‘Yaşlı kıt'a Avrupa’da yaşayan nüfusun çoğunluğunun ihtiyarlardan meydana gelmesi, ülke yöneticilerini ciddî ciddî düşündürüyor. Kalkınma ve refah için genç bir nüfusa sahip olmanın avantaj olduğu ortada. Elbette sadece genç nüfusla işler hallolmaz. Bu nüfusun aynı zamanda eğitimli ve ‘donanımlı’ olması da gerekiyor.
Ailelerin sahip olması gereken çocuk sayısı konusunda elbette ‘ihtilâf’ vardır. Kimi aileler çocuğu yük görür, kimi aileler de ‘çok fazla’ çocuğa sahip olmayı hedef olarak belirler.
Mutlaka her işte olduğu gibi bu konuda da ‘vasat yol’un tercih edilmesi önemlidir. Bu konuda olması gereken şey, kişileri, aileleri ‘mahalle baskısı’na maruz bırakmamaktır. Türkiye’de bir dönem ailelerin çocuk yapmasını engellemek için büyük kampanyalar açıldığına şahit olduk. Türkiye’yi ‘idare eden’ler de bu kampanyalara bilerek ya da bilmeyerek destek vermiş, bütün çağrılar ‘daha az çocuk’ üzerine kurulmuştur. Bu çağrılara ‘mahalle baskısı’ da ilâve olunca 3 ya da 5 çocuklu aileler garip karşılanır hâle gelmiştir.
İmkânlara ve şartlara göre değişse de nihayetinde kaç çocuk konusunda asıl karar sahibi aileler olmalıdır. Devlete düşen, bu çocukların eğitimini en iyi şekilde verebilmek için gerekli yatırımları yapmaktır. Görünüşte kolay, ama neticeleri itibarıyla tehlikeli olan bu yolu tercih edip, ‘az çocuk yapın’ ya da ‘yapmayın’ şeklindeki çağrılar, devleti idare edenlerin üzerine vazife olmamalıdır.
Devletin politikasına inanıp, ‘mahalle baskısı’ndan da ürken bazı sanatçılar, zamanında hiç ya da az çocuk yapmayı tercih ediyor, ilerleyen yıllarda ise pişmanlıklarını itiraf ediyorlar. Bu konuda çok örnek var, ama sadace bir itirafı hatırlatmak gerekiyor. Maalesef uzun zaman magazin basınının ‘oyuncağı’ olmuş bir san'atçı şöyle demiş: “(...) Tabiî buna rağmen yine de çocuk yapmayı zaman zaman düşünüyorum. Bu düşünce gidip geliyor. Bu kararı tek başıma veremem. Karşılıklı vermek lâzım. Ama itiraf edeyim ki gözüm korkuyor. (...) ‘Zamanında keşke bir sürü çocuk yapsaydım’ diyorum. Ben yapım gereği çocuk yapmayı her daim düşünebilirm. 70 yaşında bile...” (Hülya Avşar, Posta, 18 Mayıs 2000)
Milletin memnun olmadığı televizyon programları da yapan san'atçı, bir bakıma kendi programlarından da şikâyetçi. Hedefinde bir TV kanalı yöneticisi olmak bulunduğunu açıklayan san'atçı ‘çizgi’sini de şöyle belirlemiş: “Bazı istisnalar dışında bugün bizim televizyonlarımızda gösterilen kadın programlarının çoğunu yayından kaldırırdım. Ayrıca çocukları olumsuz etkileyecek programları da kaldırırdım.”
Bakınız, kadınların ‘fıtrî meylini’ ortaya koyacak şekilde ‘keşke daha fazla çocuk yapsaydım’ diyen bir san'atçı, aynı zamanda mevcut TV programlarından da şikâyet ediyor. Peki, sabah-akşam içten içe şikâyet etse de bu programları seyreden ‘aile’lere ne demeli? Magazin medyasının ‘malzemesi’ olan bir san'atçı bile bu programlardan şikâyetçi olduğuna göre, aileyi korumak için bir araya gelen dernekler, vakıflar ve diğer sivil toplum kuruluşları niçin sessiz?
Kendimizi ve çocuklarımızı hem TV’lerin ‘zararlı yayınları’ndan, hem de olur olmaz ‘mahalle baskıları’ndan koruyalım...
28.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|