Varlık âlemi ile ilgili temel algılarımız, eşyayı ismi mi yoksa harfi mi anlamlandırıyor olduğumuz, günlük yaşantımızı, sosyal olayları ve diplomatik ilişkileri derinden etkiliyor ve hayatımızın ana istikametini belirliyor.
Her Müslümanın en temel arzusu ve namazlarını kılanların günde en az kırk kez Rahman ve Rahim olan âlemlerin Rabbi’nden talepleri kendilerini istikametli yoldan, O’na ulaşan yoldan, O’nun yolundan ayırmamasıdır. Bu bir yönüyle çok kolay, bir yönüyle çok çetin bir imtihandır.
Kulluğun temelini şekillendiren ana çerçeveyi oluşturan ibadetleri, temelde İslâmın beş şartını yerine getirebilmek çok kolaydır. Meselâ, dinin direği olarak bildirilen namaza bir günün yirmidört saatinden yalnızca bir saati fazlasıyla yeterli olmaktadır. Ancak, bir Müslümanın ruh haliyle yaşayabilmek hayatının her anını Rabb-ı Kerim’inin huzurunda olduğunun idraki ile geçirebilmek biz kulların ençok zorlandığı hususlardandır. Çünkü benlik ve nefis şeklinde adlandırılan ruh fonksiyonları maddî âlemin fırtınalar etkisi gösteren değer yargıları ile sürekli bir taraflara savrulma, varlık çarkları arasında ezilme, eşyanın aslî boyutundan mânâ yönünden uzaklaşma riskleri ile bizleri yüz yüze getirirler. Belki de imtihanın en çetin noktası burasıdır.
Şeytanın kendisine atfedilen değer yüzünden ve Hazret-i Adem’e secde etmesi istendiği için Kudret-i Binihaye’ye itirazı, Fir’avun, Nemrut, Ebu Cehil, Ebu Lehep gibi şahısların benliğin esaretinde karşı karşıya geldikleri hüsran, tabiatı kendi içinde işleyen bir sistem olarak görüp tavırlarını ona göre belirleyen bir insandan da çok uzak olmamalıdır. Bu anlamda kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyyenin orta mertebelerinden geçen doğruyu ifade eder hatta yani “sırat-ı müstakim”de kalabilmek kulun ençok yalpaladığı husustur.
Günlük olaylara yukarıdaki ölçülerle baktığımda penceremdeki manzaranın yorumunu kısaca ortaya koymak istiyorum. İstikamet üzre olan ve dalâlette olmayanların yollarını belirleyen kuvvelerden kuvve-i gadabiye ile ilgili İşarat’ül-İcaz’da Üstadın tarifi şöyledir: “Kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar; ifrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî, ne manevî hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder; meşru olmayan şeylere karışmaz.”
İşte, bu hali yaşamak temsil makamında olanlar, belirli konumlarda sorumluluk taşıyanlar için çok daha zor ve bir o kadar da önemlidir. Ferdin hukuk-u diniye ve dünyeviyesi daha çok şahsî alanı ile ilgilidir. Ancak idarecilerin âlemindeki hukuk-u diniye ve dünyeviye bir milleti ilgilendirmektedir ve çok daha ağır bir sorumluluktur. Mü'minler ise milletin dinî ve dünyevî hukuku için gerekirse canını feda etme konumundaki fedakâr ve şecaat sahibi olması gereken insanlardır. Aynı zamanda şecaatinin temsilcileridir. Bütün bunlar yerine getirilirken tek ve en sağlam dayanak Rahman’ın kudreti ve esas maksat O’nun rızası olmalıdır. Asırlardır bu ruh halini hayat düsturu haline getirmiş idarecilerimiz dünya tarihinde şecaat timsali olmuşlardır. Son zamanlarda dünyevî güçler ve siyasî mülâhazalar ve bunların sonucunda oluşan korkular ve hesap, kitapla diplomasî ve pragmatizm adına ortaya konan tavırların normalleştirildiği tehlikeli bir süreç yaşıyoruz. Evinize girmiş, namusunuza kastetmiş olanlara karşı mücadelenizde onlarla mücadele edecek gücünüzün olup olmadığını hesaplamak ya da ‘canımıza zarar gelmesin de ne istiyorlarsa yapsınlar’ demek insanlığınıza ve kulluğunuza en büyük ihanettir. Böyle bir durumdan ailenizi can kaybı olmaksızın kurtarmış olmak soğukkanlılık ve akıllılık olarak adlandırılamaz. Namusu ve şerefi için canını feda etmek, enayilik değil insanlığın en üst mertebesidir. İdarede aşırı pragmatizm ve idare-i maslahat hakim olursa yarın harp edecek ruh halinde ve canını ortaya koyacak kararlılıkta bir ruh kalmayabilir ve meydan müstebitlere kalır. Hazret-i Peygamber’in (a.s.m.), Hazret-i Ebu Bekir’e Sevr Mağarasında söylediği o meşhur sözü zaman zaman dimağlarımızın bir tarafında yankılanması temennisi ile hatırlatıyorum: “Korkma! Allah bizimledir.”
Bir mü'minin varlık ile irtibatında en sağlam dayanak noktası Âlemlerin Rabbi olan Zatın her an yanında ve yakınında olduğu duygusu ve algısını güçlendirmek olmalıdır. Bu duygunun varlığı ile ilgili en belirgin ölçü, korku duygusunun istikameti ve ölçüsüdür. ‘Allah bizimle’ algısı ile korkmamak hali, psikolojik alana yansıdığında en sağlam kişilik zemini olacaktır. Fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür nesiller ancak bu sağlam kişilik ile ortaya çıkabilir.
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|