Hatıralar ve hayaller…
Veya mâzi ile müstakbel.
Birbirini intâc eden beşerî hâller bunlar.
Başlangıçta belli bir haddi olmayan ve hudut konulamayan hayal, zamanın şartları içinde şekillenip yaşandıkça hatıralarda yer alarak dünya hayatının bir parçası olur.
Zîra bu iki beşerî hâlin arasında yaşanır dünya hayatı. Zaman hatıralardan hayallere doğru akarak geçerken hayat, hayallerden hatıralara doğru giderek şekillenir.
“Beşikten mezara kadar.”
İnsanlar dünya hayatının hududunu, doğumu ve ölümü ifade eden bu sözlerle dile getirseler de onların muayyen bir vakti, saati olmadığından insan iradesi her an hatıralarla hayaller arasında gidip gelerek zaman tezgâhında ömür örtüsünü örer.
Bu işleyiş sırasında insan, hayata mânâ ve heyecan katıp hafızasını, hatırladıkça ruhunu ihtizaza getirecek hadiselerle süslemek hevesine kapılınca, ilk olarak gayri ihtiyarî birer hususî hatıra sandığı mesabesindeki fotoğraf albümlerinin kapaklarını aralar.
Çünkü, itinalı bir hazırlanışın ve maksatlı duruşun neticesinde çekilerek albümün sayfalarına yerleştirilen fotoğraflar, geçmişin hâllerini geleceğe taşıyan hayat tablolarıdır.
Üzerlerinden zaman geçip renkleri soldukça hatıra değerleri artar.
Hele bir de içlerinde sevimli insan simaları varsa…
***
Her biri bir başka ânın temessülü olan fotoğraflar, tabî güzellikleri ve manidâr hadiseleri resmederek yaşatırlar. Lâkin içinde gülümseyen bir veya birkaç insan sîması olan fotoğraflar, olmayanlara nazaran çok daha mânidar, şirin, hoş ve güzel görünür.
Kimi anne, baba, dede, ninedir o mütebessim timsallerin, kimi eş, dost, evlat, kardeş, akraba, akran, arkadaş. Aralarında üstad, hoca, ağabey gibi saygın sıfatlar taşıyan simalar da varsa o fotoğraflara tarihî değerler izafe edilir.
İnsan o resimlere bakarken, oradaki simalarla birlikte onların bulundukları yere, yaşadıkları zamana, beraber oldukları kişilere de sevgisinin arttığını hisseder ve her birini birer muhabbet mecrâı sayar.
Her fotoğrafın arkası mazi, önü müstakbel sayıldığından orada yer alan simalar hep geleceğe bakarlar. Onun için bir bakış ânında hasıl olan muhabbet, sadece o zamana münhasır kalmaz.
‘Mâzi berzaha intikal ve inkilap ettiğinde suretini, şeklini ve dünyasını istikbal âyinesinde tarihe, insanların zihinlerine vedia ettiği’ için o muhabbet geleceği de ihata eder.
Hatta Bediüzzaman’ın tesbitiyle ‘Onlara olan mânevî ve hayalî muhabbetiyle dünya muhabbeti tatlı olduğundan’ sevgi insanı, zamanı ve mekânı aşar, beşeriyete malolur.
Zîra, ‘Müstakbel mazinin âyinesidir.’
***
İnsan, hep o aynada seyreder sûretini.
Seyrederken de kendine, ona göre çeki düzen vermeye çalışır.
Bu itibarla, hatıralardan hareket ederek hayallerine şekil vermek isterken de öyle güzel yerlerde maddî, mânevî değeri olan hadiseler yaşayarak hatıralarını zenginleştirip dünya hayatlarını güzelleştirmeye gayret eder.
Ne var ki dünya hayatı nurun zulmetle, sevincin kederle, iyiliğin kötülükle, güzelliğin çirkinlikle iç içe yaşandığı ve bunların ancak irade ile tefrik edilebildiği hareketli bir halitadır.
İradesini kullanan insan, nuru zulmetten ayırıp hidayete ererek kötülüklerden, çirkinliklerden uzaklaştığı ve iyilik yaptığı nisbette sevilir, sayılır, sürur duyar, huzurlu, mutlu, müferrah bir hayat yaşar.
Bu sıfatlar güzelliği intâc ettiğinden, hayat ancak o zaman güzelleşir.
Bütün mânevî değerler gibi güzellik de paylaşıldıkça ziyadeleştiği için hayatını güzelleştiren insan, kendisini hidayete erdiren nurlara hizmet ederek başka insanların hayatlarını da nurlandırmaya çalıştığı takdirde ismi büyük, siması sevimli sıfatları ile birlikte anılır.
Her insan farklı bir fıtrata sahip olduğu için onun hayatını aydınlatan hidayet nurları simasına, fıtratındaki farklılıklarla birlikte in’ikas eder ve hayatın akışı içinde kendince bir renk alır.
Belli maksatlarla bir araya gelen değişik mizaçtaki insanların, asgarî müştereklerinden meydana gelen umumî zemin üzerinde, diğerlerinin insicâmını bozmadan kendi renkleri ile tenevvür etmeleri gerekir.
Ancak yeri geldiğinde bazı fedakârlıklar gösterilerek sağlanabilecek olan bu insicam temin edildiği zaman hayat, gökkuşağını andıran renkli, âhenkli ve güzel bir hat üzerinde akmaya başlar.
Böylece nurunu ruhundan alan her sima, farklılıkların intizamlı ve âhenkli insicamından meydana gelen böyle güzel bir zeminde yer almanın hazzını ifade eden tebessüm hatlarıyla şekillenir.
O zaman hem kendisi güzelleşir, hem de hayatı güzelleştirir.
Tıpkı Bediüzzaman Said Nursi ve Nur Talebeleri gibi.
***
“Dünya hayatını güzelleştiren esbabdan biri, dünya âyinesinde temessül ile parlayan hidayet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsâlleridir.”
Said Nursî böyle ifade eder dünyayı güzelleştiren sebeplerden birini.
Elbette hidayet nurlarının dünya aynasında parlamasını sağlayan büyük bir âlim olması ve Nura hizmetkâr pek çok talebe yetiştirmesi hasebiyle bu zamanda en sevgili ve sevimli timsâl odur.
Hassaten iradenin hislerde, heveslerde boğulduğu; bedenin ruha tahakküm ettiği, idrakin uhrevî hazlardan ziyade mecazî zevklere müptelâ olduğu bir zamanda insanların tefekkür hassalarını harekete geçirerek nazarları kâinat kitabına çevirmesi, tesiri zamanı aşan bir hareketti.
Çünkü insanlar hilkatin sırrını anlama, kâinatı hey’et-i umumîsi ile tanıma, dünyanın iç yüzü mahiyetindeki üç yüzünü müşahede edip tercihini ona göre yapma fırsatı buldular.
Bu sayede bazı mü’minler dünyanın ‘kasten ve bizzat kendine bakan ve insanların hevesâtına, keyiflerine, bu fâni âlemin tekâlifine medar olan’ üçüncü yüzü ile aralarına mesafe koymayı başardılar.
Nur-u imanla dünyanın, ‘ahiretin mezrası ve Esmâ-i Hüsnanın mektebi, tezgâhları olan yüzlerine’ teveccüh edip hayatlarını mânevî bir Cennet hâline getirme gayreti içine girdiler.
Böylece insanların kahir ekseriyetinin tamamen hasr-ı nazar ettiği, bir kısmının da hakir görüp yok saydığı dünyayı hakiki mânâsıyla tanıyıp güzel cihetini görmenin yolları açıldı.
Onun ve talebelerinin canhıraş gayretleri neticesinde ‘hidayet nurları dünya âyinesinde temessül ile parlamaya’ başladıktan sonra dünya hayatının, ahiretin tarlası, mezrası olduğu daha iyi idrak edildi.
Daha önce hayata dünyevî gayelerle, maddî maksatlarla bakan ve zamanının çoğunu, dünya sayfasında tecellî eden Esma-i Hüsnanın tezahürlerini temâşâ edip yaşamaya çalışmaktan ziyade o basit, geçici hedeflerine hasreden bazı insanlar, hata yaptıklarını anladılar.
Ve ‘Dünya onları terk etmeden, onlar dünyayı terk ettiler.’
***
İnsanı güzelleştirmek…
Dünyayı güzelleştirmenin ilk merhalesidir bu.
Zîra dünya, kâinat ağacının ebed tarafına uzanan hayattar dalı, insan da onun en mükemmel meyvesi olduğundan meyve ne kadar güzelleşirse dal ve ağaç da o kadar güzel addedilir.
Onun için Said Nursî de hep insana hitap etti.
“‘Ey insan!’ dediğim vakit nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, rûhen benimle münâsebettar ve nefsi nefsimden daha hüşyar zatlara belki medar-ı istifade olur niyetiyle müdakkik kardeşlerimin tasviplerine havale ediyorum.”
Fakat bu cümlelerle de dile getirdiği gibi bunu yaparken ‘Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez’ hakikatini nazara alarak önce kendi nefsini muhatap aldı.
Bütün insanlar nefis sahibi olduğu, ıslah edilmemiş bütün nefisler de insanlardan hep hisse hoş gelse de hakikate mugayir, idrake zararlı menfi hareketler yapmasını istediği için o nefis sahiplerinin de kolayca istifade etmelerine zemin hazırladı.
İşte öyle nefis sahibi insanların içinden çıktı Said Nursi’nin ‘müdakkik kardeşlerim’ dediği, eserlerinin bazı bahislerini tasviplerine havale edecek kadar basiretlerine güvendiği ve çeşitli sıfatlar vererek taltif ettiği talebeleri.
Erkânlar, rükünler, haslar, hassü’l-haslar, Barla Sıdıkları, Isparta Kahramanları, Denizli Cengâverleri ve onların ihlâslarını, sadakatlerini, cesaretlerini, gayretlerini, metanetlerini örnek ittihaz ederek taşıdıkları sıfatları taşımaya çalışanlar.
Yani bilumum Nur Talebeleri.
***
Aslında onlar da birer insandı.
Her insan gibi onlar da nefis taşıyorlardı.
Bediüzzaman’ı tanıyıp Risâle-i Nurları okumadan önce ekseriyetinin, nefsin telkinleri neticesinde şekillenen kendilerine has değerleri, hedefleri, maksatları, gayeleri vardı.
‘Hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih etmek bu asrın bir hassası’ olduğundan pek çok insan gibi onlar da dünya hayatını tercih etme temayülü içine girerlerdi. Dünyayı kazandıkları takdirde kendilerinin de, çevrelerinin de mutlu olacağını düşündükleri için o hedeflere ulaşıp gayelere erişmenin hayallerini kurar, yollarını ararlardı.
Lâkin Said Nursî’yi tanıyıp onun, insanların ekseriyetinin nezdinde muteber olan şeylere, değerlere itibar etmediğini; hayatı güzelleştirme kıstaslarının diğer insanlarınkine benzemediğini görünce, aralarında bir mukayese yapma ihtiyacı hissettiler.
O zaman insanların ekseriyetinin zahiren câzip, şeklen parlak da olsa; hakikatte basit, sönük, her an kırılacak şişe parçalarına, onunsa hakiki elmaslara, altınlara, zümrütlere, cevherlere ve daha nice mânevî değerlere itibar ettiğini gördüler.
Onun, “Dünyaya ait işler kırılacak şişeler hükmündedir; bâkî umur-u uhreviye ise gayet sağlam elmaslar kıymetindedir” diyerek vecizeleştirdiği düsturu hayatlarına ölçü yaptılar.
Böyle ulvî bir hakikate ittiba ettikleri için zamanlarını bâki umur-u uhreviye ile meşgul olarak geçirdiler ve beşeriyetin gayet sağlam ve bâkî elmasları, zümrütleri, yâkutları hâline geldiler.
Hepsinin kendilerine has meziyetleri, maharetleri ve hususiyetleri vardı. Mensup oldukları dâvâ da onları hakiki mânâları içinde kullanarak korumalarını gerektiriyordu.
Onlar da öyle yaptılar ve kardeş addettikleri dâvâ arkadaşları ile insicam içinde hizmet ederek ‘bir cevher-i yekpare’ teşkil edip farklılıkların tenâsübünün güzel bir örneğini verdiler.
Ve, hayatın alaim-i seması hâline geldiler.
25.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|