Abdullah Bey: “Kendine güven duygusunu geliştirirken nefsimiz şımartılmıyor mu? Kendine güven nasıl olmalıdır?”
Ne kendimizi yok sayabiliriz, ne de kendimizi olduğumuzdan fazla büyütebiliriz! Ne Allah’ın verdiği gücü inkâr edebiliriz—çünkü bu nankörlük sayılır,—ne de Allah’ın verdiği gücü kendimizden bilebiliriz! Ne mütevazi oluyorum diye, bir miskin rolünü takınmaya ve Allah’ın bize hiçbir şey vermediğini iddiâ etmeye hakkımız vardır; ne de tahdis-i nimet ediyorum diye, varlıklı olmakla büyüklük taslamaya, güçlü olmakla kibirlenmeye, Allah’ın verdiği hediyeleri sahiplenmeye yetkimiz vardır!
Bazen tevazûun nankörlükle, bazen de tahdis-i nimetin, yani Allah’ın verdiği nimetleri ikrâr ve itiraf etmenin kibirlenmekle karıştırıldığını ve ikisinin de zarar verdiğini kaydeden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, ne Allah’ın ikramlarını “tevazu” adına yok saymaya, ne de bunları “tahdis-i nimet” adına sahiplenmeye ve bunlarla kibirlenmeye hakkımız olmadığını beyan eder. Allah’ın verdiği meziyet ve kemâlâtı ikrâr ederiz, bunu söyleriz, bunu yaşarız, bunu kendi çapımızda güven konusu yaparız. Aksi takdirde bunları yok saymak küfran-ı nimet ve nankörlük olur. Bunları sahiplenmek, bunları bir Allah vergisi olmaktan çıkarmak ise, şüphesiz büyüklenmek ve şımarmak olur. Yani Allah’ın verdiği şeyleri yok saymamız doğru olmadığı gibi, kibir malzemesi yapmamız da doğru değildir! Birincisi nankörlük, diğeri şımarıklıktır.
Üstad Bedîüzzaman bu hususu bir misâl ile şöyle açıklar: “Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, ‘Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin’ Eğer sen tevazukârâne desen, ‘Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?’ O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirâne desen, ‘Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz!’ O vakit, mağrurane bir fahirdir. İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: ‘Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir'
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri aynı düsturla, bu asrın hakikat hazinesi olan Risâle-i Nur hakkında diyor ki: “Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerim’in hakaikinden telemmu’ etmiş şuâlardır.”1
Allah’ın bizi diğer varlıklardan farklı olarak ayrıcalıklı duygular ve cihazlarla donattığını, bize yüksek hasletler ve meziyetler verdiğini elbette itiraf ederiz, ikrâr ederiz, etmeliyiz ve bu imtiyazı yaşarız. Allah’ın kulu olmakla şeref duyarız. Ve tüm bu meziyetlerin bir Allah vergisi olduğunu bir an bile unutmayız. Bu meziyetlerle hayırlı işler yaparız. Meziyetlerimizi Allah’ın râzı olmadığı şeylerde kullanmayız; hayırda kullanırız. Meziyetlerimizi inkâr etmemize de gerek yoktur.
Kur’ân buyurur ki: “Bir işe karar verip azmettiğin zaman Allah’a dayanıp güven, Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah Kendisine tevekkül edenleri sever.”2 Kendimize güveniriz. Çünkü Allah’a güveniriz! Çünkü bizi yaratanın Allah olduğunu biliriz! Allah’ın bizi tek ve müstesna yarattığını bilir, kabul eder ve bu farklı yanımızla insanlığa hizmet ederiz, Allah’a kulluk yaparız. Bu fahr ve gurur olmaz, kibirlenmek ve şımarmak olmaz; şükür olur. Fakat Allah’ın verdiği imkânları, ikrâmları ve meziyetleri kendimize değil; Allah’ mal ederiz.
Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, kendisi kaleme aldığı ve çağımızın eşsiz Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur ile ilgili olarak, yukarıda verdiğimiz aynı sayfada, “Risâleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın reşâhât-ı meziyâtına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim” demektedir.
Demek, sahip olduğumuz güçleri ve nimetleri yok sayarak değil; şımararak ve sahiplenerek de değil; tevazu içinde ve tahdis-i nimet anlayışıyla Allah’a güvenerek büyük işlere yönelmek ve Allah’ın izniyle başarmak imkânımız vardır! “Abartı” doğru ve hak bir davranış değildir. İfrat da, tefrit de doğru değildir! Peygamber Efendimiz (asm); “İşlerin hayırlısı orta olanıdır!” buyurmuştur.
O halde yapılmayı bekleyen ve yapmadığımızda ortada kalacak bir hizmet olduğunda, hemen davranmalı ve Allah ne imkân verdiyse yapmaya gayret etmeliyiz. Şüphesiz bu esnada Allah’a tevekkül etmeliyiz. Yoksa, “Estağfurullah! Ben neyim ki? Ben bir hiçim! Ben kimim ki?” deyip kenara çekilmek doğru bir davranış değildir.
Her zaman prensibimiz; “Gayret ve çalışmak bizden, bize tevfik vermek ve bizi başarılı kılmak ise Allah’tandır” olmalıdır.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 358; 2- Âl-i İmrân Sûresi: 159
29.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|