Meşhur Fransız filozofu Sartre, bir yazısında “Hiçbir zaman Alman işgalindeki kadar hür olmamıştık” der. İfade, İkinci Dünya Savaşında ülkesini işgal eden Almanlara karşı mücadele eden birisi için tezat gibi görünse de, hürriyet ve devlet kavramlarıyla ilgili fikirlerini çekinmeden ifade etmesi ve yine en önemli eserlerini de bu dönemde neşretmesi onun ne demek istediği hakkında bize bir fikir verir.
Filozofun felsefî pek çok fikirlerini beğenmesek de, kendisinin savaş karşıtlığı takdire şayandır. Vietnam’ın işgaline karşı çıktığı gibi, şoven milliyetçiliği kenara iterek Cezayir’in işgaline de şiddetle karşı çıkmıştır. Aynı zamanda ideolojisini bir yana koyup Macaristan’ın işgaline de karşı çıkmıştır.
Sartre anlaşılan, İkinci Dünya Savaşı bile olsa savaş ve işgalin bir gün mutlaka biteceğini ama fikir bazında boyun eğmekle ya da yayınlanmamış ve yaşanmamış fikir ve davranışların kendisiyle birlikte ölmesiyle, esas savaşın işte o zaman kaybedileceğini fark etmiş olmalı.
Şimdi aynı dönemler için Türkiye’ye dönecek olursak; bir önceki dünya savaşında Ruslarla savaşırken at üstünde bile İşârâtü’l-İ’câz adlı meşhur eserini telife devam eden Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Dünya Savaşıyla haber olarak bile ilgilenmez ve “zalimlerin satranç oyunu” olarak değerlendirir. Talebelerine şöyle der: “Bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.” Evet o dâvâ yerküre genişliğindeki bir cennet mülkünü ihtivâ eden ebedî bir hayatı kazanma veya kaybetme dâvâsıdır.
Sartre ve Bediüzzaman Said Nursî’ye göre fikirler ve dâvâ, savaştan çok daha önemli! Savaşlar da en nihayetinde bir araç. Alman işgalinden kurtulan Fransa, daha sonra Cezayir’i işgal edip milyonları katlettiğinde savaşı gerçekte Sartre, hürriyet ya da insanlık değil zulüm kazanmıştı. Sartre Alman işgalinde nasıl hürriyeti, demokrasiyi ve insan haklarını savunuyorsa Cezayir işgalinde de, eline silâh alamadı ama yine de aynı çizgiyi en azından düşünce olarak devam ettirdi. Ancak pek çok Fransız, pek çok aydın ve iktidar sahipleri aynı çizgiyi devam ettiremediler, zulme ve haksızlığa karşı duramadılar. Çünkü onlar da iktidar, kurulu düzen, mevcut statü gibi pek çok araçlarla zulümden, sömürüden ve emperyal ilişkilerden, dolaylı ya da dolaysız pay alıyorlar, ya da almayı hesaplıyorlardı.
Sartre’nin kalbini ve kalemini Nazi orduları her türlü ceberutiyetine rağmen bağlayamamıştı. Hatta esir kampında bile oyun yazıp oynatmıştı. Fakat savaş sonrası, vitrindeki kahramanlara karşı fikirleri ifade etmek öyle kolay değildi. Onun elini-kolunu ve kalemini bağlayan artık kendi vatandaşları ve vatan-millet gibi kavramlardı. O yine de yazdı ama iktidar nimetine kavuşanlar yazamadılar, konuşamadılar. Nazilerin Fransa’da yaptığı zulmün yüz katını Fransızlar Cezayir’de yaptı. Anlaşılan mağlup edilen Naziler değil; Almanlarmış. Risâle-i Nur’da geçtiği şekliyle “kurt gövdeye girmiş”.
Bediüzzaman Said Nursî’nin kendi memleketimizde maruz kaldığı baskıları anlatmak için kullandığı: “Üç sene Rusya’da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler” ifadesi, Sartre’ninki kadar radikal değildir, ancak mühim bir hakikatın ironik bir ifadesidir.
Peygamberimizin (asm), “Bir elime güneşi, diğer elime ay’ı verseniz, yine de bu dâvâdan vazgeçmem” diyerek kendisine teklif edilen bütün iktidar imkânlarını elinin tersiyle itmesi, kurulu düzene ve statükoya teslim olunmaması açısından çok önemli bir prensiptir. Yine Bediüzzaman Hazretlerinin, kendisine teklif edilen mebusluk, şark umum vaizliği gibi bir çok imkânı reddetmesi de aynı prensip doğrultusunda statükoya teslim olmamak, zulme ortak olmamak ve kaleminin önündeki bütün engelleri kaldırabilmektir. Vicdanını ve kalbini prangaya mahkûm etmemektir.
“Taç giyen baş akıllanır” diye meşhur bir söz vardır. Devlet sorumluluğunu alan kişinin daha ılımlı hareket edip maceralardan uzak duracağını ifade etmek için söylenmiş bir söz. Ancak iktidar nimetini kaybetmemek için statükoya uyup bütün iddialarından vazgeçenler görüldüğünde, “iktidarla terbiye etmek” taktiğinin zamanımızda da uygulamada olduğunu görmek zor değildir! Yapıyor, ya da yapmak istiyor görünüp de hiçbir şey yapmayanlar için, iktidar nimetlerinin uysallaştıran ve ehlileştiren cazibesi ve kaybetme korkusu gerçekten nelere kâdirmiş dememek mümkün değil!
Risâle-i Nur’da, zulme uğrayarak devlet yönetiminden uzak tutulan Ehl-i Beyt için, murad-ı İlâhî ve kaderin hikmetlerinden birisi şöyle ifade edilir: “Âdi vâliler yerine, evliya aktablarına mercî oldular”. Gerçekten de Ehl-i Beytten vâliler, mezheb imamlarından kadılar olsaydı; kalbleri bu kadar hür, başları bu kadar dik, halkın onlara teveccühü bu kadar kalbden olur muydu? Gönüllerdeki tahtları bu kadar yüksek olur muydu? Ya da İslâm dünyası istikametini bu kadar uzun süre muhafaza edebilir miydi?
27.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|