İstanbul’un fethinin idrak edildiği bugünlerde, tarihi, mimarisi, mûsikîsi, edebiyatı ve en önemlisi kutlu fethinin yüreğime nakşettiği mânâlar içinde dinlemek istiyorum İstanbul’u. “Çık tayy-ı zaman et açılır her perde / Bir devr geçir istediğin her yerde / Ben hicret edip zamanımızdan / Yaşadım İstanbul’u fethettiğimiz günlerde” diyen şâir misali gözlerimi kapatarak, gönül gözüyle daldığım rüya âleminde cedlerin o mağrur ve vakur mağfiret iklimine girmek istiyorum. Bütün keşmekeşliklerden, ayrılık ve gayrılıklardan sıyrılarak, yüreklerin toplu vurduğu bu güzel coğrafya üzerinde adım adım işlenen bir vatan tablosunun pây-ı tahtının rıhtımında demir almak istiyorum. “Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını”ndan bir parça olup kutlu Peygamberin(asm), “İstanbul elbet fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” dediği müjdenin ulvileştirdiği mukaddes fethin doğurduğu büyük velvele içinde, arşa yükselen tekbirin ardınca yürümek ne büyük saadet!
Bir İslâm ülküsü hâlinde asırlarca dalga dalga büyüyen bu mübarek fethi hissetmek ve âdeta “Vur pençe-i âlideki şemşir aşkına / Gülbang-i asmanı tutan pir aşkına” diye yükselen nidalar eşliğinde gözünü kırpmadan ilerleyen nice Ulubatlıların, “Ey leşker-i müfettihü’l ebvab vur bugün / feth-i mübin-i zâmin o tebşir aşkına” türünden hitaplara mazhar oluşlarını yürekte duymak bir insan için doyumsuz bir zevk olsa gerek. Kapıları açan Allah’ın yolunda yürüyen ve O'nun kutlu elçisinin işaret ettiği müjdeye nail olabilme aşkına canlarını satan nice mübarek yiğitlerin ellerinde Bizans burçlarında dalgalanan fetih bayrağının nazlı salınışını seyretmek, “Sana selâm getirdim Ulubatlı Hasan’dan” diyen şâir kadar bana huşu veriyor.
Bu rüya bir yanıyla her ne kadar huşu veriyorsa da bana, biraz da utanç çizgileri bırakıyor yüzümde. Bir fethi tam olarak anla(t)mamanın ve fetih ülküsünden çok uzakta kalmışlığın acı tortusu kalıyor yüreğimin dibinde. “Yürü hâlâ ne diye oyunda oynaştasın / Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” gibisinden haykırışlara kulağını tıkayan, umarsız ve bir o kadar sorumsuzluğu şiar edinen insan kalabalıklarının gâyesiz bakışlarına muhatap olmak kadar acı bir şey var mıdır acaba? Oysa henüz genç yaştayken, “İktidarımın vasıl olduğu mertebeye, ecdadımın emelleri bile erişememiştir” diyebilen fatih bir sultanın nesli böyle olmamalıydı. En azından, dağlardan çekilen kalyonların, nasıl bir idealin verdiği ruh hâli olduğunu idrak etmek, “Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u! ” diyen iradenin sağlamlığı ve kararlığının mümessili olmaya gayret etme yönünde bir şuurluluk içinde olmak gibi bir tablo oluşturulabilirdi.
Geçmişi bilmek, geçmişin şahikalarını tanımak ve bugünde irdeleyip en sağlıklı bir şekilde geleceğe taşımak gibi bir misyon üstlenmezse yeni nesil, nasıl pâyidar olacak aziz vatan? Zira İstanbul’un fethi de bilinmesi ve bildirilmesi gereken geçmişimizin nâdide parıltılarındandır. O hâlde tarihi, mimarisi, mûsikîsi ve dahi edebiyatımıza aksi itibariyle her vatan evlâdının İstanbul’u fetih penceresinden tanımak ve tanıtmak gibi bir sorumluluğu vardır ve olmalıdır da!...
31.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|