"Oku” diyor Cenâb-ı Hak ilk vahiyle Habibine. “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” “Ikra!” nidasıyla başlıyor İslâmiyet. Ve bütün mevcudat okunmayı bekleyen mücessem bir âyet oluyor. Üstad, Rabbimizi bize tarif eden üç küllî muarriften bahsederken birinci olarak kâinatı zikrediyor. Biz de kâinat kitabının Melbourne sahifesinde Rabbanî âyetleri mütalâa ve müşahede ediyoruz. Âyetü’l -Kübra’da kâinattan hâlikını soran seyyah gibi “bu muhteşem memleketin” sahibinin eserlerinden olan yağmura hayretle bakıp, zevk ile onun hazin şıpıltılarını dinliyoruz. “Rahmet tecessüm ederek, katreler suretinde hazine-i Rabbaniyeden akıyor.” Melbourne’da yağmurun yağışı bir başka. İri iri damlalar şeklinde iniyor yağmur semadan. Bu ritmik yağış, kâinattaki mûsika-i zikriyeden bir fasıl. Adeta mûsikî ziyafetinde buluyor insan kendini. “İnsanlar ümitsizliğe düştüklerinde yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan da Odur” âyeti yağmur gibi nüzül ediyor kalblerimize. Âlemlere rahmet olarak gönderilen bir rahmetin mücessem bir sembolü olan yağmur, duâya sevk ediyor bizi. Hani yağmur yağdığında, Allah’ın Habibi ellerini omuz hizasında kaldırıp duâ edermiş ya, biz de ona benzeyerek, onun gibi olmak istiyoruz. “Huzurda olup huzur bulmak” için el açıyoruz âlemlerin Rabbine.
Daim teceddüd eden bir ayineler mecmuası olan kâinat sarayının en parlak ve mücellâ ayinesi insana bakıyoruz. Fıtraten bütün kâinatla alâkadar olan insan mahiyetinin genişliğiyle yetmişten ziyade esmaya ayinedarlık ediyor. “Nasıl esmada bir ism-i âzam var; öyle de, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır” diyor Üstad. “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var” ihtarıyla biz de kâinat kitabının Melbourne sahifesinde güzelden gelen en güzeli, yani insanı tefekkür ediyoruz.
Melbourne’da çok kültürlü bir hayat var. Ve bununla gelen, dillerin ve renklerin farklılığı da Rabbimin âyetlerinden. Belediye otobüsleri ve trenler bu noktada adeta bir tefekkür deryası. İnenler ve binenler “Bana da bak; beni de oku” diyorlar. Afrikalı bir çocuğun kıvırcık saçları, esmer yüzü, kalın dudakları ve kocaman gözbebeklerinde O'nun esmasının nakşını ve san'atının garaibini müşahede ediyoruz. Kimi Hindu, kimi Çinli, kimi Yugoslav, kimi İngiliz… Renkler ayrı, diller ayrı. Hepsi de Rabbimin âyetlerinden.
Mizaçları bile farklı milletlerin. Genel özellik kimi sıcakkanlı, kimi soğuk, kimi paylaşımcı ve ikramperver. Kalpten kalbe mutlaka bir yol vardır. İnsan yüz kapılı bir saraydır. Doksan dokuzu kapalı olsa da, her insanın dünyasına açılan bir kapı mutlaka vardır. Biz yeter ki kapıyı arayalım. Bulunca da kavl-i leyyin, muhabbet ve tebessüm anahtarıyla girelim o kapıdan. Satır satır okuyalım insanı. Yürek fethinde birer Fatih olalım. Fatih gibi bakalım insanlığa. Hoşgörüyle ihya edelim gönülleri. “Ya İstanbul beni alacak, ya ben İstanbul’u” deyip, maksadında fani olan Fatih’in, fetih müyesser olunca, şehri ve gönülleri inşası gibi inşa edelim gönülleri.
”Hal ve etvar ve ahlâkımızla Kur’ân’ın mânâsını neşredip,” “ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.”
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|