Nisan 2007’den bu yana, yargının başını çektiği bir hukuksuzluk sürecinden geçmekte olduğumuzu belirten Doç. Dr. Serap Yazıcı, “Bir yargıçlar devleti kurulması süreciyle karşı karşıyayız” diyor ve bu durumu “yargı oligarşisinin hakim olduğu bir sistem” olarak niteliyor. (Neşe Düzel, Taraf, 26.5.08)
Bu sürecin önde gelen aktörlerinden, 367 formülünün mucidi olarak şöhret bulan Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, geçen hafta bir TV kanalının haber bülteninde konuşurken, yargının demokratik meşruiyete ihtiyacı olmadığını ve yetkisini anayasadan aldığını söylüyordu.
Kanadoğlu’nun, 22 Temmuz sonrasında yeni anayasa projesi gündeme gelince, “Anayasayı bu Meclis değiştiremez; ancak savaş kazanmış veya darbeyle işbaşı yapmış Kurucu Meclisler anayasa yapabilir” iddiasıyla ortaya çıktığını da biliyoruz.
Bu durumda, bundan sonra yapılacak yeni bir seçim, tamamen “anayasayı değiştirme” meselesi üzerine bina edilse ve partilerin seçim kampanyaları kendi anayasa projelerini halka anlatma yarışı şeklinde geçse Kanadoğlu’nun tavrı ne olur?
Büyük ihtimalle, bu defa da der ki: “Anayasa hazırlamak, uzmanlık işidir. Herkesin harcı değildir. Öyle halkın önünde tartışılacak bir konu da değildir. Halk anayasa maddelerinden ne anlar?”
Yani, laikçi “hukuk ulemâsı”nda, her duruma uydurulmak üzere hazır tutulan kılıflar bitmez. İtirazlarının biri bertaraf edilse, hemen yedekteki bir başkası devreye sokulur; ardından bir diğeri...
Onlara göre halk, ancak darbe yönetimlerinin siparişiyle yazılan anayasaların baskı, tehdit ve tek yanlı propagandalarla onaylatılması gerektiği zaman lâzım. Ve ondan sonraki süreçte itiraz vaki olduğunda “Halk onaylamıştı” diyebilmek için.
Dolayısıyla, sağlam bir anayasa reformu yapabilmek için, demokratik kültürü ve millî irade üstünlüğünü gerçek anlamlarıyla özümsemiş hukuk uzmanlarına hazırlatılacak, çağdaş ve evrensel kriterlerle uyum içindeki bir metnin, kararlı bir siyasî irade ile halkın önüne konulması gerekiyor.
İcab ediyorsa, anayasa tartışmaları gündemdeyken Köksal Toptan’ın önerdiği gibi, sırf yeni bir anayasa yapmak için bir Kurucu Meclis oluşturulmalı. Ve böylece demokrasimiz, anayasasını özgürce, tamamen sivil irade ve inisiyatifle baştan sona yenileme gücüne eriştiğini ispatlayabilmeli.
Halihazırda bu hedef ve idealin neresindeyiz?
2002 ve 2007 seçimlerinden çıkan Meclis tabloları, bunun nihayet başarılabileceği ümidini verir gibi olmuştu. Ama ne yazık ki sonuç öyle olmadı.
Tersine, gösterişli sunum ve iddialarla gündeme getirilen anayasa projelerinin, statükodan yükselen tepkiler karşısında hep rafa kaldırılması, giderek büyüyen hüsranlara sebep oldu.
Aynı şey, yargı reformu iddiaları için de geçerli. İktidara ilk geldiğinde, bizzat Anayasa Mahkemesinin sunduğu ve mahkeme üyelerinin bir kısmının Meclis tarafından seçilmesini de öngören reform taslağını ıskalayıp değerlendiremeyen AKP, Yargıtay’ı küçültme projesini de, altyapısını tamamlamadan gündeme getirdiği için erteleyip askıya almak zorunda kaldı.
Konunun ikinci gündeme gelişinde ise, Yargıtay’ın “Bize hiç sorulmadan, hattâ bilgi dahi verilmeden AB’ye iletildi” tepkisiyle karşılaşıldı.
Açıkça görünen o ki, AKP son derece ciddî, tutarlı ve sağlam hazırlıklarla ve bunlara dayalı bir kararlılıkla ele alınıp sonuç alınıncaya kadar takipçisi olunması gereken bu çok kritik ve hassas konularda çok dikkatsiz, özensiz ve savruk.
Bu durumun en ibretli ve hazin göstergelerinden biri ise, Adalet Bakanının “Bir buçuk yıl önce hakim-savcı maaşlarını yüzde 40 arttırdık” deyip, onlardan adalet beklediklerini söylemesi.
Evvelce Millî Eğitim Bakanı, bütçesini iki buçuk kat arttırdıkları halde YÖK’ün kendilerine karşı olan tavrından yakınmış; çok daha öncesinde ise Refahyol’un Maliye Bakanı Abdüllatif Şener “Orduya en çok parayı biz verdik” demişti.
Bu çizginin tavrı bu. Peki, gördüğü muamele?
28.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|