Çocukluk günlerimin hiç unutulmaz bir hatırasıdır. Bahar günlerinde evimizin hemen yanındaki taşların üzerinde oturup, kızıl akşamüstlerini seyre dalmak.
Geliş ve gidişlerini heyecanla seyrettiğimiz leylekler ise, bu manzaranın hiç vazgeçilmez bir parçasıydı. Uzun ince bacakları ve sivri turuncu gagaları ile en çok ilgimizi çeken kuşlardan biriydi, ak kanatlı leylek dedeler.
Bahar günlerinin habercisi ve müjdecisi olarak bilirdik onları. Yıkık dökük viranelerin üstüne, harabe binaların bacalarına hatta bazen de minarelerin tepelerine taht kurarlardı. Bir grup mahalle arkadaşımla birlikte, ellerimizi sevinçle çırpıp, çılgınca bağırırdık; “Leylek leylek havada, yumurtası tavada…” Üstümüzden sürüler hâlinde geçerken, mavi gökyüzüne siyah beyaz renkleriyle ne de yakışırlardı. Bir ordu düzeni içinde, gizemli bir resmigeçit yaparlardı.
Kimimiz dilek tutardık, kimimiz ise leyleği havada görünce, o yıl bol bol seyahat edeceğimize inanırdık. Leylekleri gördükçe, sevdiklerimize kavuşacağımız günlerin yakın olduğunu hissederdik. Bu dileklerimiz ve çocukça duâlarımız tutardı da çok defa.
En keyifli dakikalar, akşam üzerleriydi. Havada daireler çize çize, gayet zerafet içinde yuvalarına dönüşleri ise, çok muhteşem olurdu. Hangi evin bacasına, hangi ağacın veya direğin tepesine yuvasını kuracak olsa, şanslı bilirdik o evi, diğerlerinden ayrıcalıklı sayardık o ağacı.
…
Leyleğin kelime olarak etimolojisine baktığımızda Farsça ‘leklek’ şeklinde kullanıldığını görüyoruz. Arapça’da ise ‘laklak’ şeklinde yer alıyor. Türkçe’ye ise muhtemelen Farsça’dan geçen kelime zamanla ‘leylek’ hâline dönüşmüş.
Kuşbilimciler ona Lâtincedeki ismiyle ‘Coconia’ diyorlar. Ama ‘Hacı baba’ ya da ‘Leylek dede’ diyen Anadolu insanı kadar güzel bir isim bulabilen pek çıkmamıştır leyleğe.
Nereye otursa oraya yakışan derler ya, leylekler de nereye konsa oraya yakışan kuşlardır. Seçtikleri ve oturdukları yeri güzelleştiren bir gizem vardır sanki onlarda. Şimdi, tam bu mevsimde her birinin binlerce kilometrelik çok uzun bir yolculuktan sonra tekrar aynı yuvalarını bulup, aynı yerde karar kılmalarını ibret ve hayretle izleyebilirsiniz. “Pusulasız, kaptansız ve kılavuzsuz bunca kilometrelik mesafeyi aşar da, yollarını bir defacık bile olsa nasıl şaşırmaz bu kuşlar?” diye merak edenlere, Rabbimiz Kur’ân’da cevap veriyor:
“Gök boşluğunda musahhar kuşlara bakmadılar mı? Onları Allah’tan başka tutan yoktur. Elbette bunda iman eden bir topluluk için, çok ibretler vardır.” (En-Nahl Sûresi, 79)
“Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler (topluluklar) olmasın. Biz kitapta, hiçbir şeyi noksan bırakmadık…” (El-En’âm Sûresi, 38)
…
Uzun göçlerin ardından, bir ay dinlenip, yorgunluklarını attıktan sonra ilk işleri, eski yuvalarını kontrol etmek ve inceden inceye gagadan geçirmek olur.
Bazen samanla ve otla, bazen de kâğıt ve kumaş parçası birkaç pılı pırtı ile onarır, tekrar elden geçirirler, kardan kıştan hırpalanmış yuvalarını. Hemen ardından çiftleşme törenleri başlar. Kanatlarını çırpmalar eşliğinde, gagasını birbirine çarparak o meşhur “lak lak” sesini çıkaran erkek leylekler, dişilerine aşk davetinde bulunurlar. Bu çağrı karşılık bulursa, çok geçmeden yuvada yumurtalar görülür. En çok beş yumurta.
Anne leylek 32 gün sonra yumurtaların üzerinden kalktığında, leylek yavruları da yumurtaları bir bir kırmaya ve dünyaya “merhaba” demeye başlarlar. Her şeyden âciz bir şekilde, hiç bilmediği bir dünyaya, gözünü açtığı dakikada bir yavrunun başucunda bir anne ya da bir baba görmesi ve sadece kendisi için hazırlanmış rızkını onun gagasında bulması, bütün canlıların dünyasını kuşatan tek bir fiildir. Bu fiilin hem faili yani öznesi vardır, hem birdir, hem de bütün yavruları kuşatan bir rahmet ve şefkatin yegâne sahibidir O. Çünkü Allah: “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” buyuruyor. Yuvanın bu yeni sahipleri “açım açım” diye bağırdıkça, babaya yiyecek bulmak görevi düşer. Tarlalarda, otların arasında, sulak yerlerde; böcek, solucan ve sümüklüböcek toplamaya başlar. Leylek yavruları doğduklarında, ne anne ne de babalarına benzerler. Ama çok çabuk palazlanır ve büyürler. Tabiî büyüdükçe yemek çeşitleri de değişir. Kurbağalar, yılanlar ve balıklar da listeye dahil olur. Baba, yuvaya yemek tedarik etmekle uğraşırken, anne de boş durmaz yavrularına güneş çarpmasın, yakmasın, yağmurlar ıslatıp hasta etmesin diye, kanatlarını gerer her bir yavrunun üzerine… Rahmetin tecellîsi, bir yuvanın başında anne ve babayı âciz yavruların imdadına koşturur. Onlara hizmetçi kılar.
Dünyayı eğer anlamak istiyorsa insan, hayata bakmalı. Hayatı anlamak istiyorsa, annelere ve babalara bakmalı. Çünkü bir canlı, ya anne olmak için doğar ya da baba olmak için. İşte o zaman, bir parıltısıyla canlılar dünyasını birbirine bağlayan bir muhabbet ve şefkat deryasında yaşadığınızı görürsünüz.
İnsanoğlunun gözünden, bakışından kaçmaz bu şefkat inceliği, yuva kurup evlenmenin, çoluk çocuk sahibi olmanın simgesine dönüşür leylek yuvaları.
Bu yüzden bir türküye de kanat takıp havalandırır:
“Leylek gider yuvasına / İner gider ovasına / Haber verin dayısına / Kız dayısız gelin mi olur? / Kız emmisiz düğün mü olur?”
...
Yıllar önce bir gazetede Anadolumuzun bir şehrinin, bir köyünde yol genişletme çalışmalarının, bir büyük ağacın üzerindeki yuvada dört leylek var diye durdurulduğunu okumuştum. Beldenin ileri gelenlerinin yaptıkları toplantıda şöyle bir karar alınmıştı: “Leylekler göç etmeden, ağaç kesilmeyecek, yol yapımına ara verilecektir.”
Anadolu insanının leyleklere duyduğu bu sevgi, 1870-1890 yılları arasında defalarca İstanbul’a gelmiş olan Osmanlı kültürüne tutkun yazar Pierre Loti’nin gözünden de kaçmamıştı. Loti’nin İstanbul’da çektiği fotoğraflar arasında ‘Eyüp Camii önünde leyleklere bakanlar’ da vardır. Leyleklerin orada bulunması bir rastlantı değildir. Caminin bahçesindeki yaşlı çınarın gövdesindeki oyuk, o zamanlar bir ‘Leylek Hastanesi’ idi! Göç edemeyen hasta leylekler burada bakılırdı. Ahmet Haşim de, Gurabahane-i Laklakan kitabında şöyle yazar:
“Bursa’da Haffaflar (Ayakkabıcılar-kavaflar) Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malûl (hastalıklı) hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar, halkın sadakası ile yaşarlar.”
1874’te İstanbul’a gelen Edmondo de Amicis “Leyleklerin, ıssız türbelerin üzerinde laklak ettiğini” yazarken; Lady Montagu de 1717 tarihli Türkiye’den Mektuplar’ında “Osmanlılar leyleklere saygı gösteriyorlar. Çünkü bunların, her kış Mekke’yi ziyarete gittiklerine inanıyorlar” der.
LEYLEK 'LÂK LÂK’ ETMİYOR
‘Lâk lâk’ demiyor da, ne diyor peki? Leylek, “El-mülk” diyor. Leyleğin gagasını birbirine vurarak çıkardığı “lak lak” sesi, zikir ve ibadet olarak kabul edilir Anadolu inancında. “El-Mülk lak, el-İzz lak, El-Hamd lak” (Mülkiyet Senin, İzzet Senin, Hamd Senin) sözcüklerini sürekli tekrarlayıp duâ ettiklerini düşünenler de pek haksız sayılmazlar. Çünkü madem Mülk Allah’ındır, elbette onun mülkünde yaşayan her canlının da kendi diliyle onu anmasından daha normal ne olabilir ki?
Gerçekte, ses telleri bulunmayan kuşlardan olan leylekler, ötemedikleri için, bu sesi çıkararak iletişim kurarlar. Kâbe’ye uçtukları sanılan leyleklerin bacalara, yıkık minarelere, ağaçlara yaptıkları yuvaları bozulmaz. Böyle bir şeyi yapmak da zaten dinen yasak ve günahtır. Göç yolları Mekke’den ve Kâbe’nin üzerinden geçtiği için, bu mecburî hayat yolu ona ‘Hacı leylek’ diye bir ünvan da kazandırır. Çoğalmaya ve yavrularını büyütmeye uygun coğrafyalara uçmak zorundadırlar.
Leylekler, Sudan’dan yola çıkıp Hatay’dan Anadolu’ya girmeleri için 2900 km, oradan da İstanbul Boğazı üzerinden Avrupa’ya, meselâ Polonya’ya gidebilmeleri için 1600 km. daha kanat çırpmaları gerekir. Elbette, 18 günde aldıkları bu yolun bir de dönüşü vardır. Bundan olsa gerek, bahar günlerinin ilk leyleğini uçarken gören insanlar, o yıl çok yolculuk yapacaklarına inanırlar. “Leyleği havada görmek” deyiminin anlamı da bu olsa gerek. Biz şimdi dışarı çıkalım ve onları Arnavut şair Betim Muço’nun, ‘Leylekler Geliyor’ adlı şiiriyle karşılayalım:
“İlkbahar göklerinde leylekler uçuşuyor, / Sıcak ülkelerin güzel kokularını taşıyan leylekler. / Hoş geldiniz leyleklerim, hoş geldiniz! / Ne iyi olur savaş uçakları ve ölümcül çılgınlıkları yolunuza çıkmasalar, / Toprağın sıcaklığının yükseldiği saydam ve duru gök boşluğunda. / Köpekbalıklarının ve savaş gemilerinin kaynaştığı mavi Akdeniz’in üstünde. / Sizin akçıl yollarınıza ihtiyacı var insanın, / Bu dünyada yaşamak için / Nasıl ihtiyacı varsa ekmeğe ve güneşe.”
BİRAZ DA NOSTALJİ
Yaşadığım şehirde, Adapazarı’nda, spor salonunun tam karşısında, sarı boyalı bir ev vardır. Bu ev, rahmetli dostum ve sınıf arkadaşım Halim Kuriş’in baba eviydi. Şehrimizin alâmet-i farikası sayılan bu şirin evin bir ayrıcalığı vardı düne kadar. O da, yıllar yılı bir hacı leylek ailesini misafir etmesiydi. Çalı çırpıdan ibaret, bacadaki bu yuva, misafirlerini beklerdi gelecek diye. Her bahar, bu evin bacası leyleklerle şenlenirdi. Biz de zevkle izlerdik onların geliş ve gidişlerini. Şimdi epey zamandır leyleklerden ve o yuvadan eser yok. Biri çıkıp da bir himmet eylese, hacı leylek ailesi bu eski yuvasına dönse, gelse ne iyi olurdu. Bu güzelliği ve bu ilginç manzarayı çocuklarımız da doya doya seyretse fena mı olurdu yani. Hayrın küçüğü olmaz… Bir iyilik meleği çıkıp, bu işi yolunca yordamınca üstlenmeli. İlgililerin ve yetkililerin dikkatini çekmeli. Bekliyoruz, ümitle ve müjdeyle. Biri çıkıp, “Leylekler niye gelmiyor?” diye sormadan…
31.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|