AB’nin Türkiye’deki azınlıklara gösterdiği yakın ilgi ve duyarlılık bilinen bir husus. Aslında azınlık denildiğinde devletimiz Lozan Andlaşmasında tâdât edilen Rum, Ermeni ve Yahudileri bu kapsamda görüyor. Ama onları bile “Ne mutlu Türküm diyene” demeye mecbur sayan ilginç bir siyaset takip ediyor.
Bu tavrın bir uzantısı olarak, cumhuriyetin başından bu yana azınlık haklarına yönelik ciddî ihlâller söz konusu. Azınlık vakıf ve mülkleri, patrikhane ve ruhban okulu olarak özetlenebilecek maddelerdeki ihlâller halen de gündemde.
Devlete hakim olan zihniyet, bu ihlâlleri kaldırmaya bir türlü yanaşmıyor. Zira azınlık haklarının önü açılırsa, Müslüman çoğunluğa uygulanan yasak ve kısıtlamaları kaldırma zorunluluğu da gündeme gelecek. Bundan korkuluyor.
Söz gelişi, ruhban okuluna izin verilirse, tarikat ve cemaatlerin de kendi okullarını kurmak için baskı yapacağından; ruhban okulunda tahsil görecek rahibe adaylarına kıyafet özgürlüğü tanınırsa, Müslüman kızlara uygulanan başörtüsü yasağının zora gireceğinden; veya Papa’nın Ayasofya’da dua etmesine göz yumulursa Müslümanların orada namaz kılma talebini geri çevirmenin iyice zorlaşacağından kaygı duyuluyor.
Ve bu konular, statükonun yumuşak karnı olarak dayatmacıları giderek daha fazla zorluyor.
Ancak geçtiğimiz günlerde, bu bağlamda çok ilginç bir gelişme oldu. Laiklik tartışmalarının iyice tırmandığı son günlerde laikçi cenahtan bazıları, “demokratik laiklik” vurgusunu ısrarla tekrarlamaya başlayan AB’ye şöyle seslendiler:
“Türkiye’deki azınlık haklarını büyük duyarlılıkla takip ettiğinize göre, azınlık durumuna düşen laik kesimin kaygılarına da kulak verin...”
İşin bir başka enteresan tarafı, bu talebi seslendirenlerin, yakın zamana kadar, belki halen de AB’yi “yeni yeni azınlıklar ihdas ederek Türkiye’yi parçalamak istemek”le suçlamaları. Ve kendilerini, “Aleviler, Kürtler, Romanlar” gibi, hakları çiğnenen azınlıklar olarak gösterilenler listesine yeni bir madde olarak ilâve etmeleri.
Azınlık veya çoğunluk ayırd etmeden koca bir milletin en temel haklarını gasp etmekte beis görmeyen bir zihniyetin düştüğü şu durum başlı başına bir ibret tablosu değilse ne olabilir?
Buram buram çaresizlik kokan bu başvurunun, her tarafından dökülen samimiyetsizlik ve ikiyüzlülük nişaneleri de işin aynı bir vechesi.
Umarız, AB, ancak iyice sıkıştığı ve zora düştüğü için kendi kapısına dayanan bu samimiyetsiz tavrın arkaplanındaki gerçeği görür ve tuzağa düşmez. Ve aynı cenahın haftalardır boy hedefi haline getirip yaylım ateşine tuttuğu Lagendijk’in son beyanlarında gözlenen tereddüt ve yalpalama işaretleri AB’nin tavrına yansımaz.
Artık tedavülden kalkmış gibi görünen yeni anayasa taslağının hazırlayıcılarından Doç. Dr. Serap Yazıcı, “laikçi azınlık” vâkıasını, 27 Mayıs faciasının 48. yıldönümünde şöyle tarif ediyor:
“Cumhuriyetin kurucuları 1950-60 arasında artık iktidarda değillerdi. Hem toplumsal, hem siyasal anlamda azınlık oldular.” (Taraf, 26.5.08)
Neşe Düzel’e verdiği mülâkatta, bunun sonucu olarak 1961 Anayasasının, seçilmiş iktidarları sınırlamak isteyen bir anlayışla hazırlandığını hatırlatan Yazıcı, Batıda eşit konumda olan yasama, yürütme, yargı arasında bizde hiyerarşi oluşturularak yargının tepeye yerleştirildiğini belirtiyor.
Amaç, yasama ve yürütme iktidarının yargı organları eliyle sınırlanıp engellenmesi. 27 Mayıs sonrasındaki süreçte hep bunun sıkıntıları yaşandı. Meclis kararları Anayasa Mahkemesi, hükümet icraatları Danıştay tarafından denetlendi.
Son dönemde olanlar bunun yeni örnekleri.
Yazıcı bu yaşananları “hukuksuzluk savaşı” olarak niteliyor ve yargının hukuktan değil, seçkinlerden yana tavır aldığını, çünkü zihniyet olarak kendisinin de seçkinci olduğunu söylüyor.
Çare yargı reformu ve daha önemlisi zihniyet değişimi. Ama bu nasıl olacak ve kim yapacak?
27.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|