Bediüzzaman, Müslümanların “maddeden terakki”sini önemser. Ancak mânevî gelişmenin yanı sıra ilim, fen ve teknolojide ilerlemeye, “maddî gelişme”ye vurgu yaparken bile, hep mâneviyatı esas alır. İnanç ve ahlâk tahkimini öne çıkarır. Maddî gelişmenin ancak dinî-mânevî gelişme ve ahlâkî inkişâfla olabileceğine dikkat çeker. İnsanlığın barış ve huzurunu temin eden “hakîki medeniyet”in ancak mânevî terakki taçlandırılmasıyla olabileceğini açıkça belirtir. (İşârâtü’l İ’câz, 142)
Daha geçen asrın başlarında Müslümanları “maddî terakki”ye teşvik ederken, “Bu memleket insanlarının makine-i tekâmülatının (maddî ve mânevî yükselme aracının) buharı (yakıtı) diyanettir” demesi ve “milletin kalp hastalığı zaafı diyanettir, ancak onu takviye ile sıhhat bulabilir” temel tesbiti bunun içindir. (Divân-ı Harb-i Örfî, 62-63)
Kısacası, Bediüzzaman’a göre, “maddeden terakki”de yine “İ’lây-ı kelimetullah” olarak formüle edilen, Allah adının yüceltilmesi, İslâm’ın yayılması ve Kur’ân’ın hâkim olması içindir…
Kaldı ki Bediüzzaman, İslâm’ın diğer dinlere kıyas edilemeyeceğini, Hıristiyanlıktaki dinî reformun İslâma tatbik edilmeyeceğini izâh eder. Müslümanların İslâmı yaşamaları nisbetinde terakkî edip medenileştiklerini, İslâm hakikatlerinde zâfiyetleriyle vahşete düşüp belâlara, mağlubiyete düştüklerini madden ve mânen gerilediklerini, tarihin şehâdetiyle ispat eder. Başta Hıristiyanlık olmak üzere sair dinlerin bilâkis olduğunu, aradaki “mühim farkı” açıklar. Kur’ân’ın her cihetle insanlığı maddî ve mânevî terekkiyata sevk etmek için ders verdiğini beyân eder. (Hutbe-i Şâmiye, 29, 39)
Dinini terk edip İslâmiyetten çıkan bir Müslümanın daha hiçbir peygamberi ve mukaddesi tanımayacağını, Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemeyeceğini, insanlıkla alâkalı hiçbir mânevî kemâlatının kalmayacağını, vicdanının tamamen tefessüh ederek çürüyüp kokuştuğunu yazar. İçtimaî hayata hiçbir faydası kalmayan âdeta öldürücü bir zehir hükmüne geçtiğini ifâde eder.
Müslümanlıktan çıkan dinsizleri, “terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve asâyişi kıran” kalkınmaya engel anarşistler olarak “meslekçe tahribatçı” muzır birer mahlûk hükmüne geçtiklerini kaydeder. Bundandır ki; “Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakkî ve saadet-i hayatiyeyi (dünya barış ve huzurunu) beklesin” diye “ehl-i bid’a” dediği dinde reformculara yüklenir... (Mektûbat, 423-424)
Bu bakımdan, altı bin sahifeyi aşkın Kur’ân tefsiri müellifi Said Nursî’nin Müslümanları maddî terakkiye, dünyaya, çalışmaya “kalben değil, kesben” çalışmasını, “dünyevileşmeyi” önerdiği şeklinde tekellüflü te’villere girişmek, Bediüzzaman’ı ve mefkûresini anlamamaktır.
“Bu taassub-u dinî bizi geri bıraktı” uydurmasıyla, Avrupa’nın dinini bırakıp Protestan olmakla ilerlediğini iddia edenlere “Yanlışsınız ve aldanmışsınız! Veya aldatıyorsunuz” diye şiddetle karşı çıkan Bediüzzaman gibi bir müceddidi, “Müslüman kapitalizminin öncüsü” göstermek,—iyi niyet hâriç—hâriçten üflenen “Kalvinist İslâm” projesinin bir ucudur. En azından Müslümanların “dünyevileşme tuzağı.
Belli ki çoğu din ve diyanetle alâkası olmayan çeşitli kisveler altındaki “din câhilleri”nin ileri sürdükleri bu tür nevzuhur iddialar, ithal malı hiçbir dinî ve ilmî mesnede dayanmayan denemelerdir. “Zamanın ilcaatı” gerekçesiyle kendi dar “kafa fenerleri”ne göre “rızâ-i İlâhi”ye tamamen zıt konjonktürel “indî yorumlar” ve “arzî içtihatlar”la farkında olarak olmayarak bazı hârici güç merkezlerinin “ılımlı İslâm” ve benzeri “tahribatçı projeleri”ne zemin hazırlamaktır…
Aslında Bediüzzaman için “moderniteye açılan bir yol”da “Anglo-Sakson sekülarizmine yakın bir yerlerde durduğu” yakıştırması, benzeri isnadlar yeni değildir. Daha önce benzer iddialarda bulunulmuştu…
Bediüzzaman’ı ve Nur talebelerini “Türkiye’de Kalvinizmin öncüsü” göstermeye yeltenilmiş; Calvin gibi dini dünyevileştiren Kapitalizmin kurucusu bir filozofa benzetme iftirasında bulunulmuştu. Ne var ki bütün bunlara bir dizi cevap verildiği halde, isnad sahipleri hiç oralı olmamışlardı. Oysa samimiyet, bu ikazlara kulak vermeyi gerektirir…
Oysa hayatıyla ortaya koyduğu inancına ve hizmet metoduna tamamen aykırı olarak, “fikren avam tabakasındanım ve eskiden beri burjuvaya karşıyım” diyen Bediüzzaman’ı ve Nur talebelerini, “sekülarist, modernist ve üniversalist kimlik taşıyan yeni taşra burjuvazisi”ne yakıştırmak, en hafif tabirle Bediüzzaman’ı ve “dâvâsı”nı anlamamaktır…
Çünkü Bedüzzaman, temelde bu tür “sekülarist ve modernist” görüşlere ve “refleks”e karşıdır. Kur’ân tefsiri altı bin sayfayı aşkın eserlerinde bu husus açıkça okunur. Bediüzzaman’a göre, mütedeyyin bir insanın, “aynı zamanda da sekülarist, modernist ve üniversalist kimlik taşıyan yeni taşra burjuvazisi”nden olması da mümkün değildir.
“Son tahlil”de Said Nursî, “uhrevi’yle ‘dünyevi’yi ayrıştıran laik” ya da “Anglo-Sakson sekülarizmine yakın bir yerlerde” değil, “Kalvinci Protestanlıkla benzeşen” hiç değil, bir mâneviyat adamı, İslâm âlimi ve Kur’ân müfessiridir…
Bunun böyle bilinmesi gerekir…
25.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|