|
|
Mehmet KAPLAN |
Ailelerimize düşen büyük görev |
|
Bu sıralar:
Kısa adları ile SBS, OKS ve ÖSS sınavları telâşa verdi hepimizi!
Ve;
Bu sınavlara hazırlanan öğrenciler…
Güzel Allah’ım;
Yardım ede..
Bu çocuklarımıza ve gençlerimize…
Ve dahi;
Ailelerine!
Bir yanda; bahar yorgunluğu.
Öte yandan:
Bu sınavların stresi ile uğraşıyorlar…
Dolayısı ile hem gençler ve hem de aileler büyük bir telaş içindeler.
Çocuklarının emekleri boşa gitmesin diyerek kaygılanan aileler…
“Ya başaramazsam…!” diyerek panikleyen çocuklarımız….
Bedenen ve ruhen endişelenen yavrular, babalar; analar!
***
Şimdi;
Onlara kolaylık sağlayacak meccani bazı öneriler:
Meccani..
Yani:
Karşılıksız, bedava…
Önce anne-babalara!
Anne ve babalar dikkat..!
Evde profesyonel hakemler gibi davranın.
Ancak unutmayınız;
En iyi hakem sahada varlığı en az hissedilen hakemdir!
Yemek konusu dahil çocuklarınızın hemen her şeyle-rine müdahale etmeyin.
Çantalarını iyi beslensinler diyerekten sakın kilere benzetmeyin(!)
Hele hele;
Az heyecanın başarıya, çok heyecanın ise başarısızlığa yol açtığını unutmayın!
Varlık nedenlerimizden olan çocuklarımıza ikide bir:
“Hemen yat. Uykun var uyu! Televizyon yasak!” demek yerine o yasağa önce siz uyun lütfen!
***
Şimdi de çocuklarımız için teklifler:
Canlarımız ve yarınlarımız;
İmtihanlara az kaldı.
Bu bir gerçek ve gerçeklerle yüzleşmekten asla korkmayın.
Ancak şunu da asla unutmayın:
Yeryüzünde bu tür sınavlara giren ne ilk ve ne de son insan siz değilsiniz.
Verimli ders çalışma metotlarına dikkat!
Siz ne dediğimizi iyi anlarsınız…
Ama en önemlisi şudur:
Sınavların size çalışma heyecanı ve başarı katmasına kapı aralayın bu mutluluğu bir kez kazandınız mı peşi gelir.
Tamam:
Okullardan birinci çıkmaktansa hayattan iyi bir puan almak ve mutlu insan olmak daha önemli..!
Ama:
Sadece bizde sınav yok ki.!
Mesela Japonlar, bu imtihan dönemlerine ne diyorlar biliyor musunuz?:
“Şikencigoku..”
Yani: “Sınav Cehennemi..”
Bakın,
Beterin beteri de varmış(!)
Ama;
Belki de adamlar bu yüzden bu kadar başarılılar.
Çünkü:
Allah; herkesin Allah’ı…
Çalışana veriyor!
Atalar; ne demişler?
“At binenin, kılıç kuşananındır!”
29.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Asırların hedef ve hülyası |
|
Osman Ertuğrul oğlusun / Oğuz Karahan neslisin / Hakkın kemter kulusun / İstanbul’u aç gülzar yap.”
Bu tavsiyeler Osman Gazi’ye ait. Bu satırlarla o oğluna ve onun şahsında gelecek nesline İstanbul’un fethini hedef olarak gösteriyordu.
Tâ Asr-ı Saadetten beri beklenen, Osmanlılarca da peşinde koşulan hülya ve gaye-i hayal edinilen bu müjdeyi, “Ya İstanbul beni alır ya ben İstanbul’u” diyen kararlı ve gözüpek, ömrü boyunca 18 devletle iki imparatorluk fetheden Fatih Sultan Mehmed, 29 Mayıs 1453’te gerçekleştirecekti.
Evet, Osmanlıya nasip olmuştu İstanbul’u gülzar yapmak. Bu fetih, müthiş bir idealin, sarsılmaz bir azmin, dinme bilmeyen bir gayretin ürünüydü. 15. yüzyıl Bizans tarihçisi Dukas, Fatih’i anlatırken geceleri yatağında, gündüzleri makamında oturmadığı, gözüne uyku girmediği, hep İstanbul hayaliyle yaşadığı, İstanbul’u nasıl fethedeceğine dair planlar çizip durduğuna dikkat çeker. Bu idealini gerçekleştirmek için ne yapılması gerekiyorsa onları yapardı bu idealist insan.
Ondaki bu bitmez tükenmez gayret ve ideali gören Bizanslı yazar Kritovoulos, “İhtimal nedir bilmezdi. Maksatlara doğruca ilerlerdi. Satvette, şecaatte, akıl ve zekâda, eski Yunan ve Roma’nın büyük hükümdarları, cengâverleri yanında küçük kalırlar… Bir insan ki, gemileri karadan yürütebiliyor, o bütün dünyaya hâkim olabilir” demekten kendini alamayacaktı.
Mânen de mükemmel donanımlı bu büyük insan çağımızın modern dünyasına dersler verebilecek demokratik bir anlayışın da sahibiydi. Yanında Akşemseddin, Molla Güranî ve komutanlarıyla birlikte Topkapı’dan Ayasofya’ya vardığında korkudan iki büklüm olmuş, ağlamakta olan halk ve din adamlarıyla karşılaşmış, bir papazın yerlere kapandığını gördüğünde, yerden kalkmasını istemiş; onlara can güvenliği vermekle kalmamış, özgürlüklerine dokunmayacağı teminatını vermiş, “Herkes inancında ve bunları yaşamakta serbesttir” demiş ve bunu bütün şehre ilân ettirmişti.
Bir süre sonra da yeni patrik Gennadios’u yemeğe davet etmiş, Bizans imparatorluğu döneminde sahip olduğu batan haklara sahip olduğunu söylemiş, hatta bir at bağışlayıp sarayın kapısına kadar uğurlamıştı. Öte yandan Bizans İmparatoru Konstantin Dragez’in cesedini buldurup imparatora geleneklerine uygun tören yapılmasını sağlamıştı.
Ünlü bilgin Molla Cami, onun bu ve bunun gibi insanî meziyet ve faziletlerine bakıp “Şimdiye kadar taht ve tac sahibi olmuş padişahlar içerisinde onun kadar faziletli ve olgun kim vardır?” diye soracaktı.
Fatih’in bu fethinde şüphesiz azmi, gayreti yanında ilminin de büyük rolü vardı. Her yaptığını ilmî esaslara oturtmuştu. “Dünyayı isteyen ilme, ahireti isteyen yine ilme sarılsın” hakikati onda bütünüyle tecellî etmişti. O aynı zamanda bir ilim aşığıydı. Fatih kütüphanesinde 1929 yılında bir araştırma yapan Prof. Adolf Diesman, çeşitli dillerde 587 eser bulmuş, duygularını ve Fatih’e olan hayranlığını şu cümlelerle dile getirmişti: “Fatih, dünya tarihinde bir dönüm noktası meydana getirmiş, Doğu ve Batının kapısında durmuş, her iki âlemin kültürünü nefsinde toplamış bir insandı.”
Evet, İstanbul fethi Fatih’in ilim, cesaret, dirayet, gayret, azim ve hoşgörüsünün bir meyvesiydi.
29.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Özgüven fahr değil, şükürdür |
|
Abdullah Bey: “Kendine güven duygusunu geliştirirken nefsimiz şımartılmıyor mu? Kendine güven nasıl olmalıdır?”
Ne kendimizi yok sayabiliriz, ne de kendimizi olduğumuzdan fazla büyütebiliriz! Ne Allah’ın verdiği gücü inkâr edebiliriz—çünkü bu nankörlük sayılır,—ne de Allah’ın verdiği gücü kendimizden bilebiliriz! Ne mütevazi oluyorum diye, bir miskin rolünü takınmaya ve Allah’ın bize hiçbir şey vermediğini iddiâ etmeye hakkımız vardır; ne de tahdis-i nimet ediyorum diye, varlıklı olmakla büyüklük taslamaya, güçlü olmakla kibirlenmeye, Allah’ın verdiği hediyeleri sahiplenmeye yetkimiz vardır!
Bazen tevazûun nankörlükle, bazen de tahdis-i nimetin, yani Allah’ın verdiği nimetleri ikrâr ve itiraf etmenin kibirlenmekle karıştırıldığını ve ikisinin de zarar verdiğini kaydeden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, ne Allah’ın ikramlarını “tevazu” adına yok saymaya, ne de bunları “tahdis-i nimet” adına sahiplenmeye ve bunlarla kibirlenmeye hakkımız olmadığını beyan eder. Allah’ın verdiği meziyet ve kemâlâtı ikrâr ederiz, bunu söyleriz, bunu yaşarız, bunu kendi çapımızda güven konusu yaparız. Aksi takdirde bunları yok saymak küfran-ı nimet ve nankörlük olur. Bunları sahiplenmek, bunları bir Allah vergisi olmaktan çıkarmak ise, şüphesiz büyüklenmek ve şımarmak olur. Yani Allah’ın verdiği şeyleri yok saymamız doğru olmadığı gibi, kibir malzemesi yapmamız da doğru değildir! Birincisi nankörlük, diğeri şımarıklıktır.
Üstad Bedîüzzaman bu hususu bir misâl ile şöyle açıklar: “Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, ‘Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin’ Eğer sen tevazukârâne desen, ‘Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?’ O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirâne desen, ‘Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz!’ O vakit, mağrurane bir fahirdir. İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: ‘Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir'
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri aynı düsturla, bu asrın hakikat hazinesi olan Risâle-i Nur hakkında diyor ki: “Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerim’in hakaikinden telemmu’ etmiş şuâlardır.”1
Allah’ın bizi diğer varlıklardan farklı olarak ayrıcalıklı duygular ve cihazlarla donattığını, bize yüksek hasletler ve meziyetler verdiğini elbette itiraf ederiz, ikrâr ederiz, etmeliyiz ve bu imtiyazı yaşarız. Allah’ın kulu olmakla şeref duyarız. Ve tüm bu meziyetlerin bir Allah vergisi olduğunu bir an bile unutmayız. Bu meziyetlerle hayırlı işler yaparız. Meziyetlerimizi Allah’ın râzı olmadığı şeylerde kullanmayız; hayırda kullanırız. Meziyetlerimizi inkâr etmemize de gerek yoktur.
Kur’ân buyurur ki: “Bir işe karar verip azmettiğin zaman Allah’a dayanıp güven, Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah Kendisine tevekkül edenleri sever.”2 Kendimize güveniriz. Çünkü Allah’a güveniriz! Çünkü bizi yaratanın Allah olduğunu biliriz! Allah’ın bizi tek ve müstesna yarattığını bilir, kabul eder ve bu farklı yanımızla insanlığa hizmet ederiz, Allah’a kulluk yaparız. Bu fahr ve gurur olmaz, kibirlenmek ve şımarmak olmaz; şükür olur. Fakat Allah’ın verdiği imkânları, ikrâmları ve meziyetleri kendimize değil; Allah’ mal ederiz.
Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, kendisi kaleme aldığı ve çağımızın eşsiz Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur ile ilgili olarak, yukarıda verdiğimiz aynı sayfada, “Risâleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın reşâhât-ı meziyâtına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim” demektedir.
Demek, sahip olduğumuz güçleri ve nimetleri yok sayarak değil; şımararak ve sahiplenerek de değil; tevazu içinde ve tahdis-i nimet anlayışıyla Allah’a güvenerek büyük işlere yönelmek ve Allah’ın izniyle başarmak imkânımız vardır! “Abartı” doğru ve hak bir davranış değildir. İfrat da, tefrit de doğru değildir! Peygamber Efendimiz (asm); “İşlerin hayırlısı orta olanıdır!” buyurmuştur.
O halde yapılmayı bekleyen ve yapmadığımızda ortada kalacak bir hizmet olduğunda, hemen davranmalı ve Allah ne imkân verdiyse yapmaya gayret etmeliyiz. Şüphesiz bu esnada Allah’a tevekkül etmeliyiz. Yoksa, “Estağfurullah! Ben neyim ki? Ben bir hiçim! Ben kimim ki?” deyip kenara çekilmek doğru bir davranış değildir.
Her zaman prensibimiz; “Gayret ve çalışmak bizden, bize tevfik vermek ve bizi başarılı kılmak ise Allah’tandır” olmalıdır.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 358; 2- Âl-i İmrân Sûresi: 159
29.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Pozitivist reformlar neden tutmadı? |
|
Nerede ise bir asra yakın bir çabaya rağmen dini dışlayan veya ferdin vicdanına gömmek isteyen pozitivist laikçi reform projeler neden tutmamış?
Modern ilim, sekülarizm ve pozitivizm ile, “Allah’ı, dini, mâneviyâtı öldürüp, insanı hürriyetine(!) kavuşturmak” istiyordu. Ama bunun tam tersi oldu: Modern dinsiz yaşama denemesi, başarısızlıkla sonuçlandı.
Türkiye’de de, din reformu, laikçi proje ve devrimler, “pozitivist ve seküler” batılı felsefe doğrultusunda hayata geçirilmek istendi.
Osmanlı ve Türkiye tarihine dâir eserleri bulunan Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi ve Amerikalı tarihçi Prof. Dr. Stanford Shaw, “Osmanlı Sultanını destekleyenler de vardı, Cumhuriyeti isteyenler de. Laikler de, dinî liderler de vardı. Hepsi güçlerini birleştirdi. Bu birlik olmadan Türkler başarıya ulaşamazdı. Millî mücadeledeki bu birliktelik, daha sonra korunamadı. Cumhuriyet toplumsal uzlaşmayı sağlayamadı” diyerek, cumhuriyetin kuruluşundaki devrimlerin “aceleci” bir biçimde yapıldığını ve bunun “hatâ” olduğunu ifâde derek tesbitlerini şöyle sürdürür:
“Bence Atatürk’ün yaptığı hatâ, Türk milletine yeni bir hayat tarzını, farklı grupların çıkarlarının ne olduğu konusunda yeterince danışmadan zorla kabul ettirmeye çalışmasıydı. Bu durumun sonunda şiddete sebep oldu. Bu değişiklikler, millete daha ağır bir süreç içinde tanıtılabilseydi, bu reformlar bugün şiddet düzeyine varan sonuçlar doğurmayabilirdi.”
İsrail Ankara eski Büyükelçisi Zvi Elpeleg, ülkemizdeki üç yıllık görevinin sonunda, İsrail’e dönerken bu noktayı şöyle ifâde etmişti: “M. Kemal’in projesinin tamamlanmadığını düşünüyorum... Daha eşit ve daha âdil bir toplum projesi oluşturamadı. M. Kemal, yolsuzluktan arınmış, nepotizmden uzak bir toplum yaratamadı.”1
Avusturyalı Sosyolog Barbara Push da, “Türkiye’de çok garip karşıladığım bir durum da, çökmek üzere bir sistem olmasına karşın, herşeyin hâlâ tıkır tıkır işliyor oluşu. Her yerde bir problem var ama, her şey için bir çözüm yolu bulunuyor”2 yaklaşımıyla aynı görüşü paylaşıyor. Onun henüz kavrayamadığı nokta, İslâm’ın getirmiş olduğu tevhîdî terbiye, eğitim, helâl-haram, itaat-isyan, sevap-günah, sabır, ümit, tevekkül, yardım-iyilik ile âile bağlarının kuvvetli oluşu ve dayanışma rûhunun devam etmesidir. Çünkü bin mütedeyyin ve Cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idâre ve inzibatı, on namazsız ve itikatsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram-helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu çok tecrübelerle görülmüş.3
Demek ki, ülkenin birlik, asayiş ve bütünlüğü, İslâmiyetin, Müslümanlığın doğru anlaşılıp yaşanmasına bağlı. Mâdem bu ülkenin yüzde 99’u Müslümandır, öyle ise, onun rûhuna uygun eğitim ve terbiye vermek gerekir. Zîrâ, Peygamberlerin çoğunluğunun doğuda, felsefecilerin batıda gelmesi şu sosyolojik tespitin tatbikini gerektirir:
“Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalpdir, akıl ve felsefe değil. Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvârî bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirini inkıyadla olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuşsa da çabuk ölüp sönmüş.”4
Dipnotlar:
1-Selçuk Gültaşlı, Zaman, 1997.; 2-Yeni Şafak, 8 Eylül 1998.; 3-Asây-ı Mûsâ, Yeni Asya Neşriyat, s. 13.; 4-Mesnevi-î Nûriye, s. 86.
29.05.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İktidar şansı olan partiler (4) |
|
Halk Partisinin siyaseti dinsizliğe âlet etmesine mukabil, Millet Partisinin mensupları da tutup dini siyasete âlet etmeye çalışmışlardır. Ki, asıl büyük tehlike de buradan çıkmaktadır. Zira, bu tarzdaki siyaset, Halkçıların da işine geliyor. Ellerine bol bol malzeme geçiyor. Bunları da tepe tepe kullanıyorlar. Tıpkı 31 Mart Hadisesinde (1909), Şeyh Said Hadisesinde (1925) ve 28 Şubat Sürecinde yaptıkları gibi...
İktidara gelme şansına sahip olan Millet Partisinin dindar kesimi, esasen İttihad–ı İslâm potansiyelinden istifade ettiği için, bir yönüyle bakıldığında Demokratlarla hemen hemen aynı tarz bir görüntü sergiliyorlar.
Şu var ki, Demokratlar daha ziyade "hürriyetler adına" ortaya çıkıp icraatta bulunurlarken, Milletçiler ise meydana "din adına" çıkma görüntüsünden bir türlü sıyrılamıyor. Bu da, onları ister istemez "dini siyasete âlet etmeye mecbur" bırakıyor.
Risâle–i Nur'dan ziyade tarikat cenahından siyasî destek alan Milletçilerin bir kısmı, aslında Bediüzzaman Said Nursî ile de dost geçinmişlerdir. Eşref Edib, Osman Yüksel, Necip Fazıl, Osman Nuri Köni gibi zatların milliyetçilik yönleri de olmakla birlikte, bunlar samimî dindar şahsiyetlerdir.
Gariptir ki, Üstad Bediüzzaman'ın "iman cihetinde kardeşiz, fakat siyasette değil" dediği bu zatların hiçbiri Demokrat olmadı, olamadı ve hayatlarının sonuna kadar hep Millet Partisinin değişik versiyonları içinde bulundu.
Bu partilerin liderleri, Demokratlara nisbeten daha dindar görünmelerine rağmen, bugüne kadar onlardan hiçbiri çıkıp da meselâ Bediüzzaman'a ve Risâle–i Nur'a olan yakınlığını, dostluğunu açıkça deklare etmiş, edebilmiş değil.
* * *
Demokratlar ise, ekseriyetle hürriyetçidir ve dine taraftardır. Tam dindar olmasalar da, dine hizmet etmekten çekinmezler. Kendileri zarar görseler, hatta idam bile edilseler, yine de dine ve dindarlara zarar vermezler, verdirmezler.
Din adına ortaya çıkmadıkları için, dine zararları dokunmaz. Hürriyetçi ve kalkınmacıdırlar. Milletin tamamını temsil kabiliyetine sahiptirler.
Milletin ekseriyetinden oy alırlar, destek alırlar. Buradan aldıkları kuvvetle icraatta bulunurlar. Hesabı da yine millete verirler.
Halkçılar, normal yollardan ve demokratik usûllerde onları mağlup edemedikleri için, ya darbeye taraf olurlar, ya da oylarını bölmek için türlü dolapları çevirirler.
* * *
Netice itibariyle, bu vatanda iktidar olma şahsına sahip üç parti var: Halk Partisi, Demokrat Parti ve Millet Partisi.
Demokratlar, 1950 ve 1965 seçimlerinde yüzde 50'den fazla oy alarak tek başına iktidara geldiklerini ispat ettiler. Ki, bunun tekerrürü de pekâlâ mümkündür.
Milletçiler 1983 ve 2007'de yüzde 40'tan fazla oy alarak, onlar da tek başına iktidara geldiklerini ispat ettiler.
Halkçılar ise, meselâ 1977'de yüzde 40'tan fazla oy aldığı halde, yine de tek başına iktidara gelemedi. Ancak, koalisyonla ve bir takım âlâvere–dalâvere ile muvakkaten iktidara gelebildi.
Bütün bu gelişmeler, esasen Üstad Bediüzzaman'ın yukarıda zikredilen o müstakim tahlillerinin doğruluğunu harika bir tarzda teyid ile tasdik ediyor.
Tarihin yorumu = 29 Mayıs 1453
Kutlu fethin kritik safhaları
Muhtelif milletler ve devletler tarafından tam 29 defa kuşatılmış olan İstanbul, nihayet 29 Mayıs 1453'te Sultan Fatih'in komutasındaki İslâm ordusu tarafından fethedildi.
Bu büyük fetih hadisesinin çeşitli safhaları, merhaleleri var. Bunların bir kısmı rahat aşılmış, bir kısmı ise son derece zor ve kritik gelişmelere sahne olmuştur.
İstanbul'un fethi için, gerekli çalışmalara aylar, hatta yıllar öncesinden başlanmış ve o tarihe kadar hiç yapılmayan, daha doğrusu insanlık tarihinin hiç şahitlik etmediği yeni bazı keşiflere, buluşlara imza atılmıştır. Büyük Şahî toplarının yapılması, havan topunun kullanılması, gemilerin karadan yüzdürülmesi, Haliç üzerinde dubalarla köprü inşa edilmesi, Boğazkesen'in (Rumelihisarı) sür'atle inşâ edilmesi, yürüyen yüksek kulelerin yapılması gibi olağanüstü gelişmeler, hep bu fetih hadisesi esnasında ortaya çıktı.
Bu tarihe kadar yapılan kuşatmaları etkisiz kılan en önemli bir sebep, Bizans tarafından "Rum ateşi" denilen alev toplarının kullanılmasıydı. Suyla sönmeyen, hatta daha da parlayan bu ateş topu, yaklaşan herşeyi yakıp mahvediyordu. İşte, Sultan Fatih'in mühendisliğiyle yapılan uzun menzilli havan topları, hem bu ateş güllesini etkisiz kılıyor, hem de yıkılmaz denilen kalın surlarda büyük gedikler açtırıyordu.
Kuşatmanın en kritik safhalarından birini ise, karadan ve denizden giderek yaklaşan Haçlı ordusu teşkil ediyordu.
Bizans'ın imdadına gönderilen iki Haçlı donanmasından biri Tuna'yı aşarak Karadeniz'e ulaşmış, bir başka donanma ise Ege Denizin'e gelerek karaya asker çıkarmaya hazırlanıyordu.
İşte, bu büyük tehlikenin İstanbul'a yaklaşmasına fırsat verilmeyecek bir zamanlama stratejisinin takip edilmesi icap ediyordu ki, Sultan Mehmet de aynen öyle yaptı. Gerekli bütün hazırlıkları tamamladıktan ve birtakım testleri uyguladıktan sonra, bütün kuvvetiyle yüklenerek Bizans merkezini fethetti. Şayet, bir–iki haftalık gecikme dahi yaşansaydı, İstanbul fethinin de meçhûl bir tarihe kalacağı kuvvetli ihtimal dahilindeydi.
29.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kadir AKBAŞ |
27 MAYIS’IN RUHU YÜKSEK YARGIDA MI? |
|
27 MAYIS, Cumhuriyet döneminde siyaset kurumuna siyaset dışı müdahelenin kanlı, iğrenç, utanç dolu sayfalarından biridir. Türkiye bu iğrenç müdahelenin yıldönümünü, bayram! olarak kutlamak utancından, ne yazık ki yine başka bir postal darbesi sayesinde kurtulabildi.
“Ordu ancak hükûmetin emrinde, devletin nizamını korumaya mecburdur” inancıyla hareket eden, dönemin Genelkurmay Başkanı Erdelhun Paşa’nın teğmenler tarafından tekmelenmesi çapulcuların ruh hallerini yansıtması açısından ibret vericidir.
Yakın bir zamanda siyaset kurumuna karşı benzer demokratik yaklaşımı sergileyen dönemim Genelkurmay Başkanı Sn.Hilmi Özkök’e karşı gösterilen çirkin tavırlar, rahmetli Erdelhun paşaya tekme atan teğmenlerin ruh halini bugüne taşıyordu adeta. Sn.Hilmi Özkök’ün siyaset kurumuna karşı demokratik duruşunu, yer yer hakarete varan boyutlarda eleştiren kalemlerden biri de Emin Çölaşan’dı. Çölaşan artık çok satan gazetesinde yazmıyor. Ancak yokluğunu aratmayacak biri var. Kendisiyle aynı evi ve aynı soyismi taşıyor.
Türkiye 27 Mayıs’ta anayasal düzeni ortadan kaldıran silâhlı bir grup çeteyle hesaplaşmadı. Bu meş’um fiili gerçekleştirenlerle hesaplaşmadığı gibi, bu zihniyetle de hesaplaşmadı henüz. Bu zihniyetle hukuk önünde ve kamuoyunda hesaplaşılmadığı için, aradan kırk sekiz yıl geçtikten sonra bir hukukçu yine bir hukuk kurumunun çatısı altında yaptığı bir konuşmada eli kanlı çetelerin kalkışması olan 27 Mayıs’ı yüceltme girişiminde bulundu. Bir yüksek yargı organı olan Danıştay nezdinde yüksek hakim olarak, Danıştay Başsavcısı sıfatıyla görev yapan Tansel Çölaşan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle Ankara Barosu tarafından düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmada, asla onaylanmayacak bir tutumla 27 Mayıs’ı yücelterek, bunun bir darbe değil, devrim olduğunu söyledi. Aziz şehitleri için hâlâ gözyaşı döken, dualarında isimlerini hep anmakta olan milletimize, çirkin bir iftirada bulunarak idamların çoşkuyla karşılandığı zehabında bulundu. 27 Mayıs sürecinde yaşanan utanç dolu sayfalarda yargının payı inkâr edilemeyecek kadar büyüktür. Hukukun üstünlüğü yerine gücün üstünlüğünü esas alan, mazlumların adalet arayışlarına karşı, “Sizi buraya tıkan güç böyle istiyor” diyerek hukuku katleden anlayış, kendisini gizlemeye gerek duymaksızın varlığını ve etkinliğini sürdürmeye devam ediyor.
Bir yüksek hakimin açıkça suç teşkil eden, anayasal düzenin silâh zoruyla ortadan kaldırılması eylemini övmesi karşısında başta mensubu bulunduğu Danıştay olmak üzere, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Barolar Birliği ve özellikle siyasi partilerden kayda değer tepki gelmemesi ürküntü vericidir. Türkiye evrensel hukuka ters düşen anlayış, söylem ve zihniyete, yargı organlarının hiçbir kademesinde yer vermemelidir.
29.05.2008
E-Posta:
|
|
Ahmet ARICAN |
Bağ-Kur ve SSK prim borçlarına af geldi |
|
ÜLKEMİZDE artık her üç ya da dört yılda bir yapılması neredeyse gelenekselleşen Bağ-Kur ve SSK prim borçlarına af getirilmesi uygulamasına bir yenisi daha eklendi. Bilindiği üzere, Bağ-Kur ve SSK prim borçlarına “af” ve “yeniden yapılandırma” getirilmesi uygulaması son olarak 2006 yılında çıkarılan 5458 sayılı Kanun ile yapılmıştı. Şimdi ise, 15.05.2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5763 sayılı Kanunla Bağ-Kur ve SSK prim borçlarına yeni bir “af” ve “yapılandırma” imkânı getirildi. İşin aslına bakılacak olduğunda, düzenli prim ödeyen vatandaşları bir nevi cezalandırmak anlamına gelen söz konusu bu prim affı uygulaması, aşırı faiz yükü ve gecikme zamları nedeniyle prim borçlarını ödeyemeyen bir kısım vatandaşlarımız için de bir imkân ve fırsat olmuştur diyebiliriz.
Okuyucularımıza faydalı olması açısından ve zihinlerde kalıcılığını sağlamak adına, 15.05.2008 tarihli ve 5763 sayılı Kanunla Bağ-Kur ve SSK prim borçlarına getirilen prim affını ve borç yapılandırmasını soru ve cevap halinde açıklayalım.
1) Prim affı Bağ-Kur ve SSK borçlularından kimleri ve neleri kapsayacak?
5763 sayılı prim affı Kanunuyla, esnaf ve tarım
Bağ-Kur sigortalısı olan kişilerin 31 Mart 2008 tarihine kadar (31.03.2008 tarihinden önceki) olan prim ve sosyal güvenlik destek primi borçları af kapsamına girecek ve yeniden yapılandırılabilecek.
SSK borçlularının ise, yine 31 Mart 2008 tarihi ve bu tarihten önceki dönemlere ait tüm sigorta primi borçları, idari para cezası borçları, işsizlik sigortası primi borçları ve sosyal yardım zammı borçları af kapsamında olacak.
Ayrıca, 31 Mart 2008 tarihine kadar bitirilmiş olan özel bina inşaatı ile ihale konusu işlerden Sosyal Güvenlik Kurumunca yapılan ön değerlendirme, araştırma veya tespit sonucunda yeterli işçilik bildiriminde bulunulmadığı anlaşılanların fark işçiliğe ilişkin borçları ile avukatlar, noterler ve yurtdışına işçi götüren müteahhitlerin ve topluluk sigortasına tabi olanların 31 Mart 2008 tarihinden önceki dönemlere ilişkin malullük, yaşlılık ve ölüm sigortalarına ait prim borçları af kapsamında değerlendirilip yeniden yapılandırılabilecek.
İsteğe bağlı sigortalıların ise, 2003 yılı Mayıs ayı ile 2008 yılı Mart ayı dönemleri arasındaki isteğe bağlı sigortalılıklarının devam ettiği süre içindeki prim borçları da 5763 sayılı prim affı kanununa göre yeniden yapılandırılabilecek.
2) Prim affı için hangi tarihlerde ve nerelere başvurulacak?
5763 sayılı Kanunla Bağ-Kur ve SSK borçlularına getirilen prim affından yararlanmak isteyenler, 5763 sayılı Kanunun Resmi Gazetede yayımlandığı tarih olan 26 Mayıs 2008 tarihinden itibaren iki ay içinde Sosyal Güvenlik İl Müdürlüklerine (eski Bağ-Kur ve SSK İl Müdürlükleri) başvurarak işlemlerini yaptırabilecekler. Dolaysıyla prim affından yararlanmak isteyenler için son tarihin 26 Temmuz 2008 olduğunu hatırlatmakta yarar var.
3) Borcunu peşin ödeyene hangi kolaylıklar sağlanacak?
5763 sayılı Kanunla Bağ-Kur ve SSK borçlularına getirilen son prim affı ve ödeme kolaylığı imkânı, daha önceden çeşitli yasalarla getirilmiş olan borç yapılandırmaları uygulamalarından daha fazla avantajlıdır. Çünkü bu yasadaki prim affında prim borcunu peşin ödeyenlere büyük kolaylıklar ve fırsatlar verildi. Bağ-Kur ve SSK borçluları eğer borçlarını peşin ödemek isterlerse, kendilerine çıkarılan borç aslının tamamını ve gecikme cezası ile gecikme zammının yüzde onbeşini başvurunun yapıldığı ayın sonuna kadar (başvuru tarihinden itibaren bir ay içinde) öderlerse, gecikme cezası ve gecikme zammının yüzde 85'i affedilecek.
Bağ-Kur ve SSK prim borçlarının büyük bir kısmını faizler, gecikme zamları ve gecikme cezalarının oluşturduğu göz önünde bulundurulduğunda, borcunu peşin ödeyenlere büyük bir indirim olacağı görülmektedir. Borcunu peşin ödeyen bir Bağ-Kur’luya nasıl bir indirim uygulanacağını bir örnekle açıklayalım. Bay A’nın Bağ-Kur’a 10.000 YTL prim borcu ve 15.000 YTL de gecikme zammı borcu olduğunu varsayalım. Bay A, eğer bu borcunu peşin ödeme yolunu seçerse, 10.000 YTL tutarındaki anapara prim borcu ile birlikte 2250 YTL tutarındaki gecikme zammı borcunu da öderse, kalan borcunun tamamı silinecektir. Yani örnekteki Bay A, af kanunu çıkmadan önceki 25 bin YTL’lik Bağ-Kur borcunu peşin ödemek isterse 12.250 YTL ödeyerek Bağ-Kur prim borçlarından kurtulabilecektir.
4) Borcunu taksitle ödemek isteyenlerin durumları ne olacak?
Sözünü ettiğimiz Bağ-Kur ve SSK prim borcu affından borçlarını taksitle ödemek isteyenler de yararlanabilecek. Peşin ödemede olduğu gibi taksitle ödemelerde de prim borcunun anaparası silinmeyecek ve sadece borç indirimi gecikme cezası ile gecikme zammı tutarlarına uygulanacak. Buna göre borcunu taksitle ödemek isteyen bir vatandaş eğer borcunu 12 ay taksitle ödemek isterse gecikme cezası ile gecikme zammının yüzde ellibeşi terkin edilecek. (silinecek) Borcunu 12 ayı aşan taksitle ödemek isteyen bir vatandaşın ise gecikme cezası ve gecikme zammının yüzde otuzu silinecek. Ancak görüldüğü gibi ana paraların ödenmesinde herhangi bir indirim söz konusu değildir. İlk taksitin ödeme yükümlülüğü, başvurunun yapıldığı ayı takip eden aybaşından itibaren başlayacak. Taksitlendirilen borçlar ilerleyen zamanlarda peşin ödenmek istenirse terkin (affedilen) edilen miktar değişmeyecek.
5) Prim affıyla geçmiş yıl boşlukları ödenip eksik günler tamamlanabilecek mi?
Her prim affı döneminde en çok sorulan sorulardan birisi budur. Ancak, SSK’lı olan kişilerin daha önceki yıllarda sigortasız olarak çalıştıkları, boşta geçirdikleri ya da sigorta gün sayılarında boşluk olan dönemleri bahse konu prim affı ve borç yapılandırması kanununa göre doldurmaları ya da sigortalı saydırmaları mümkün değildir. Ayrıca, Bağ-Kur’luların da Bağ-Kur’lu olmalarını gerektiren kayıtlarının (gelir vergisi, meslek odası, esnaf sicil ve ticaret odasındaki kayıtlar gibi) olmadığı dönemleri yeni çıkan prim affı kanununa göre sigortalı saydırmaları mümkün değildir.
6) Bağ-Kur ya da SSK ile prim borçlarından dolayı davalık olanlar aftan yararlanabilecek mi?
5763 sayılı prim affı ve borç yapılandırma yasasından faydalanmak isteyen kişilerin SSK ve Bağ-Kur’a yaptıkları itirazlardan ve yargıya açtıkları dâvâlardan feragat etmeleri ve ihtilaf oluşturmamaları gerekmektedir. Ancak, Bağ-Kur veya SSK aleyhine yargıya dava açılıp ta, bu davalar sonuçlanmış ve hüküm verilmişse, bu kişiler yeni prim affı yasasının hükümlerinden faydalanabileceklerdir.
7) Bağ-Kur’a hiç kaydı olmayan esnaflar da aftan faydalanabilecek mi?
Bu zamana kadar Bağ-Kur’lu olması gerektiği halde Bağ-Kur’a hiç kayıt ve tescili olmayan kişilerin Bağ-Kur sigortalılıkları 04.10.2000 tarihinden başlatılmaktadır. Bundan dolayı Bağ-Kur’lu olması gerektiği halde Bağ-Kur’a kayıt yaptırmayan kişiler de eğer sigortalılık kayıtlarını yaptırırlarsa, 04.10.2000 tarihi ile 31 Mart 2008 tarihleri arasındaki sigortalılık sürelerine tekabül eden prim borçlarını af kanunundan yararlanıp ödeyebilecekler.
8) Prim affından yararlananlar hangi yükümlülüklerini yerine getirmediklerinde borç yapılandırmaları bozulacak?
Yeni çıkan prim affı kanununa göre borçlarını yapılandıran kişiler borç türü bazında taksitlendirilmiş borçlarıyla ilgili ödeme yükümlülüklerini bir takvim yılında üç defadan fazla yerine getirmemeleri veya eksik yerine getirmeleri ya da bir takvim yılında üç defaya kadar ödenmeyen veya eksik ödenen taksit tutarlarını en geç son taksiti izleyen ayın sonuna kadar gecikilen her ay için Hazine Müsteşarlığınca açıklanacak bir önceki aya ait Yeni Türk Lirası (YTL) cinsinden iskontolu ihraç edilen Devlet iç borçlanma senetlerinin aylık ortalama faiz oranına 1 puan eklenmek suretiyle bulunacak faiz oranının bileşik bazda uygulanması sonucunda hesaplanacak faiz miktarı ile birlikte ödememeleri halinde, yeni yasaya göre taksitlendirme haklarını kaybedecekler.
9) Bir önceki af kanunu olan 5458 sayılı Kanundaki prim yapılandırmasından yararlanan ancak yapılandırması iptal edilenlerin durumları ne olacak?
Bağ-Kur ve SSK prim borçlarına son af ve yapılandırma imkânı, 2006 yılında 5458 sayılı Kanunla getirilmişti. İşte, 5458 sayılı Kanun kapsamında borçlarını yapılandıran kişilerin eğer borç yapılandırmaları iptal edilmiş ya da herhangi bir şekilde olumsuz sonuçlanmış ise 26 Mayıs 2008’den itibaren iki ay içinde Sosyal Güvenlik İl Müdürlüklerine yazılı olarak başvurmaları halinde, bozulmuş olan yeniden yapılandırma anlaşmaları, 5458 sayılı Kanuna göre yapılmış olan başvuru tarihi ve taksitlendirme süresi dikkate alınmak suretiyle ihya edilecek. Yeniden yapılandırma anlaşmaları ihya edilen borçluların, yeniden yapılandırma anlaşmalarının bozulduğu tarihten sonra 5458 sayılı Kanun kapsamına giren borçları için yaptıkları ödemeler mahsup edilecek. Özetle, bir önceki aftan (2006 yılındaki 5458 sayılı Kanun kapsamındaki aftan) yararlanıp da ödeme yükümlülüğünü yerine getiremeyen kişiler de bu 5763 sayılı yeni prim affı yasasından yararlanarak borçlarını üstte belirttiğimiz esaslara göre sildirebilecekler.
10) Af Kanununa göre prim borcu olan Bağ-Kur’lular sağlık yardımı alabilecek mi?
Esnaf ve Tarım Bağ-Kur sigortalıları ve bu sigortalıların hak sahipleri ödeme vadesi geçmiş taksitleri ile 1 Nisan 2006 tarihinden sonraki süreye ilişkin prim borçlarını ödemeleri ve yeni kanun kapsamında taksitlendirerek yapılandırdıkları borçlarına ilişkin ödeme yükümlülüklerini yerine getirmeleri (taksit ve cari ay primleriyle birlikte) kaydıyla, toplam borçlarının ilk dört taksitini ödemeleri şartıyla sağlık sigortası yardımlarından yararlanabileceklerdir.
Okurlara kısa cevaplar
İsmi mahfuz; 5510 sayılı yeni sosyal güvenlik
yasasına göre yaşlılık aylığı alan birisi aylığı kesilmeden tekrar sigortalı olarak çalışabilecek mi?
Ayrıca, doğuştan özürlü olduğumu belgeleyen sağlık raporunu her devlet hastanesinden alabilir miyim?
Sayın okurum, 5510 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği tarihten sonra ilk defa işe girip de emekli olacak kişiler emekli olduktan sonra hizmet akdi ile çalışmaya başlarlarsa, çalışmaya başladıkları için yaşlılık aylıkları kesilecek. Ancak, bunlar kendi nam ve hesabına bağımsız çalışmaya başlarlarsa aylıkları kesilmeyecek ve bu kişilerden sosyal güvenlik destek primi kesilecektir. Yeni sosyal güvenlik kanunu kapsamından önce işe girenler yaşlılık aylığı alarak emekli olsalar ve emekli olduktan sonra çalışmaya başlasalar bile aylıkları kesilmeyecek.
İsmi mahfuz; Bir akrabam babasından 01.05.1997–28.02.2007 tarihine kadar Emekli Sandığından malul çocuk olarak maaş almakta idi. Kendisi aylık alırken aynı zamanda mevsimlik işçi olarak SSK’da çalışıyordu. Daha sonradan babası üzerinden aldığı aylığı kesildi. Haksız yere özürlü aylığı alan 81 bin kişinin aylığı borçları silinecek diye muhtelif yerlerden duydum. Bu kişinin de aldığı haksız aylıkların tahsilinden vazgeçilecek mi?
Sayın okurum, haksız yere alınan özürlü aylıklarının tahsilinden vazgeçilecek olanlar, sadece 2022 sayılı kanun kapsamından alınan aylıklardır. Bu kanun haricinde Emekli Sandığı, SSK ya da Bağ-Kur’dan haksız ve yersiz olarak alınan aylıkların tahsili ve takibinden vazgeçilmesi söz konusu değildir.
NOT:
Bağ-Kur, SSK, Emekli Sandığı ve sosyal güvenlik reformu ile getirilen haklarınızdan haberdar olmak ve buralardaki sorunlarınıza çözüm bulmak için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz.
E-posta: [email protected]
Faks: 0212 515 67 62
29.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
555 |
|
İslâm son mesaj olduğundan dolayı onun mesajının yüz yıldan fazla kapalı, örtülü ve muattal kalması ilâhî hikmete ters düşer. Bundan dolayı son fetret dönemi 200 yıllık bir süreci kapsasa da bunun koyu dönemi 100 yılı aşmaz. En azından bazı âlimlerin görüşü bu yöndedir.
Bu itibarla, sözgelimi onlar Kudüs’ün 100 yıldan fazla işgal altında kalmayacağını öngörürler. Bunlar, içtihadî imal-i fikirler olsa bile tamamen hakikatten ve hikmetten uzak da değildir. Kudüs’ün misyonu 1917 yılından beri muattal ve nominal ise İstanbul’un misyonu da 1909 yani Hareket Ordusunun İstanbul’a girişinden beri muattaldır. Bediüzzaman’ın dediği gibi İstanbul’un düşmesi ve İkinci Abdülhamid Han’ın tahttan el çektirmesiyle gerçek mânâda hilafet ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla İstanbul’un misyonu tatile girmiştir. Kanaatimce âlimlerin Kudüs için söyledikleri İstanbul için de geçerlidir. Mekke, Medine ve Kudüs yani Harem-i Şerifler İslâmın dinî merkezleri ve başkentleridir. İslâmın siyasî başkenti ise İstanbul’dur. İstanbul’un misyonunun muattal kalması da Müslümanların dağınıklığını temsil ve remz eden bir husustur.
Anadolu, Arap Yarımadası’ndan sonra İslâmın ikinci vatanıdır. İstanbul da bu vatanın merkezidir. Hazreti Peygamberden itibaren İstanbul Müslümanların kızılelması olmuştur. Fethin akabinde de gözbebekleri. Ancak İstanbul’u fethettikten sonra Osmanlı, Osmanlı olabilmiştir. Osmanlı’nın küresel gücünü İstanbul temsil ediyordu. İslâmın küresel gücü dumura uğradığından dolayı İstanbul da yüzyıl muvakkaten muattal hale gelmiştir. Umulur ki, 555 gibi sembolik bir fetih yıldönümünden itibaren İstanbul’un kilitleri de yeniden açılır. Evet sembolizm elbette ki vardır. Ama bu da içtihad meselesidir avamın eline geçtiğinde anlam buharlaşmasına uğrar. Kuşbaşı baktığınızda İstanbul sadece iki kıtayı birbirine bağlayan bir şehir değil Napolyon’un öngördüğü gibi dünyanın da merkezidir. Mekke’nin dünyanın merkezi olduğu ilmen ispat edilmiştir. İstanbul da siyasetin merkezidir. Kudüs Hıristiyanlığın menbaı ve manevî şehri olduğunda da Hıristiyanlığın siyasî merkezi Konstantinepolis olmuştur. Müslümanların dinî kıblesi Mekke olduğunda da İstanbul siyasî kıbleleri olmuştur. Anadolu İslâmın küresel merkezidir.
Geçenlerde başbakan Erdoğan, Newsweek dergisine AKP’nin İslâm dünyasına model olduğunu söylemiştir. Halbuki doğru değildir. Doğru olan bu topraklar üzerinden AKP’ye atfedilen veya devredilen önemdir ve Anadolu’nun Müslümanların küresel merkezi olması keyfiyetidir. Kahire, Bağdat ve Şam hepsi bölgesel merkezlerdir ama İstanbul özellikle fetihle birlikte küresel merkez olmuş ve bu yeri de ila kiyamis’s saa baki ve saklıdır. Dolayısıyla AKP burada da belki de hak etmeden ve lâyık olmadan kendisine rol devşiriyor.
***
Gerçekten de semboller hakikatların çekirdekleridir. Bu anlamda meselâ, 2008 yılında Türkiye 222 sembolüyle tanışmıştır. Hatta bu sürece kimileri yeni bir Şubat süreci adını vermişti. İstanbul’un sırrı Rum Sûresi’nde ve Kur’ân-ı Kerim’in muayyen surelerinde saklı ve gizlidir. Bunlardan birisi ‘beldetün tayyibetün’ ifadesidir. Surete ve zahiren veya birinci yüzüyle kutlu Yemen’e baksa da saklı veya ikinci veya üçüncü yüzüyle İstanbul’a da bakmaktadır. Bundan dolayı, Molla Cami gibi harika zatlar ‘beldetün tayyibetün’ ifadesinden İstanbul’u bulup çıkarmışlardır. Rahmetli Nusret Özcan İstanbul’un surlarını çok sever ve burasını adeta kutsardı. Suriçi İstanbul adeta onun Leyla’sı idi. Yahya Kemal Beyatlı gibi o da tarihi, bir teselli kaynağı olduğu gibi bir hamle zemini olarak da görürdü.
***
Tonybee’nin deyimiyle İstanbul’un yüzyıllık durdurulmuş misyonu harekete geçen canlı volkanlar gibi yeniden harekete geçeceği günü bekliyor. İstanbul yeniden hamle gücünü kazandığında İslâm dünyası makus talihini yenecek ve fetretten çıkış çizgisine girecektir. Bir nevi yeni Akşemseddin olan Bediüzzaman da İstanbul’a Selanik’in gölgesinin vurduğu yıl Ayasof’ya’da bir hitabet irad etmiş ve onu Şam’daki hutbesi takip etmiştir. Yani Akşemseddin’in Şam’dan gelerek İstanbul’un fethine tanıklık etmesi ve katılması gibi o da tersi bir güzergâhtan İbrahim’in (Aleyhisselam) yolunu izlemiştir Ayasofya’dan Cami-i Emeviye’ye gitmiştir. Dolayısıyla Ayasofya'nın, ataletini üzerinden attığında kardeşi Emevi Camii ile buluşması mukadder olacaktır. Mabedler zinciri Ayasofya’dan başlayarak Mesih’in soluklandığı Cami-i Emevi’ye, oradan da Mescid-i Aksa’ya bağlanacaktır.
Belki bunlar göz açıp kapanıncaya kadar (kelemhi’l basar) çok kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleşecektir. Zamanın dürüldüğü ve kısaldığı bir dönemden geçiyoruz. Zaman tekarübü’z zaman (zamanın kısaldığı ve dürüldüğü) devridir. Akşemseddin, Sultan Fatih ve onun askerlerinin manevî mirasları hâlâ İstanbul’u bekliyor. Cenab-ı Hakk Akşemseddin ve benzerlerinin hürmetine İstanbul’u yeniden ak pak etsin. Kilitlerini kırsın ve tatil edilen misyonuyla yeniden buluştursun.
29.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bediüzzaman ve fetih |
|
Peygamberimizin (a.s.m.) 300’den fazla mucizesinin anlatıldığı Mu’cizat-ı Ahmediye eserinin (19. Mektub) “istikbale dair haberler” bölümünde (Altıncı Nükteli İşaret) İstanbul’un fethine dair meşhur hadisi de zikreden Üstad Bediüzzaman orada şöyle diyor:
“(Resul-i Ekrem) İstanbul’un İslâm eliyle fetholacağını ve Hz. Sultan Mehmed Fatih’in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş, haber verdiği gibi zuhur etmiş.” (Mektubat, 106)
Verildiği tarihten yaklaşık dokuz asır sonra gerçekleşen bu kudsî müjdenin tahakkukunun 555. yıldönümünü idrak ediyoruz. İstanbul “5 buçuk asır artı 5 sene”dir İslâmın sembol şehri.
Peygamber mesajının çağımızdaki son temsilcisi Bediüzzaman’ı da, hayatının muhtelif safahatında iftiharla ağırlamış bir şehir İstanbul.
Fatih, Malta, Şekerci Hanı, Çarşamba, Draman, Yavuz Selim, Beyazıt, Divanyolu, Sultanahmet, Eyüp Sultan, Haliç, Çamlıca, Beykoz-Yûşâ tepesi, Sarıyer, Eminönü, Sirkeci, bu kutlu şehrin Üstada ev sahipliği yapan veya önemli hatıralarını barındıran tarihî semtlerinden bazıları.
Fatih Camiinin avlusunda, Fatih’in türbesinin önünde dua ederken ve asırlık çınar ağacının gölgesinde minik bir çocukla sohbet halindeyken çekilmiş görüntüleri, Bediüzzaman, Fatih ve İstanbul mânâlarını kucaklaştıran kareler olarak artık bütün insanlığa mal olmuş durumda.
Burada zikredilmesi gereken önemli bir nokta, fethin 1953’teki 500. yıl kutlamalarına, o dönemde İstanbul’da bulunan Üstadın baş protokol misafiri olarak bizzat iştirak etmiş olması.
Mülkî-askerî erkândan büyük saygı ve itibar görerek el üstünde tutulması. Ve onun şahsında, tek parti döneminde, mâlûm zihniyetin uygulamaları yüzünden aralarında büyük uçurumlar açılmış olan devletle milletin kucaklaşması.
(Said Nursî, Rusya’daki esaretinden dönüşünde de İstanbul protokolünün en üst düzey isimlerinden biriydi. Padişahın, Şeyhülislâmın, Harbiye Nâzırının, ilmiye çevrelerinin ve yüksek bürokrasinin büyük saygı gösterdiği bir insandı.
Osmanlının son nefesini vermeye hazırlandığı ve Türkiye Cumhuriyetinin kurulmak üzere olduğu dönemde, yeni devletin idarecileri de Bediüzzaman’ı gayet cazip tekliflerle yanlarına çekmek istediler, ama o bunları kabul etmedi.
Sonrası mâlûm...)
Üstadın 500. yıl fetih kutlamalarından sonra Fener Patrikhanesini ziyaret edip Patrikle yaptığı tarihî görüşmeyi ayrıca kaydetmek lâzım.
Patriğe “Kur’ân’ı hak kitap, Hz. Muhammed’i de (a.s.m.) hak peygamber kabul ederseniz ehl-i necat olursunuz” deyip ondan “Evet, ben kabul ediyorum” cevabı alan Üstadın bu görüşmesi, bugün tüm dünyada dallanıp budaklanan Müslüman-Hristiyan diyalogunun, İslâm açısından en doğru ve izzetli bir zemindeki start noktasını oluşturdu. Ve bunu, Vatikan’a Risale-i Nur’un gönderilmesi ve sonraki gelişmeler takip etti.
Gelinen noktada artık Hristiyan âleminde de Risale-i Nur büyük bir merak ve dikkatle okunuyor; Thomas Michel gibi külliyatı satır satır inceleyip son derece orijinal tahlillere tâbi tutan ve Ian Markham gibi “Hristiyanlar Said Nursî’den neler öğrenebilir?” makaleleri yazan isimler çıkıyor ve her gün bunlara yenileri ekleniyor.
Üstadın İstanbul’da iz bırakan görüşmelerinden biri olarak Ezher Rektörü Şeyh Bahit’le Ayasofya Camii önündeki çay bahçesinde yaptığı muhaverede “Osmanlı bir Avrupa devletine, Avrupa da bir İslâm devletine hâmiledir” beyanıyla haber verdiği gelişme de tahakkuk etti.
Şimdilerde ise Osmanlıdan doğan Avrupaî devletin yeniden İslâmî köklerine sahip çıkarak Avrupa içerisindeki yerini alması ve topyekûn Avrupa’nın İslâmı kucaklaması aşamasındayız.
İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti ilân edildiği 2010, bu mânâların daha canlı şekilde yaşanacağı ve kalbleri Kur’ân mesajına açacak yeni vesilelerin gündeme geleceği bir yıl olabilir mi?
29.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İhtilâlcileri tanımak |
|
27 Mayıs 1960 kanlı darbesinin 48. yılını geride bıraktık. Yıldönümü vesile edilerek yayınlanan çeşitli röportaj, haber, yazı ve incelemelerde ‘kanlı ihtilâl’in ne kadar acımasız olduğu bir defa daha ortaya konuldu. Bunca yıldır 27 Mayıs’ın ‘ipliği’ pazara döküldüğü halde, bir defa daha görüldü ki, 27 Mayıs ihtilâline imza atan ihtilâlciler hâlâ gerektiği şekilde tanınmıyor ve tanıtılmıyor.
“Böyle bir tanıtıma ihtiyaç var mı?” sorusu akla gelebilir. Şunun için var: Geçmişte yaşanan hadiseleri ve onların ‘başrol oyuncuları’nı yakından tanıyabilsek, hadiselerden ibret alır ve günümüzde de kurulmak istenen ihtilâl tuzaklarına düşmeyiz.
İhtilâlciler, ‘vatanı kurtarmak’ iddiâsıyla yola çıkarlar fakat ortaya koydukları icraatlarla son tahlilde millet onlardan kurtulmak için sebep arar. Gerek 1960 ve gerek ondan sonraki ihtilâl ve muhtıralarda yaşananlar buna delildir. İhtilâlciler vatanı kurtarıyor olsaydı, herhalde milletimiz bu gerçeği görürdü. 1960 yılındaki acı hadiseleri yaşamadıysak da, 1980’deki ihtilâlin şahitlerinden sayılırız. 1960’daki kanlı ihtilâli de şahitlerden ve konu hakkında yazılan kitaplardan hatırlıyoruz. 1980 ihtilâlinin kadrosu her konuşmada siyasetçileri kötüler ve onların ülkeyi uçuruma sürüklemeye çalıştığından bahsederdi. Nasıl oluyorsa bu uçurumu sadece ihtilâlciler görüyor ve milletimiz görmüyor!
İhtilâlcilerin siyasetçiler hakkında konuşurken ‘tencereyi pislettiler’ demeyi tercih etmeleri ise ayrı bir skandaldı. Şaka gibi geliyor, ama bu kadar ağır bir itham, bu kadar ağır bir hakaret miting meydanlarında ve televizyonlarda yıllarca tekrarlandı durdu. Bu sözün halk nezdindeki anlamını her halde hatırlatmaya gerek yok...
Peki, siyasetçilerin bu şekilde hakarete uğradığı bir sistemde demokrasi gelişebilir mi? Gelişemez ve zaten yaşanan hadiseler gelişemediğinin de delili. “İhtilâlcilerle kanun önünde hesaplaşmak gerekir” tesbiti bunun için önemlidir. İhtilâlcilerin yaptıkları, bu dünyada yanlarında kâr kaldığı sürece kalıcı demokrasi ve hürriyet rejimini tesis etmek kolay değildir.
Demokrat misyonun takipçisi olduğunu ifade eden siyasetçilere önemli bir görev düşüyor. Türkiye’nin demokrasi macerâsı, engelleri ve bu uğurda verilen mücadele, genç nesillere mutlaka anlaşılır şekilde anlatılmalıdır. Bu şekilde isimsiz kahramanlar da bilinir ve gerçekler görülür. Demokrasi ve hürriyetler konusunda gayret gösteren sivil toplum kuruluşları da aynı konuda çalışmalar yapabilir. İlk adım olarak, genç nesillerin okuyabileceği yeni eserler hazırlanmalıdır. Ya da bu konuda geçmiş yıllarda yayınlanan ve bugün ulaşılamayan kitaplar yeniden basılabilir. Canlı şahitler dinlenerek belgeseller ve filmler dahi yapılmalı.
İhtilâllerin tarihi yazılırken, hemen her yıl dönümünde bölük pörçük gazete sayfalarına akseden ‘bilgi’lerin toparlanması da ayrı bir çalışma olarak zikredilmelidir. Bu çalışmaları yapmak ‘demokrat misyon’un boynunun borcu olsa gerek.
Başta gençler olmak üzere bütün milletin, ihtilâlcileri yakından tanımasında fayda var. Çünkü onlar ‘buğz’ edilmeyi hak ediyor...
29.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|
|