|
|
Zeynep RUHAN |
Beşinci kıt'ada tefekkür ufku |
|
"Oku” diyor Cenâb-ı Hak ilk vahiyle Habibine. “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” “Ikra!” nidasıyla başlıyor İslâmiyet. Ve bütün mevcudat okunmayı bekleyen mücessem bir âyet oluyor. Üstad, Rabbimizi bize tarif eden üç küllî muarriften bahsederken birinci olarak kâinatı zikrediyor. Biz de kâinat kitabının Melbourne sahifesinde Rabbanî âyetleri mütalâa ve müşahede ediyoruz. Âyetü’l -Kübra’da kâinattan hâlikını soran seyyah gibi “bu muhteşem memleketin” sahibinin eserlerinden olan yağmura hayretle bakıp, zevk ile onun hazin şıpıltılarını dinliyoruz. “Rahmet tecessüm ederek, katreler suretinde hazine-i Rabbaniyeden akıyor.” Melbourne’da yağmurun yağışı bir başka. İri iri damlalar şeklinde iniyor yağmur semadan. Bu ritmik yağış, kâinattaki mûsika-i zikriyeden bir fasıl. Adeta mûsikî ziyafetinde buluyor insan kendini. “İnsanlar ümitsizliğe düştüklerinde yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan da Odur” âyeti yağmur gibi nüzül ediyor kalblerimize. Âlemlere rahmet olarak gönderilen bir rahmetin mücessem bir sembolü olan yağmur, duâya sevk ediyor bizi. Hani yağmur yağdığında, Allah’ın Habibi ellerini omuz hizasında kaldırıp duâ edermiş ya, biz de ona benzeyerek, onun gibi olmak istiyoruz. “Huzurda olup huzur bulmak” için el açıyoruz âlemlerin Rabbine.
Daim teceddüd eden bir ayineler mecmuası olan kâinat sarayının en parlak ve mücellâ ayinesi insana bakıyoruz. Fıtraten bütün kâinatla alâkadar olan insan mahiyetinin genişliğiyle yetmişten ziyade esmaya ayinedarlık ediyor. “Nasıl esmada bir ism-i âzam var; öyle de, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır” diyor Üstad. “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var” ihtarıyla biz de kâinat kitabının Melbourne sahifesinde güzelden gelen en güzeli, yani insanı tefekkür ediyoruz.
Melbourne’da çok kültürlü bir hayat var. Ve bununla gelen, dillerin ve renklerin farklılığı da Rabbimin âyetlerinden. Belediye otobüsleri ve trenler bu noktada adeta bir tefekkür deryası. İnenler ve binenler “Bana da bak; beni de oku” diyorlar. Afrikalı bir çocuğun kıvırcık saçları, esmer yüzü, kalın dudakları ve kocaman gözbebeklerinde O'nun esmasının nakşını ve san'atının garaibini müşahede ediyoruz. Kimi Hindu, kimi Çinli, kimi Yugoslav, kimi İngiliz… Renkler ayrı, diller ayrı. Hepsi de Rabbimin âyetlerinden.
Mizaçları bile farklı milletlerin. Genel özellik kimi sıcakkanlı, kimi soğuk, kimi paylaşımcı ve ikramperver. Kalpten kalbe mutlaka bir yol vardır. İnsan yüz kapılı bir saraydır. Doksan dokuzu kapalı olsa da, her insanın dünyasına açılan bir kapı mutlaka vardır. Biz yeter ki kapıyı arayalım. Bulunca da kavl-i leyyin, muhabbet ve tebessüm anahtarıyla girelim o kapıdan. Satır satır okuyalım insanı. Yürek fethinde birer Fatih olalım. Fatih gibi bakalım insanlığa. Hoşgörüyle ihya edelim gönülleri. “Ya İstanbul beni alacak, ya ben İstanbul’u” deyip, maksadında fani olan Fatih’in, fetih müyesser olunca, şehri ve gönülleri inşası gibi inşa edelim gönülleri.
”Hal ve etvar ve ahlâkımızla Kur’ân’ın mânâsını neşredip,” “ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.”
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Biz, sizinle aynı dili konuşmuyoruz |
|
Önce bir konuyu açıklığa kavuşturalım, biz sizinle aynı dili konuşmuyoruz.
Evet, Türkçe gibi ortak bir paydamız var, ama bununla biraz hava ve yol durumu, biraz spor yorumu, biraz yemek tarifi, biraz da ekonomi konuşuruz.
İnsana, hayata, hakka, özgürlüğe dair bir sohbet açılınca ise bocalarız ve bocalıyoruz. Yıllardır konuşup anlaşamadığımız halde ısrarla konuşmayı sürdürüyoruz.
Hayır, aslında bu sizin hatanız değil. Bu dil, yani sizin konuştuğunuz dil, yıllardır bu ülkede konuşuluyor. Ben meselâ Kenan Evren ve silâh arkadaşlarından duymuştum. TRT de hep o dili kullanırdı. Sonraki hükümetler de, ama az, ama çok, ama çat pat, ama ustaca kullandılar bu dili.
Millî Eğitim müfredatında da bu dil vardı. O zamanlar para verip aldığımız kitaplarımız bize bu dille seslenirdi. Biz o dilden anlayabildiklerimizi 5 ortalı harita metod defterlerimize yazmaya çalışırdık. O yıllarda, bütün eğitim hayatında olduğu gibi öğrenmek gerekmiyordu, ezberlemek yeterliydi. Biz de ezberledik, ama öğrenmedik.
Devletin bütün organları, tek kanallı televizyonu aynı dili konuşunca, halk da Tarzanca da olsa öğreniyordu bu dili. Ya da öğrendiğini sanıyordu işte. “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” sözüne “he” demek, “cumhuriyet değerlerine bağlı, laik” sözlerini duyunca başını sallamak, anlamaksa eğer. Hani derler ya, anlıyorum, konuşamı-yorum diye, bizimki de biraz öyle bir şeydi.
Anlıyorduk, ama konuşamıyorduk. Bu ortalığın süt liman olduğu, kimsenin gücünü kaybetme korkusu taşımadığı zamanlarda fazla önem taşımı-yordu. Zira “he” diyor, başımızı sallayıp geçiyorduk.
Ama ne zaman ki iş bir iktidar mücadelesine, bir korku siyasetine dönüştü, anlamanın yetmediğini gördük, konuşmak da gerekiyordu. Konuşmaktan öte, sizin dilinizi iyi bilmek gerekiyordu, çünkü başka türlü tartışmak mümkün değildi.
Sizinle yıllarca tartıştık, farklı dilleri kullandığımızı bilmeden. Bilmiyorduk, çünkü aynı kelimelerdi telâffuz ettiğimiz. Siz de hukuk diyordunuz, biz de. Siz de özgürlük diyordunuz, biz de. Siz de laiklik diyordunuz, biz de. Siz de hukukun üstünlüğünden söz ediyordunuz, biz de.
Ama sizin dediğiniz hukukla bizimki, sizin özgürlüğünüzle bizim özgürlükten anladığımız, sizin laiklikten kastınızla bizim kastımız, sizin üstünlük anlayışınızla bizimki asla örtüşmüyordu.
Sizinle tartışmak için sizin dilinizi bilmemiz gerekiyordu, ama sorun şuydu ki, sizin dilinizi bilmek için sizin gibi düşünmek gerekiyordu. Sizin gibi düşününce de ortada tartışacak bir şey kalmıyordu.
Gariptir, bunları bile bile hâlâ tartışmaya çalışıyoruz. Hâlâ birbirimizi anlamamız üzerine sözler dinliyoruz.
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Sağlam kişiliğin imanî temeli |
|
Varlık âlemi ile ilgili temel algılarımız, eşyayı ismi mi yoksa harfi mi anlamlandırıyor olduğumuz, günlük yaşantımızı, sosyal olayları ve diplomatik ilişkileri derinden etkiliyor ve hayatımızın ana istikametini belirliyor.
Her Müslümanın en temel arzusu ve namazlarını kılanların günde en az kırk kez Rahman ve Rahim olan âlemlerin Rabbi’nden talepleri kendilerini istikametli yoldan, O’na ulaşan yoldan, O’nun yolundan ayırmamasıdır. Bu bir yönüyle çok kolay, bir yönüyle çok çetin bir imtihandır.
Kulluğun temelini şekillendiren ana çerçeveyi oluşturan ibadetleri, temelde İslâmın beş şartını yerine getirebilmek çok kolaydır. Meselâ, dinin direği olarak bildirilen namaza bir günün yirmidört saatinden yalnızca bir saati fazlasıyla yeterli olmaktadır. Ancak, bir Müslümanın ruh haliyle yaşayabilmek hayatının her anını Rabb-ı Kerim’inin huzurunda olduğunun idraki ile geçirebilmek biz kulların ençok zorlandığı hususlardandır. Çünkü benlik ve nefis şeklinde adlandırılan ruh fonksiyonları maddî âlemin fırtınalar etkisi gösteren değer yargıları ile sürekli bir taraflara savrulma, varlık çarkları arasında ezilme, eşyanın aslî boyutundan mânâ yönünden uzaklaşma riskleri ile bizleri yüz yüze getirirler. Belki de imtihanın en çetin noktası burasıdır.
Şeytanın kendisine atfedilen değer yüzünden ve Hazret-i Adem’e secde etmesi istendiği için Kudret-i Binihaye’ye itirazı, Fir’avun, Nemrut, Ebu Cehil, Ebu Lehep gibi şahısların benliğin esaretinde karşı karşıya geldikleri hüsran, tabiatı kendi içinde işleyen bir sistem olarak görüp tavırlarını ona göre belirleyen bir insandan da çok uzak olmamalıdır. Bu anlamda kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyyenin orta mertebelerinden geçen doğruyu ifade eder hatta yani “sırat-ı müstakim”de kalabilmek kulun ençok yalpaladığı husustur.
Günlük olaylara yukarıdaki ölçülerle baktığımda penceremdeki manzaranın yorumunu kısaca ortaya koymak istiyorum. İstikamet üzre olan ve dalâlette olmayanların yollarını belirleyen kuvvelerden kuvve-i gadabiye ile ilgili İşarat’ül-İcaz’da Üstadın tarifi şöyledir: “Kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar; ifrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî, ne manevî hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder; meşru olmayan şeylere karışmaz.”
İşte, bu hali yaşamak temsil makamında olanlar, belirli konumlarda sorumluluk taşıyanlar için çok daha zor ve bir o kadar da önemlidir. Ferdin hukuk-u diniye ve dünyeviyesi daha çok şahsî alanı ile ilgilidir. Ancak idarecilerin âlemindeki hukuk-u diniye ve dünyeviye bir milleti ilgilendirmektedir ve çok daha ağır bir sorumluluktur. Mü'minler ise milletin dinî ve dünyevî hukuku için gerekirse canını feda etme konumundaki fedakâr ve şecaat sahibi olması gereken insanlardır. Aynı zamanda şecaatinin temsilcileridir. Bütün bunlar yerine getirilirken tek ve en sağlam dayanak Rahman’ın kudreti ve esas maksat O’nun rızası olmalıdır. Asırlardır bu ruh halini hayat düsturu haline getirmiş idarecilerimiz dünya tarihinde şecaat timsali olmuşlardır. Son zamanlarda dünyevî güçler ve siyasî mülâhazalar ve bunların sonucunda oluşan korkular ve hesap, kitapla diplomasî ve pragmatizm adına ortaya konan tavırların normalleştirildiği tehlikeli bir süreç yaşıyoruz. Evinize girmiş, namusunuza kastetmiş olanlara karşı mücadelenizde onlarla mücadele edecek gücünüzün olup olmadığını hesaplamak ya da ‘canımıza zarar gelmesin de ne istiyorlarsa yapsınlar’ demek insanlığınıza ve kulluğunuza en büyük ihanettir. Böyle bir durumdan ailenizi can kaybı olmaksızın kurtarmış olmak soğukkanlılık ve akıllılık olarak adlandırılamaz. Namusu ve şerefi için canını feda etmek, enayilik değil insanlığın en üst mertebesidir. İdarede aşırı pragmatizm ve idare-i maslahat hakim olursa yarın harp edecek ruh halinde ve canını ortaya koyacak kararlılıkta bir ruh kalmayabilir ve meydan müstebitlere kalır. Hazret-i Peygamber’in (a.s.m.), Hazret-i Ebu Bekir’e Sevr Mağarasında söylediği o meşhur sözü zaman zaman dimağlarımızın bir tarafında yankılanması temennisi ile hatırlatıyorum: “Korkma! Allah bizimledir.”
Bir mü'minin varlık ile irtibatında en sağlam dayanak noktası Âlemlerin Rabbi olan Zatın her an yanında ve yakınında olduğu duygusu ve algısını güçlendirmek olmalıdır. Bu duygunun varlığı ile ilgili en belirgin ölçü, korku duygusunun istikameti ve ölçüsüdür. ‘Allah bizimle’ algısı ile korkmamak hali, psikolojik alana yansıdığında en sağlam kişilik zemini olacaktır. Fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür nesiller ancak bu sağlam kişilik ile ortaya çıkabilir.
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Yeni Asyadan Size |
Toplantının ardından |
|
2008 bahar dönemi Temsilciler Toplantımız, geçtiğimiz Cumartesi günü İstanbul’daki merkez binamızda, Türkiye’nin dört bir yanından ve ayrıca Almanya, Avusturya, İsviçre ve Avustralya’dan gelen temsilcilerimizin iştirakiyle yapıldı.
Yönetim Kurulu Başkanı ve gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın toplantıyı açış konuşmasında, meşveret ve şûrânın önemi üzerinde durularak, gerek Üstadın hayatında, gerek sonrasında bütün hizmetlerin meşveret esası üzerinde yürüdüğü vurgulandı.
İman hakikatlerini muhtaçların imdadına yetiştiren, cemiyetin iman ve ahlâkını güçlendiren, ülkedeki gelişmelerde müsbet bir tesir icra eden hizmetlerimizde istikametin muhafazasının bu meşveretlerin bir neticesi olduğu hatırlatılan konuşmada, “90’ların başında seçim esasına göre şekillenen meşveretimizin şahs-ı manevîsi bugüne kadar güzel hizmetlere vesile olarak varlığını sürdürdü” denildi.
İşleyiş sırasında meydana gelen aksaklık, sıkıntı ve problemlerin yine meşveretlerle aşıldığı hatırlatılan konuşmada, sebat, metanet, tesanüd ve ittifak mânâlarının ehemmiyetine de, lâhikalardan aktarılan cümlelerle dikkat çekildi:
“Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız, bu memlekete medar-ı iftihar olacak ve istikbalini kurtaracak derecededir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 167)
“Mesleğimizde ihlâs-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki, öyleler, her biri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş âdi bir adam ve yirmi-otuz yaşında iken, altmış-yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmişler var.” (Şuâlar, s. 187)
“Bâhusus lillah için bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir velî-i kâmil hükmüne geçebilir; inayata mazhar olur.” (Barla Lâhikası, s. 13)
“Kardeşlerim, evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itida-li dem ve ihtiyattır.” (Şuâlar, s. 262)
Bu son toplantının da sebat, metanet ve tesanüdle samimî ittifakımızdan hâsıl olan bir şahs-ı manevînin tahakkukuna vesile olması temennîsiyle gerçekleşen toplantıda yapılan seçimlerle, yeni Yönetim Kurulu üyeleri şu isimlerden teşekkül etti:
Mehmet Kutlular, Şükrü Bulut, Nejat Eren, Hamza Kara, Ali Vapurlu, Bekir İbiş, Hasan Şen, Sami Cebeci, Said Çamkerten, Ali Kanıbir ve Mesut Zaimoğlu.
Toplantının hayırlara vesile olması dileğiyle yeni Yönetim Kurulu üyelerini kutluyor, hayırlı hizmetlerde muvaffakiyetler niyaz ediyoruz.
***
Özdabak’a 125 dâvâsı
Çizerimiz İbrahim Özdabak da mahkemelik olan Yeni Asya mensupları arasına katıldı. Bu gelişmeyi 20 Mayıs tarihli “Gitti 301, geldi 125” manşetimizle okurlarımıza duyurduk.
Aslında onca sıkıntıyla ve çok gecikmeli şekilde küçük rötuşlarla değiştirilen 301’in de bir yere gittiği yok. Ama basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlama yönündeki uygulamanın daha da inceltilmiş yöntemlerle sürdürüleceği bir döneme girdiğimiz anlaşılıyor. Buna göre, kurumlara yönelik eleştirilerde 301’in, kamu görevlilerinin şahsıyla ilgili olanlarda ise 125. maddenin uygulanacağı ifade ediliyor.
Özdabak da dâvâ konusu karikatüründe Yargıtay Başsavcısına “neşren hakaret”te bulunmakla suçlanıyor.
Özdabak’a açılan dâvânın haberi, çok sayıda internet sitesinin yanında, Today’s Zaman, Zaman, Vakit ve Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin yayın organı Bizim Gazete’de geniş şekilde yer buldu.
Bakalım, Başbakanın, kendisiyle ilgili bazı karikatürler için açtığı dâvâları ifade özgürlüğü gerekçesiyle reddeden yargı, Özdabak dâvâsında nasıl bir tavır sergileyecek?
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Ateş çemberindeki gül |
|
Çoktandır gurbet hikâyesi okumamışsınızdır. Derd-i maişet belâsıyla gurup tarafındaki gurbete düşenlerin hikâyesi biraz daha buruk… Üçüncü neslimiz vatan mefhumundan mahrum büyüdüğü gibi gurbeti de anlayamıyorlar. İkinci neslin gurbetini yazanlar çok olmuştur. Onların düçar oldukları tehlikeleri, sıkıntıları ve manevî boşlukları uzun yıllar bize dert olmuşdu. O neslin ıztıraplı ve maceracı neslin hikâyesini her okuyuşumuzda, onların kurtuluşlarıyla her şeyin gül gülistan olacağı zehabına kapılmıştık. Avrupa’nın her köşesinde açılan mescidler ve camiler, camilerdeki cıvıl cıvıl Kur’ân sesleri ve rengârenk Ramazanların coşkusu ümitlerimizi zaman zaman zirvelere taşımıştı. Dinî cemaatler canla başla çalışırken tehlikeyi artık arkamızda zannediyorduk.
Halbuki hesap kitap edemediğimiz bir şeyler varmış. Dinimiz, insanlığımız ve milliyetimizden dolayı bize düşman olanların üstün teknolojiyi kullanarak çocuklarımızın başına yeni yeni felâketleri hazırlamakta olduklarını sonradan fark ettik. İman, ahlâk ve insanî değerlerimizi ihtiyarımızla tahrib edeceklerini, cazibedar fitnenin hipnotik aletleri işlemeye başladıktan sonra anladık. En büyük hizmetcimiz hava unsurundaki kanunları hırsızlayan düşman üzerimize elektronik cihazlarla saldırdı. Tahrip kolay olduğundan insaniyet ve İslâmiyet taraftarları hazır değillerdi. Saldırganlar, her türlü kanalı kullanarak ekranlarla, internet ve daha başka cazip oyunlarla hücum ettiler. Gafil avlanmıştık. Birileri bize “müfsid aletleri” ilim ve teknolojinin rehberleri olarak tanıtmıştı. Bin senelik hile, şüphe ve günahı bu harika aletlerle bir anda edinenlerimiz oldu. Çocuklarımızın saatlerce ekranların karşısında lâl û ebkem kalmalarında hikmetler aradık. İnsanî duygu, hareket ve düşüncelerini böylece sağlıklarıyla birlikte kaybedeceklerini hiç hesaba katmamıştık. Yavrucakların “dinsiz ve ahlâksız komitelerin” manyetik alanında gözleri ve kulakları belli ses ve resimlere çakılı kalacaklarını hesaplamadık. Çevrelerini öğrenemeyeceklerini, öğrendiklerini unutacaklarını; yani göğün mavisini, tabiatın yeşilini ve kelebeğin uçuşunu fark edemeyeceklerini bilemedik. Bu hipnotize hal ile ne ilâhî kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’i ve ne de onun tercümesi olan kâinatı dünyamızla birlikte okuyamayacaklarını kızıl ejderhaların işgal ettikleri çöllere düşünce anlamaya başladık. Dehşetli tehlikelerle çöller ortasında kalan yalnızca çocuklarımız değildi. Bütün insanlığı hedef alan dinsizlik cereyanları dünya çocuklarını da tehlike çemberine çekiyor. Fakat biz, şu küçücük çerçevede evvelâ “bizi” konuşacağız.
Adem babamızdan kıyamete kadar iman ile küfrün mücadelesinin devam edeceğine elbette inanıyoruz. Geçmiş zamanlarda küfrün zahiren galip geldiği zamanlardaki Müslümanların muhteşem mücadeleleri, inandıkları gibi muvaffak olmaları esnasındaki ruh hallerine ve ümitlerine olan ihtiyacımızı belirtmek istiyoruz. Her zaman ve şahısta olduğu gibi günümüzdeki çocuklarımızın da en büyük ihtiyacının iman olduğunu, onların anlayış biçimlerine uygun bir şekilde Allah’a ve ahirete inanmaları olduğunu yukarıdaki tehlikelere karşı ilk tedbir olarak kabul ediyoruz. Etraf-ı âlemin düşüncelerine, insanların dünyalarını dolduran fantazilere ve insanı insanlığından kaçıran hay–huylara bakmaksızın çocuklarıyla “iman” üzerinde ısrarla duran ebeveynler, kısa zamanda çabalarının meyvelerini görüyorlar. Bir taraftan körpe zihinlere soru cevaplarla iman telkin edilirken, çocuklarını gayr-ı insanî çevre, alışkanlık ve müfsit aletlerden sevgiyle kaçıran anne–babaların Allah’ın yardımını hemencecik yanlarında gördüklerini çoklarından duyuyoruz. Güllerini alev çemberlerinden yanarak kurtarmaya çalışan babanın niyeti burada çok önemlidir. Tehlikenin boyutlarını göremeyen ve cehennemin dehşetini hissedemeyen baba, elbette cesaretlice biricik yavrusunu kucaklayarak tehlike merkezinden kaçamaz. Hatta diyebiliriz ki; ateş çemberindekiler yalnızca çocuklarımız değil. Evinde Kur’ân’dan birşeyler inşaa edemeyen, yuvalarını baykuş harabelerine çevirmede ısrarlı olan anne–babalar da tehlikenin merkezinde bulunuyorlar.
İmanın bir iksir olduğunu Risâle-i Nur’dan çok özümsemişizdir. Rabb ile abd, yaratılanla yaratıcı arasındaki o nuranî münasebeti keşfedenler nelere mazhar olmadılar ki… Gurbetteki halimiz hakikaten taş yüreklileri de ağlatacak dehşettedir. Fakat bizi çevreleyen yangının, İbrahim’i (a.s.) kuşatan yangından büyük olduğunu kimsecikler söyleyemez. Hz. İbrahim’e (a.s.) giydirilen yanmaz gömleklerin satıldığı tezgâhlarda çalışanlar için kor ve alev ne ki… Belki de halimiz Mekke’nin zifirî gecelerinden kurtulmaya çalışanların haline benziyor. Arabistan çölünü bağistana, gecelerini güneşli günlere ve canavarlarını munis hayvanlara dönüştüren iksir elimizde değil mi? İsterseniz bu çerçevede 8. Söz’deki yolcunun dehşetten feraha geçiş hikâyesini hatırlayalım.
Gurbeti geri çevirmek mümkün olmadığı kadar, çocuklarımıza gurbetimizi anlatmak da mümkün değil bugün… Fakat Allah’a ve ahirete imanı her an anlatabiliriz. Kendilerine kâinatın sahibini isim ve sıfatlarıyla izaha çalıştığımız çocuklarımız elbette bizden ufuk isteyeceklerdir. Nerden gelip nereye gittiklerini… Sonra da bu dünya üzerindeki vazifelerini… Hayatın önemli gayelerini… Herkesin yaşadığı hayattaki öncelikleri sorup öğreneceklerdir. Bu sürece girmiş bir çocuğa Avrupa ve Amerika’nın bütün dinsizleri her türlü cazibedar alet ve heveskâr halleriyle musallat olsalar da Allah’ın inayetiyle yolundan geri çeviremezler.
Bediüzzaman Hz.leri “hayatı uykuya”, yaşadıklarımızı da rüyaya benzetir. Burada önemli olan gerçek sandığımız hayatın ahirete nisbeten bir “rüya” olduğunu, yani hayatın mahiyetini anlayabilmektir. Nemrut’un ateşini söndüren sır, gül ü reyhanımızı çevreleyen ateş çemberini hay hay kaldırır. Hayatın mahiyetini, yaşananların mahiyetini, sarhoş olmuş ehl-i dünyanın taptığı eşyanın mahiyetini “imanla” görebilmek… Hipnotizmacıların sandalyelerine oturup onların sihir aletleriyle meşgul olmamak… Daha doğrusu gül ü reyhanları “ahirzamanın cazibedar fitnesinin” manyetik alanından kaçırmak… Müslüman kimliğiyle donkişotluk yapanların uğradıkları felâketlere de dikkatimizi teksif edersek, aynı tuzaklara yakalanmayız ve ciğerpârelerimizi de kurtarırız. Bu işin Anadolu kadar gurbette de Allah´ın yardımıyla kolay olduğuna inanıyoruz. İnananlar güllerini ateş çemberinden elbette kurtaracaklardır.
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İmanın inkişafı yolunda |
|
Silsile-i Nakşî’nin kahraman ve güneşi olan İmam-ı Rabbanî Mektûbât’ında demiş ki: ‘Hakàik-ı imaniyeden bir meselenin inkişafını binler ezvak ve mevacid ve kerâmâta tercih ederim.”1
Bilindiği gibi tarikatta manevî yürüyüş ve ilerleme olan seyr-i sülûk esnasında bir kısım zevk, vecd, istiğrak halleri ve kerametler yaşanır. İşte İmam-ı Rabbanî imanda terakkiye o kadar önem veriyor ki bir iman meselesinde ilerlemeyi binler manevî, zevk, vecd ve kerametlere üstün tutuyor.
Şöyle diyelim; insan kendinden geçti, vecd halleri yaşadı, bir kısım manevî zevklere ulaştı, keramet gösterip suda yürüdü, havada uçtu, bir anda bir kaç yerde göründü. İşte tarikatın sağlayabileceği bu ihsan ve ikramlar Allah’a, ahirete, kadere iman gibi bir iman meselesinde inkişafa, ilerlemeye yetişemez. Diğer bir ifadeyle taklidi imanı tahkiki yapma ve tahkiki imanın mertebelerinde terakki etme gibi inkişaflar o kadar önemlidir ki binlerce kerametten daha üstündür.
Acaba günümüzde bunu sağlamak mümkün müdür? İşte Kur’ân’ın hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bizzat müellifinin ifadesiyle, “Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, îmanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâletü’n-Nurdadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risâletü’n-Nur o yolu kestirir, îman-ı tahkikîye îsal eder.”2
Çünkü Risâle-i Nur insana kâinatın kapalı kapılarını açar, onu bir kitap gibi okutur. Bunu yaparken de delillere, ispatlara dayanır; ele aldığı her meseleyi aklın gözüne sokarcasına ispat eder, bu hususta hiçbir şüphe ve tereddüt bırakmaz. Îmanı taklidilikten kurtarmakla kalmaz, tahkikî îmanda da mesafe aldırır.
Meselâ kâinatın değişik yörelerine açılan otuz üç pencereyi içine alan ‘Otuz Üçüncü Söz’ bu konuda oldukça enteresan özelliklere sahip. Müellif-i muhteremi bu risâleyle ilgili olarak şu tesbiti yapar: “Şu otuz üç pencereli olan Otuz Üçüncü Mektup, îmanı olmayanı inşaallah îmana getirir, îmanı zayıf olanın îmanını kuvvetleştirir, îmanı kavî ve taklidî olanın îmanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın îmanını genişlendirir. Îmanı geniş olana bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan mârifetullahta terakkì verir, daha nûrânî, daha parlak manzaraları açar.
“İşte bunun için, ‘Bir pencere bana kâfî gelir, yeter’ diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise; kalbin de hissesini ister, hatta hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binâenaleyh, herbir pencerenin ayrı ayrı faydaları vardır.”3
En önemli mesele imanı elde etmek, onda inkişaf kaydetmek, mesafe almak, tefekkür ikliminde marifet havasını soluklamak ise ve böyle bir fırsat da önümüze açılmışsa bu fırsatı kaçırmak akıl kârı mı?
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 26; 2- Kastamonu Lâhikası, s. 48; 3- Sözler, s. 631
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İktidar şansı olan partiler (1) |
|
Hemen başta ifade edelim ki, yazısı birkaç gün sürecek olan bu konudaki temel referansımız, Risâle–i Nur'daki siyasî/içtimaî ağırlıklı mektuplar, lâhikalar ve sâir bahislerdir. Diğer başvuru kaynaklarının ehemmiyet derecesi ise, ikinci, üçüncü sırada gelir.
İnanıyoruz ki, Risâle–i Nur'un muhtelif yerlerinde birtakım siyasî ve içtimaî düsturlar, prensipler ihdas eden ve bu ölçülerle muazzam analizlerde, yorumlarda bulunan Bediüzzaman Said Nursî'nin yegâne kaynağı Kur'ân ve Sünnettir.
O, bu kudsî kaynaklara dayanarak sâir eserleri telif ettiği gibi, ortaya koymuş olduğu içtimaî reçeteleri telif ederken de, hadiselere yine aynı perspektiften bakmış, aynı projektörleri kullanarak istikbâl neslinin ufkunu aydınlatmaya çalışmıştır.
Zaten, başka türlü bir düşünce ve kanaatten yola çıkılarak, ne onun izahlarını anlamak mümkün, ne de yaşadığımız şu çalkantılı, fırtınalı zamanın siyasî gelişmelerini o kudsî kaynaklara dayandırarak doğru ve isabetli şekilde telif edebilmek mümkün.
Hasılı, başkalarının referansı başka türlü eserler veya şahıslar olabilir. Katılmasak bile, yine de saygı duyarız. Aynı şekilde, başkasının da bizim Üstad Bediüzzaman ve Risâle–i Nur eksenli referansımıza saygı duymasını isteriz.
35 SENE SONRA YENİDEN DİRİLİŞ
Gerek Emirdağ Lâhikasındaki bazı mektuplarda (s. 271'deki gibi), gerekse Beyanât ve Tenvirler isimli eserde derc edilen lâhika mektuplarında (s. 202'deki gibi) ve gerekse Sünûhât isimli eserin "Rüyâda bir hitabe" açıkça ifade edildiği üzere, 1908'den sonraki Meşrûtiyet dönemi ile 1950'den sonraki Demokrasi dönemi arasında birbiriyle muazzam derecede benzerlik ve paralellik arz eden çok önemli bazı noktalar ve bunlara dair tesbitler var. Şöyle ki:
1) Eski İttihad–ı Muhammedî, şimdi İttihad–ı İslâm adını almıştır.
2) Eski Ahrar–ı Osmaniye Fırkası, şimdi Demokrat Parti nâmını almıştır.
3) Din, umumun mukaddes malıdır; tahsis ve inhisar (tekel) kabul etmez. Dolayısıyla, din adına parti kurulmamalı, siyasete girilmemeli ve bu nâm altında iktidara gelmeye çalışmamalı. Aksi halde, ekseriyetle dine aleyhtarlık meyli uyandırılmış, dine ve dindarlara zarar verilmiş olur.
4) Manen eski İttihad–ı Muhammedî'den, şimdi ise aynen İttihad–ı İslâm'dan olan Nur Talebeleri, geçmişte Ahrarlar'a olduğu gibi şimdi de Demokratlara nokta–i istinad olmalı.
* * *
1950'den sonra Kur'ân ve İslâmiyet hesabına Demokratları iktidar mevkiinde muhafazaya çalışan Üstad Bediüzzaman, dinî siyasete âlet etmeyip dine hizmet eden bu siyasî misyon hareketinin mağlup edilebilmesi ihtimaline binaen, yine "İslâmiyet nâmına telâş ediyorum" diyerek, muhtemel tehlikelere dikkat çekiyor.
(Devamı var)
Tarihin yorumu
Fatih'in oğlu, Yavuz'un babası olmak
Osmanlı padişahları arasında kendisine "veli" nazarıyla bakılan Sultan II. Bayezid, 65 yaşında vefat etti.
Çok dindar ve hayırsever bir kişilik olan Bayezid–i Velî, siyasî hakimiyet dâvâsı sebebiyle, maalesef çok büyük üzüntüler ve talihsizlikler de yaşadı.
Sultan Fatih'in oğlu ve Yavuz Selim'in babası olmak kolay değildi elbet.
Babasının vefatından hemen sonra, küçük kardeşi Cem Sultan ile uğraşmak mecburiyetinde kaldı. İki kardeş arasındaki saltanat kavgası, nice canların yanmasıyla, nice dramların yaşanmasıyla neticelendi.
Sultan Bayezid, saltanatının son yıllarında ise, bu kez oğulları arasındaki taht kavgasına şahit olma bahtsızlığını yaşadı.
Vefatına bir ay kala, Trabzon valisi olan oğlu Şehzade Selim İstanbul'a geldi ve saltanatı devralmak istediğini beyan etti. Yeniçeri Ocağının da desteğini alan Selim, 24 Nisan 1512'de babasının feragatı neticesi Osmanlı tahtına geçti.
* * *
Saltanat müddeti boyunca, hem doğuda, hem de batıda seferden sefere, zaferden zafer koşturan ve sayısız hayır eserlerine imza atan Sultan II. Bayezit 26 Mayıs 1512'de Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Bu arada, Sultan II. Bayezid zamanında 1509'da İstanbul'da büyük bir deprem yaşandığını da hatırlatmış olalım. Depremde beş binden fazla can kaybı oldu. İstanbul şehri büyük bir yıkım yaşadı. Bir müddet için Edirne'ye taşınan Padişah, şehri yeniden ihya için olağanüstü bir çaba sarf etti.
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Toplumun dinini değiştirme çabaları |
|
Materyalist-kapitalist Batı’nın Anadolu’yu istilâsına karşı örgütlenmede dinî kurumlar rol oynamıştı. Fakat, daha sonra tamamen farklı bir politika izlendi. 1926’da kabul edilen Cezâ Kanunu’nun meşhur 163. maddesi, dinî faaliyetlerle ilgili cezaları öngörüyordu. 15 Nisan 1928’de, Anayasanın 2. maddesi olan “Bu devletin dini, din-i İslâmdır” ibâresi kaldırılır, 26. Madde’de yer alan “Meclis, dinî hükümleri yerine getirir” hükmü de çıkarılır.
Bazı zümreler, Osmanlı’yı İslâmiyetin geri bıraktığına inanır. Hattâ, Protestanlığı millete kabul ettirmek için bir hey’et teşkil edilir.1 Dinde reform yapılarak Türkiye Hıristiyanlaştırılmak için zemin hazırlanmış, uygun şahıslar bulunmuştur: Vaktiyle Çankaya’da, Türk milletinin dinini değiştirerek Hıristiyanlaştırmak maksadıyla teşkil edilmiş Protestan Cemiyeti listesi... Biz bu hâdiseyi Kâzım Karabekir Paşa’nın ağzından aynen işitenlerden naklettik... Bir gün Çankaya’da mühim bir içtimâ olmuştu... (...) O sırada dâvetli bulunan Kâzım Karabekir Paşa geldi. Atatürk ona dedi ki: “Paşam! Biz bir Protestan Cemiyeti teşkil ettik. Bir de liste hazırladık. Sizi de dahil ediyoruz.”
Dehşet içinde kaldı. “Bu mümkün değil” dedi. “Millet bizi parçalar. Benim böyle bir cemiyete girmemin imkânı yoktur. Ben derhal sizden ayrılırım.”
Onun üzerine Atatürk: “Paşa, sizinle şaka ettik” dedi.
Urfalı’nın, “Bu listede kim vardı?” sorusuna Salih Bozöyük, “İşte bildiğiniz parti (CHP) erkânı...”2 Karabekir Paşa:
“Ben geldiğim sırada Tevfik Rüştü Bey konuşuyordu. ‘Teşkilât-ı esasiyemizde dinimiz ap açık yazılmalıdır’ diyordu. Söz aldım ve sordum:
‘Teşkilât-ı Esasiyemizde (Anayasamızda) dinimizin İslâm olduğu yazılıdır Tevfik Bey. Hangi dini yazdıracaksın, Hiristiyanlığı mı?’
“Mahmut Esat cevap verdi: “Evet, Hıristiyanlığı... Çünkü İslâmlık terakkîye mânidir. Bu dinle yürünmez, mahvoluruz. Ve bize de kimse ehemmiyet vermez...”3
Cumhuriyet ilân edilmeden önce Meclis’in açıldığı yıllarda Ankara’da “Gizli Komünist Fırkası” ile “Türkiye Komünist Fırkası” isimli iki partinin kurulduğu görülüyor. Türkiye Komünist Fırkası’nın kurucuları arasında T. Rüştü Aras, M. E. Bozkurt, Kılıç Ali, Refik Koraltan gibi isimler de bulunduğunu ve bunların da CHP’ye katıldığını aktaralım.
Onlara gerekli cevapları veren Karabekir Paşa, Bediüzzaman’ı, Doğu Cephesi’ndeki kahramanca çalışmalarından dolayı da tanıyordu. Talebeleriyle birlikte Ruslara karşı savaşmasını takdir ederdi. Said Nursî’yi görmeyi çok istiyordu. Üstad, bir mektubunda, onun hakkında şöyle diyordu:
“Kâzım Karabekir ile eskiden münasebetim vardı. Acaba o münasebetin sebebi olan merdane mesleğini muhafaza ediyor mu? Eğer eskisi gibi ise ve nurlara zararı yoksa ve nura faideleri muhtemel ise ve dost ise, benim selâmımı ona tebliğ edebilirsiniz.”4
Dinde reform konusu, 1990’ların ardından tekrar yoğun bir şekilde gündeme getirilir. Kamuoyunu meşgul eden ve yalanlanmayan şöyle bir haber yer aldı gazetelerde: “Dinde reformu Özal yapacaktı... 1994 yılında MGK Genel Sekreteri Doğan Beyazıt Paşa bizi davet etti. Bir proje teklif etti. Bu, yeni din anlayışına ilişkin bir projeydi. Sonunda ‘İslâm Gerçeği’ kitabını çıkardık.”5
Dipnotlar: 1- Ş. Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim, İst., 1998, s. 97.; 2- Hıristiyanlığa ve Yahûdiliğe İrtica, Sebilürreşad, sayı: 88, Ekim 1950, s. 194-196.; 3- A. Kabaklı, Temellerin Duruşması, İst, 1993, s. 55-56.; 4- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 176).; 5- H. Atay, Yeni Yüzyıl, 13. Ocak 1995.
26.05.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İhtilâlleri savunmak kime ne kazandırır? |
|
Hak ve hürriyetleri ‘raf’a kaldırmak demek olan ihtilâlleri savunanlara hâlâ rastlayabiliyoruz. Sırf ‘benim dediğim olsun’ anlayışı uğruna, zararı kendilerine de dokunan bir uygulamaya destek vermenin anlamı nedir ki?
Yarın, 27 Mayıs 1960’daki ‘kanlı ihtilâl’in yıldönümü. Sonraki ihtilâllere de yol açan bu ihtilâlin Türkiye’ye verdiği maddî ve manevî zararın hesabı, hesaplaşması ne yazık ki hâlâ yapılmadı, yapılamadı. Demokrasi ile idare edilen ülkelerde, ihtilâlcilerle kanun önünde hesaplaşma temin edildiği halde, böyle bir şey Türkiye’de gerçekleşmedi.
Elbette bunun da pek çok sebebi var, ama kanunlar çerçevesinde ve hukuk önünde bu hesaplaşma yapılamadığı için hâlâ ‘ihtilâl olur mu?’ soruları ortalıkta dolaşıyor. Siyasetçilerin en büyük hatası, ihtilâlcilerle hukuk önünde hesaplaşmanın yolunu açamamış olmalarıdır.
Aslında bu hesaplaşma için yeni anayasa, kanun ve ‘yönetmelik’lere de ihtiyaç yok. İhtilal, özü itibarıyla silâhlı bir ‘ayaklanma’dır ve normal şartlar altında (başarıya ulaşamadığı müddetçe!) yürürlükteki kanunlara göre de suçtur. Ne var ki, açıkça işlenen ‘suç’lar cezasız kalıyor ve bu da yeni ihtilâllere zemin hazırlamış oluyor.
Bunları ifade ederken, ihtilâlcilerle hesaplaşmanın kolay olduğu ya da siyasetçilerin bunu bilerek yapmadığını ifade etmiş olmuyoruz. Elbette bu hesaplaşmalar kolay değildir, ancak bunu temin etmeden gerçek anlamda hür, bağımsız ve zengin olmamız da mümkün değildir. Belki de siyasetçilerin, hesaplaşmayı ertelemek suretiyle göremediği nokta budur.
Dünya şahittir ki, Türkiye’deki ihtilâlcilerin millet nezdinde itibarı, destekleyeni yoktur. Elbette sınırlı sayıda da olsa destekleyen kişiler, hatta ‘aydın’lar da vardır ve olabilir; ama millet ekseriyeti karşısında onların bir hükmü olmaz. Yani, az sayıdaki ihtilâl destekçilerine bakıp, ‘Millet ihtilâlcileri destekliyor ya da destekler’ demek hiç bir dönem için mümkün değildir.
Neredeyse her 10 yılda bir gerçekleşen ihtilâller ve ara dönem muhtıraları milletten alkış almamıştır. Bugün bile, tartışma konusu olan ‘gergin açıklamalar’a milletin tepki gösterdiği ortada. Bazı ihtilâlseverlerin, sanki millet ihtilâlcilere destek olmuş anlamında; “1960’da idamlar oldu, kimse kılını kıpırdatmadı’ demesi kökten yanlış bir anlayıştır. Hiç bir şey yapamadıysa ihtilâlcilere ‘buğz’ etti, beddua etti! Her halde ‘dua’ ettiğini söyleyenler çıkamaz. Öyle ise, ‘millet kılını kıpırdatmadı, bu tavrıyla idamları, ihtilâlleri destekledi’ demek, bunu akla getirmek bile mümkün değildir.
Bilhassa o döneme şahit olanların içi hâlâ kor gibi. Merak edenler, 1960 öncesi ve sonrasını yaşayan ‘şahit’lere sorabilir. O günün şartlarında haber alma imkânları bile olmayan Anadolu insanı, rahmetli Menderes ve arkadaşlarını duadan eksik etmemişler, doğan çocuklarına da ‘Menderes’ soy ismini, ‘isim’ olarak vermişlerdir. Sorun, araştırın bakalım, hangi ihtilâlcinin ‘soy ismi’ isim olarak çocuklara verilmiş?
Bu vesile ile “İslâm kahramanı” ünvanlı merhum başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarını rahmetle anıyoruz. İhtilâlciler ise, zaten lâyık oldukları akıbete dûçar olmuşlar. Mevlâm, böyle acıları ülkemizden ve insanlıktan uzak tutsun... Amin.
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Demokrasi ne zaman “tik” duracak? |
|
NŞA. Normal Şartlar Altında, iktidara kimin, ne zaman, nasıl geleceği belli. Kimin, ne zaman, nasıl gideceği de belli.
Kaide ve normlar bu kadar belli iken sık aralıklarla yapılan “sui kastler” kaosu da beraberinde getiriyor.
Kaostan şikâyet edenler bizzat kaosun sebebi. Aynı zamanda tekerrür eden güncellenmiş filmlerin figüranları…
Figüranlar her işlerine gelmediğinde filmi koparıyor. Türkiye demokratik çarkların bir türlü normal işlemediği, işlemesine müsaade edilmediği bir ülke. Demokrasi treni “zırt-pırt” rayından çıkarıldığı için düzenli bir yolculuk yapma hasretini en derinden yaşıyoruz.
***
AKP’nin 22 Temmuz 2007 öncesi kendi yaptırdığı ankette oy oranı yüzde 25’leri gösteriyordu. 2 Kasım 2002’de aldığı yüzde 34’lük oranın gerisine düşmüştü. Ancak araya giren 367 hadisesi, e-muhtıra –iktidarı bile şaşırtacak biçimde- yüzde 25’i yüzde 47’ye taşıdı.
Demokratik çark çomak sokulmaksızın işleyebilse iktidar hatalarının bedelini ödeyecek. Yetki veren millet hesap soracak. İstediğinde yetkisini geri alacak.
***
Suyun mecrasında akmaması için barajlar kuruluyor. Barajın elektriği sadece çarpıyor. Aydınlatmıyor. Üretime katkısı olmuyor.
Tutulan su da işe yaramıyor. Toprak çatlıyor. Verimsizleşiyor. Hasat alınamıyor.
Su mecrasını değiştirenlerden intikamını alıyor. Millet iradesi engellendikçe, mecrası değiştirildikçe tercihler tepkiselleşiyor.
Tren raydan çıkıyor. Su mecrasını değiştiriyor. Hizmet rekabeti, intikam husumetine dönüşüyor. Kısır döngü besleniyor.
***
Boks maçına çıkan Temel, sağ-sol kroşeleri ardı ardına yiyip yerlerde sürünüyormuş. Yine yere düştüğü bir sırada arkadaşı İdris, “yahu sen de ona vursana” diye çıkışınca Temel cevap vermiş: “vuracağım, vuracağım, ama bir tik durabilsem.”
Demokrasimiz de Temel gibi.
Bir tik durabilse... Bir müdahale olmasa... Normal süreç işlese… Muhtıralar son bulsa… Her şey olağan haliyle işleyecek.
Ne mahalle baskısı olacak, ne laiklik elden gidecek, ne cumhuriyet yıkılacak ne de devlet bölünecek...
Olmak veya olmamak… Bütün mesele demokrasiyi tik tutmakta…
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Tanzimat aydını |
|
Tanzimat aydını şüphesiz şizofrenik bir aydındır. Batıcı ve İslâmcı paradigmaların çatışmasının mahsulüdür. Bunun son mümessillerinden birisi olarak karşımızda ‘mahalle baskısı’nın mucidi Şerif Mardin Hoca çıkmaktadır. Tanzimat aydınından kastımız tarihe kuşbakışı bakan değil, onu kategorize eden ve tarihe dikey ve yatay olarak değil de sadece yatay olarak veya muayyen bir zaviyeden bakan kişidir. Tanzimat aralığını aşanlardan ve tarihe cüz’î değil de küllî olarak bakanlardan birisi de Fuad Sezgin’dir. İlginç bir şekilde ikisi de aynı gün gazete başlıklarını konuk oldular. Fuad Sezgin, Tanzimat kompleksini aşmış birisi olarak İslâm’ın zenginliğini ve medeniyete katkılarını keşfetmişti. Şerif Mardin Hoca ise durdurulmuş zaman diliminde aynı nakaratları tekrarlıyordu. Kemalizmin kendini iyi savunamadığını ve temellendiremediğini ve dolayısıyla derinleşemediğini söylüyor. Kemalizmin caminin yerine belediyeyi, imamın yerine muallimi ikame ettiğini, ama gelinen noktada muallimin veya öğretmenin imam karşısında, mektebin de cami karşısında yenildiğini söylüyor. Bu aslında kategorik ve şizofrenik bir bakış açısının ürünüdür. Tamamen Tanzimat ve onun ötesinde de Fransız Devrimi’nin dünyaya bakışının ve okuyuşunun bir yansımasıdır. Tanzimatçılar bize ait olmayan bir kavgayı bünyemize taşımışlar ve bu İttihatçılık olarak meyve vermiş, o da cumhuriyeti doğurmuştur. Lakin kimilerine göre bu cumhuriyet tarzı da cumhursuz, yani sahtedir (Bak: Cumhuriyet olmayan cumhuriyet, Etyen Mahçupyan, Taraf, 25/5/2008)). Tanzimat’la birlikte gayr-i Müslim Müslüman kategorisi aşılırken, bu defa Müslümanlar kendileri içinde kategorize edilmiştir. 11 Eylül sonrasında ABD’nin yeniden genişleterek denemek istediği gibi. Buna göre, mektep- medrese, din-bilim, hoca- muallim, tekke-medrese ayrımı yaşanmaya başlanmıştır. Din bilim çatışması gerçekte veya zahirde olmayan, sadece zihinde olan bir meseledir. Bu da Batı’da kilise devlet çatışmasının bir ürünü olarak, bizde caminin kiliseye benzetilmesinden kaynaklanmıştır. Ötesi yoktur. İşte bu ayrımların beyhude olduğunu ortaya koyan ilim adamı Fuad Sezgin modelidir. Lafzî ayrımı değil derinlemesine ahengi temsil eder. Zira İslâm’ın ilimden ayrılmayacağını ve ilmin hizmetinde olduğunu tarihî örnekleriyle ortaya koymuştur. Müslümanların geri kalması meselesi ise, bir yorulma ve dinlenme meselesidir. Yorulma ve dinlenme devirlerinden sonra yeniden inisiyatifi ele almışlardır. Şüphesiz yarınlar da böyle olacaktır.
***
Bir yıl önce mahalle baskısı deyimiyle gündeme damgasını vuran Şerif Mardin Hocanın elbette ki doğru teşhisleri de var. Bu da Türkiye’de derinliği yok eden ve sığlığa ve slogancılığa davetiye çıkartan tartışma ikliminden yoksunluğumuzdur. Bu bağlamda iki satırla şunları söylemiştir: “Laikliği tartışmaktan korkuyoruz. Yani laikliği tartışırsanız günlerinizi hapiste geçirebilirsiniz...” Yani burada laiklikle tek yanlı bir ilişki söz konusu. Halbuki pozitivizm vazedilirken kesin inançlılık öngörülmüş olamaz. Dolayısıyla zamanla inançsızlık kesin inanç halini almıştır. Ama bugün Serdar Turgut’un temas ettiği gibi, Celal Şengör gibiler nezdinde tesadüfler zinciri kesin inanç haline gelmiştir. Onlar din bilim tezadına iman etmişlerdir. Bundan dolayı da ağzınızla kuş tutsanız dahi bu kesimleri ikna etmeniz kabil ve mümkün olamaz. Türkiye’de laiklik tartışılmıyor sadece empoze ediliyor. Prof. Dr. Şerif Mardin Hocanın laiklik bağlamında söyledikleri, bana geçenlerde gazeteci yazar Şevket Eygi’nin söylediklerini çağrıştırdı. Bir televizyon kanalına çıktığında Mustafa Kemal ile alâkalı olarak görüşleri sorulmuş. Hazret de ne desin? Şerif Mardin Hoca gibi: “Ya öveceksiniz, ya da öveceksiniz, başka seçenek yok. Aksi halde kodesi boylarsınız; benim de bu yaştan sonra hapishanelerde çürüyecek halim yok...” dedi.
Bediüzzaman’dan dolayı Mardin Hocayı aforoz edenler, mahalle baskısı lafına ise mal bulmuş Mağribî gibi sarıldılar. Halbuki 80’lerden itibaren mahalle baskısı tersine dönmüş, yani negatif bir surette işler hale gelmiştir. AKP gibi İslâmî zeminden gelen partiler bile ‘şeriatçı’ görünmeme kompleksi yüzünden popülizm kültürüne rüzgâr verdiler. Onlar dönemiyle, onlardan önceki dönem arasındaki bir Beyoğlu mukayesesi bile bu hususta iyi bir fikir verebilir ve mahalle baskısının hangi istikamette seyrettiğini ortaya koyar. Evet, zaman zaman başörtüsü meselesinde insanlar dindarlara özenseler bile, bu içi boşalarak gelişen bir süreç ve özentidir. İşin elbette bir de fıtrî ve kudsî tarafı var. Keşke durum Şerif Mardin Hocanın tasavvur veya tasvir ettiği gibi olsaydı. Bilindiği gibi, Şerif Mardin Hoca Bediüzzaman hakkında sadece tarafsız veya objektif olmaya çalıştığı için ilmî mahfillerden aforoz edilmişti.
***
Tanzimat mantığını aşmak, ancak din ile ilme bütüncül olarak yaklaşabilmekle mümkündür. İşte bu noktada Hayrat Vakfı’nın düzenlemiş olduğu Bediüzzaman Sempozyumunda konuşan Şeyh Muhammed Ebu’l Hüda El Hüseyni bunun reçetesine temas etmiştir. El Hüseyni, Bediüzzaman’ın bize dinî ve kevnî ilimlerin bir arada okutulacağı modern okullar kurulmasını tavsiye etitğini hatırlatıyor. Medresetü’z Zehra da böyle bir proje idi. Şerif Mardin Hocadan anladığımız şudur: Tanzimat aydını şizofrenik, cumhuriyet aydını ise sığdır.
26.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|
|