Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde daralmaların yaşandığı, ilişkilerin kopma noktasına geldiği anlarda Başbakan’ın Kasımpaşalı edasıyla sık sık tekrarladığı “Kopenhag Kriterleri’ni Ankara kriterleri yapar, yolumuza öyle devam ederiz” sözleri Türk demokrasi tarihinin umut verici ifadelerinden biriydi.
AKP, Türkiye’nin 28 Şubat sonrası demokratikleşme-normalleşme sürecinde yoğun sıkıntılar yaşadığı bir dönemde iktidar oldu. Başbakan’ın Kopenhag Kriterleri’ne vurgu yapan konuşmaları bu sebeple umut vericiydi. Nitekim AKP’nin ilk yıllarındaki AB yolunda attığı adımlar umutları arttırmıştı.
Avrupa Konseyi’nin Kopenhag’da 1993 yılında aldığı bir kararla “Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı” olarak belirlediği siyasî kriterler AB’ye aday ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce yerine getirmesi gereken yükümlülükleri ifade etmekteydi. Bu kriterlerin gösterdiği doğrultuda kendi insanına yaşama alanları açamayan ülkelerin tam üyeliği kabul edilmeyecek, askıya alınacaktı. Doğrusu, Bediüzzaman’ın insanlığın ‘beşinci devresi’nde hürriyetlerin hakim olacağı şeklindeki öngörüsünü doğrulayan bu kriterlerin ülkemiz için de geçerli olması ihtimali heyecan verici bir durumdu.
3 Kasım 2002 seçimlerinden bu yana yaklaşık altı yıl geçti. Temmuz 2007 seçimlerinden de neredeyse bir yıl. AKP’nin, söylediklerinin aksine, temel meselelerde Kopenhag Kriterleri yerine devletçi ve statükocu reflekslerle hareket etmesi, AB ile ilgili çalışmaları deyim yerindeyse savsaklaması, statükonun elini güçlendirdi, kendisini de bir kapatma dâvâsıyla karşı karşıya bıraktı. Kopenhag Kriterleri’nin yerini “Ankara kriterleri” aldı. Değişmekten korkan, yerini daha şeffaf bir yapıya bırakmak istemeyen statükonun temsilcisi durumundaki kurumlar, ‘yüzde kırk yedilik’ bir oranla milletin iradesini temsil yetkisini ele alan AKP’nin elindeki inisiyatifi alarak yol haritasını tayin etmek istiyor. Bu harita iki yola işaret etmektedir. Birincisi: çağdaş, hürriyetçi, insancıl bir dünya kuran, ferdî hak ve hürriyetleri önceleyen, her halükârda insanı merkeze yerleştiren bir anlayışı temsil etmektedir. İkincisi de, hukuk devletinin prensipleriyle uyuşmayacak tarzda insan ve onun hukukunu erteleyen bir yoldur. Çatışma, “Kopenhag Kriterleri mi, Ankara Kriterleri mi” sorusu etrafında, bu tercihlerin taraftarları arasında devam etmektedir.
Kopenhag Kriterleri’ne göre ferdin temel hak ve hürriyetleri diğer kavramların ve anlayışların önündedir. Kurumlar bu hak ve özgürlüklerin önünde değil, savunucusu ve koruyucusu konumundadırlar. Ankara kriterlerine göre ise fertler statükonun tayin ettiği sınırlar içinde özgürlüklerini yaşarlar. Fertler, askerî veya sivil otoritenin hükümranlık sahalarına göz dikmedikleri kadar özgürdürler.
Ankara kriterleri çeşitli üst kurumlara “âlî görevler” yükler. Siyasî partilerin aldıkları oy oranları, milletin değerleri, milletin vicdanı-hissiyatı bu âlî görev karşısında teferruattan ibarettir. Türkiye’nin son günlerde maruz kaldığı muhtıra niteliğindeki bildirileri de bu âlî görev çerçevesinde değerlendirmek gerekir. “Devletin yüksek menfaatleri” insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi sonradan icat edilmiş kavramların ve anlayışların önündedir. Bu anlayışa göre bir tarafta “milletin efendileri” vardır, diğer tarafta da ötekiler. Ötekiler, ötekidir sadece; aydın olamazlar, talep edemezler, doğruyu seçemezler.
Küresel Huzur Endeksi (GPI) adlı kuruluşun raporuna göre “dünyanın en huzurlu ülkeleri” sıralamasında 140 ülke arasında 115. sıradayız! Listenin başında Kopenhagcı bir (İzlanda) ülkenin, sonunda da bir İslâm ülkesinin (Irak) yer alması çok acı ve düşündürücüdür. Ankara kriterlerinin sıralamada bize tayin ettiği yeri yukarılara taşıyacak, genlerinde demokratik kodların hakim olduğu siyasî bir iradeye ihtiyacımız var; “Ben Kopenhag Kriterleri yerine Ankara kriterlerini tercih ediyorum” demiyorsanız eğer.
27.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|