadele eden birisi için tezat gibi görünse de, hürriyet ve devlet kavramlarıyla ilgili fikirlerini çekinmeden ifade etmesi ve yine en önemli eserlerini de bu dönemde neşretmesi onun ne demek istediği hakkında bize bir fikir verir.
Filozofun felsefî pek çok fikirlerini beğenmesek de, kendisinin savaş karşıtlığı takdire şayandır. Vietnam’ın işgaline karşı çıktığı gibi, şoven milliyetçiliği kenara iterek Cezayir’in işgaline de şiddetle karşı çıkmıştır. Aynı zamanda ideolojisini bir yana koyup Macaristan’ın işgaline de karşı çıkmıştır.
Sartre anlaşılan, İkinci Dünya Savaşı bile olsa savaş ve işgalin bir gün mutlaka biteceğini ama fikir bazında boyun eğmekle ya da yayınlanmamış ve yaşanmamış fikir ve davranışların kendisiyle birlikte ölmesiyle, esas savaşın işte o zaman kaybedileceğini fark etmiş olmalı.
Şimdi aynı dönemler için Türkiye’ye dönecek olursak; bir önceki dünya savaşında Ruslarla savaşırken at üstünde bile İşârâtü’l-İ’câz adlı meşhur eserini telife devam eden Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Dünya Savaşıyla haber olarak bile ilgilenmez ve “zalimlerin satranç oyunu” olarak değerlendirir. Talebelerine şöyle der: “Bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.” Evet o dâvâ yerküre genişliğindeki bir cennet mülkünü ihtivâ eden ebedî bir hayatı kazanma veya kaybetme dâvâsıdır.
Sartre ve Bediüzzaman Said Nursî’ye göre fikirler ve dâvâ, savaştan çok daha önemli! Savaşlar da en nihayetinde bir araç. Alman işgalinden kurtulan Fransa, daha sonra Cezayir’i işgal edip milyonları katlettiğinde savaşı gerçekte Sartre, hürriyet ya da insanlık değil zulüm kazanmıştı. Sartre Alman işgalinde nasıl hürriyeti, demokrasiyi ve insan haklarını savunuyorsa Cezayir işgalinde de, eline silâh alamadı ama yine de aynı çizgiyi en azından düşünce olarak devam ettirdi. Ancak pek çok Fransız, pek çok aydın ve iktidar sahipleri aynı çizgiyi devam ettiremediler, zulme ve haksızlığa karşı duramadılar. Çünkü onlar da iktidar, kurulu düzen, mevcut statü gibi pek çok araçlarla zulümden, sömürüden ve emperyal ilişkilerden, dolaylı ya da dolaysız pay alıyorlar, ya da almayı hesaplıyorlardı.
Sartre’nin kalbini ve kalemini Nazi orduları her türlü ceberutiyetine rağmen bağlayamamıştı. Hatta esir kampında bile oyun yazıp oynatmıştı. Fakat savaş sonrası, vitrindeki kahramanlara karşı fikirleri ifade etmek öyle kolay değildi. Onun elini-kolunu ve kalemini bağlayan artık kendi vatandaşları ve vatan-millet gibi kavramlardı. O yine de yazdı ama iktidar nimetine kavuşanlar yazamadılar, konuşamadılar. Nazilerin Fransa’da yaptığı zulmün yüz katını Fransızlar Cezayir’de yaptı. Anlaşılan mağlup edilen Naziler değil; Almanlarmış. Risâle-i Nur’da geçtiği şekliyle “kurt gövdeye girmiş”.
Bediüzzaman Said Nursî’nin kendi memleketimizde maruz kaldığı baskıları anlatmak için kullandığı: “Üç sene Rusya’da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler” ifadesi, Sartre’ninki kadar radikal değildir, ancak mühim bir hakikatın ironik bir ifadesidir.
Peygamberimizin (asm), “Bir elime güneşi, diğer elime ay’ı verseniz, yine de bu dâvâdan vazgeçmem” diyerek kendisine teklif edilen bütün iktidar imkânlarını elinin tersiyle itmesi, kurulu düzene ve statükoya teslim olunmaması açısından çok önemli bir prensiptir. Yine Bediüzzaman Hazretlerinin, kendisine teklif edilen mebusluk, şark umum vaizliği gibi bir çok imkânı reddetmesi de aynı prensip doğrultusunda statükoya teslim olmamak, zulme ortak olmamak ve kaleminin önündeki bütün engelleri kaldırabilmektir. Vicdanını ve kalbini prangaya mahkûm etmemektir.
“Taç giyen baş akıllanır” diye meşhur bir söz vardır. Devlet sorumluluğunu alan kişinin daha ılımlı hareket edip maceralardan uzak duracağını ifade etmek için söylenmiş bir söz. Ancak iktidar nimetini kaybetmemek için statükoya uyup bütün iddialarından vazgeçenler görüldüğünde, “iktidarla terbiye etmek” taktiğinin zamanımızda da uygulamada olduğunu görmek zor değildir! Yapıyor, ya da yapmak istiyor görünüp de hiçbir şey yapmayanlar için, iktidar nimetlerinin uysallaştıran ve ehlileştiren cazibesi ve kaybetme korkusu gerçekten nelere kâdirmiş dememek mümkün değil!
Risâle-i Nur’da, zulme uğrayarak devlet yönetiminden uzak tutulan Ehl-i Beyt için, murad-ı İlâhî ve kaderin hikmetlerinden birisi şöyle ifade edilir: “Âdi vâliler yerine, evliya aktablarına mercî oldular”. Gerçekten de Ehl-i Beytten vâliler, mezheb imamlarından kadılar olsaydı; kalbleri bu kadar hür, başları bu kadar dik, halkın onlara teveccühü bu kadar kalbden olur muydu? Gönüllerdeki tahtları bu kadar yüksek olur muydu? Ya da İslâm dünyası istikametini bu kadar uzun süre muhafaza edebilir miydi?
|
Hasan GÜNEŞ
27.05.2008
|
|
Rüya mı bu, gerçek mi, sen mi geldin anne?
Neden beklettin beni bu kadar? Sitem etmiyorum anne, sakın yanlış anlama. Sadece, sarıldığımda beni sonsuz huzura kavuşturan o mis kokunu özledim. Doğduğumdan beri ben büyüdükçe büyüyen acılarım çöldeki mecnuna dönüştürmüşken beni, bir vaha gibi ferahlatan gözlerini özledim.
Söylesene anne! Kor gibi yanan kalbimi eline aldığında acımaz mıydı ellerin? Benim için hiç durmadan ağlarken yorulmaz mıydı gözlerin? Dayanamıyorum yapamıyorum işte! Başımı okşayan o eller, sevgiyle bakan o gözler olmadıkça…
Bir daha bırakma beni tamam mı anne? Yoktun ya sen, taşıyamadım bedenimi. Ezildim ruhumun ağırlığıyla. Yükümü hafifletenin sen olduğunu anladım bir kez daha. Seni aradım da çaresizce, ‘öldü!’ dediler anne ‘öldü…’ Ne soğuk bir kelime değil mi? Sevmedim, ben de yakıştıramadım sana. Sanki biraz ayrılığı biraz hüznü anımsatıyor. İlk söyledikleri andan beri bilemezsin nasıl sıkıntı veriyor içime. İnanmadım ama yine de ağladım anne. Garip belki ama senden; gelip sarılmanı, sensizliğe karşı beni yine avutmanı istedim. Bu acımı da dindirmeni bekledim.
Yaşatma bana bu acıyı bir daha anne! Anladım artık en büyük acıymış annesizlik… O sıkılarak dinlediğim öğüt dolu sözlerin meğer en güzel ninniymiş bana. Çocuksu bulup sarılmayı istemediğim sıcacık kucağın, üşüdüğümde en muhtaç olduğum sığınağımmış meğer. Her an hissettiğim sonsuz şefkatin nurdan kanatlarınmış anne! Göremediğim.
Üşüyorum şimdi anne… Al beni kucağına! Fısılda kulağıma ninnini mahrum etme beni o sıcacık şefkatinden.
Gitme anne gitme… Al götür beni de ya da bırakma beni sensiz... Çünkü; alışık değilim yokluğuna…
|
Merve Nur FERŞADOĞLU
27.05.2008
|
|
Azarlamak
Yetiştiğimiz topluluğun ortak özellikleri hâline gelen ve ferdlerin iliklerine kadar işleyen bir takım huylar vardır ki, düzeltilmesi pek büyük bir gayret ister. Bunlardan bir tânesi de, güçlünün kendisinden zayıfı herhangi bir şekilde paylamasıdır.
Âileden başlayıp, sokaktan mektebe, işyerinden resmî dâireye, asker ocağından mahkemeye, câmi’den ilmî toplantıya uzanan bir sâhada sık sık karşılaşılan bir durumdur bu…
Herhangi bir ölçüsü yoktur azarlamanın: İstendiği zaman, istendiği şiddette uygulanabilir! Yeter ki, muhâtab yeterince zayıf olsun… Aksi halde, paylama geri tepip iş kavgaya dönüşebilir. Kazak erkek, yatıkbaşlı eşini çekinmeden azarlar; bilir ki, Allâhu Teâlâ’nın bu lâtîf emâneti sesini çıkarmayacaktır. Kızgın anne, çocuğunu her tondan sesle paylar; çocuğun kendisine olan ihtiyâcı devâm ettikçe karşılık vermesi mümkün değildir.
Haklı veyâ haksız yere azar işiten talebenin hocasına diyeceği bir şey olabilir mi? Gözleri yaşarsa da, sopa yemediği için sevinmektedir belki de… Patronun azarladığı işçinin, işinden olmadığına sevindiği gibi… Devletin otoritesini temsil ettiğinden emîn olan bir polis, bir subay, bir müdür, bir hâkim, bir vâli muhâtabını haşlamakta yüzde yüz haklı değil midir? İçindeki fırtınaları dışarıya aksettirmemek için büyük bir cehd sarf eden kişi, yediği azarı bir altına intikal ettirmeden rahatlayabilir mi sanıyorsunuz?
Üstünlük kuruntusundan ve eksiklikleri başkalarına yüklemek arzûsundan doğan bu hâl, binlerce yıllık geçmişin ruhlarımıza nakşettiği, haksız ve nâhoş bir fiildir. İtâbın ister fâili, ister muhâtabı olalım, netîce i’tibariyle ma’neviyâtımızdan bir şeyler alıp götürmektedir. Noksanların giderilmesi bu yolla olmamalıdır.
Kötülüklerin önlenmesi ve zulmün ortadan kaldırılması için tatbîk edilen, adlî merci’lerin meşru’ hükümleri başka bir vâkıadır. Onların da hüküm verirken, tamâmen hukûka dayanması, keyfîlikten ve şahsî hislerden ârî olması şarttır. Hüküm verenlerin ve bu hükümleri infâz edenlerin kendi görüş ve duygularını işe karıştırmaları, adâlete yapılabilecek en büyük kötülüktür. İnsanların adâlete olan inancını yok eder. Hukûkî müesseseler yerine, ihkâk-ı hak gibi nefsî ve indî yollara başvurmaya yol açabilir. Zulüm önleneceği yerde artar, katlanır.
Bizim devlet geleneğimizde âmirlerin astlarını azarlamaları olağan görülegelmiştir. Mutlâkiyet bitmiştir; insan hak ve hürriyetlerine değer veren bir sisteme geçilmiştir. Ama, maalesef, demokrasinin adı var, kendi yoktur. En demokrat bilinen şahsiyetlerin, farkında olmadan etraflarını payladıkları görülmüştür. Bu konudaki tenkitler kulaklarına gittiğinde de, “Ne olmuş ya’nî?!.” edâlarıyla taraftarlarından destek beklediklerine şâhid olmuşuzdur…
Halbuki, insanların imtisâl etmeleri gereken gerçek rehberlerin hayatlarında böyle sahneler görülmemektedir: Hz. Peygamber (asm), en hoşlanmadığı durumlarda dahî, hisleri yüzünden belli olsa bile, diliyle itâb etmemiştir. Gerçekten O Zât’dan alınacak nice güzel örnekler vardır! Diğer peygamberler için de aynı durum sözkonusudur. Enbiyânın yolundan giden Allâh dostlarının da, insanlara rıfk ve şefkatle muâmele ettiği gözlenmektedir.
Bilhassa Hakk’a ve hakîkate hizmet edenlerin bu nefsî hazdan mutlaka vazgeçmeleri elzemdir. Câmi’de vaaz eden bir hocanın cemâati ve câmi dışındakileri azarlayarak tebliğde bulunması mümkün değildir. Kelimelerin kendisi paylama ifâdeleri taşımasa bile, ses tonu ve beden dili bu hissi uyandırmamalıdır. İrşâd, aklı uyandırıp duyguları müteessir etmekle olur. Bu da, karşıdakileri hedef alarak değil, nefsini muhâtap kabûl ederek mümkün olabilir. Kimseye hissettirmesek bile; rûhumuzda, aklımızda, nefsimizde nasîhatımızın başkalarının eksiklerini ortaya koymak nâmına yapıldığını bilmemiz, sözümüzün nâfiz olmamasına yeter de, artar!
Hele, herhangi bir vazîfe ile mensûp olduğumuz cem’iyyeti temsîlen etrâfımızı azarlayıp duruyorsak, bilhassa dikkatli olmalıyız. Bu hatâlı davranışımız şahsî kalmayıp, alâkalı olduğumuz müesseseye sirâyet edecek ve en fazla ona zarar verecektir. Vezir değil pâdişâh, bakan değil devlet, savcı değil mahkeme, hâkim değil hukuk, profesör değil ilim, hoca değil dînî kurumlar, onbaşı değil ordu, baba değil âile yara alacaktır.
Ayıplı nefislerle ayıpsızlık, mükemmellik örneği olunamaz. Kusurlarını görmeyen ve islâh edemeyen başkalarının kusurlarını gideremez. Zorbalıkla insanlar ikna’ edilemez. Çatık kaş, sallanan parmak, sıkılan yumruk, hışımlı bakışlar, yükseltilen ses geçici bir zaman belki karşısındakini sindirebilir; susturabilir. Fakat ne islâh eder, ne irşâd eder, ne ikna’ eder! Susmak her şeyi kabûl etmek değildir…
|
Ekrem KILIÇ
27.05.2008
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|
|