Bediüzzaman’ı ve hizmetini “objektif” bir gözle yorumlamaya çalıştığı için Kemalistlerin aforozuna uğrayan Prof. Dr. Şerif Mardin’in geçen yıl telâffuz ettiği “mahalle baskısı” kavramının üstüne atlayıp, bu sözü yıllardır tekrarlayageldikleri irtica iddiaları için taze bir dayanak olarak kullanmaya koyulan laikçiler, aradan bir yıl geçtikten sonra yine konuşan ve bu defa hiç hoşlanmadıkları şeyler söyleyen Mardin’e yeniden ateş püskürmeye başladılar.
Aslında Mardin’in bu sözlerinde kendisi açısından yeni birşey yok. Ünlü sosyolog, Kemalizmin kuru ve sığ kaldığını ve toplumun derinliklerine nüfuz edemediğini senelerdir söyleyip duruyor.
Ve işin enteresan tarafı, Şerif Mardin “Kemalizme karşı değilim” diyen de bir insan. Bu ideolojinin, “Türkiye'yi kurtarmak için ortaya atılmış olan, akıllıca, pratik bir araçlar bütünlüğü” olduğunu düşünüyor. (Ruşen Çakır, Vatan, 20.5.08)
Ama “Gelişmiş bir söylem olduğuna inanmıyorum. Felsefî derinliği yok” diyor. “İçinde ne var, dışında ne var, nelerden meydana geliyor, belli değil. Meselâ laiklik deniyor. Güzel, ama laiklik ne demek? Bunu nasıl uygulayacağız?” diye devam ediyor ve ardından şu eleştiriyi getiriyor:
“Kemalizm ‘devlet içinde devlet’ kurdurmamakta kararlıdır. Bu o zaman ne biçim bir laikliktir? Kemalizmin belirleyici yönünün laiklik olması yetmez, başka şeyler de söylemeli.” (a.g.g.)
Batıda da Kemalizmin “gerekli, fakat sığ olduğu”nun kabul edildiğini belirterek, “Herkes Kemalizmin Türkiye’yi kurtardığı, fakat derinliği olmadığında birleşiyor” görüşünü ortaya atıyor.
Bütün bunlar alt alta konulduğu zaman Mardin’in de net olmadığı, söylediklerinde doldurulması gereken boşluk ve açıklar bulunduğu görülüyor. Meselâ Kemalizmin Türkiye’yi kurtardığını söylerken, neden, kimden ve nasıl kurtardığı sualinin cevabını vermiyor. Derinliği olmayan, sığ ve kuru bir ideolojinin bunu nasıl başardığının da.
Mardin’in son beyanlarında öne çıkarılan ve laikçi kanadı bir kez daha küplere bindiren sözlerinden biri de bazı gazetelerin sürmanşetinde “İmam öğretmeni yendi” şeklinde özetlenen ifadesi.
Camisi, imamı, imamın okuduğu kitapları, tekkesi, tarikatı, külliyeleri, esnafıyla Osmanlı toplumsal hayatının gerçek bir birimi olarak nitelediği mahalleye, cumhuriyet döneminde öğretmen, okul, öğrenci ve öğrencinin kitabı üzerine inşa edilen bir yapının rakip olarak çıkarıldığını belirten Mardin, çıkan sonucu “Öğretmen kaybetti, ama çok kaybetmedi” diye ifade ediyor.
Bunu da “Öğretmenin getirdiği yeni inşa ve grup tipinin Anadolu’da bir etkisi oldu, ama 1950 sonrasında öğretmen geri kaldı” şeklinde açıklıyor.
Aslında bu izah bile, öteden beri “1950’ye kadar herşey çok iyi gidiyordu, ama ondan sonra başlayan karşı devrim herşeyi berbat etti” diyen Kemalistlerin yaklaşımıyla örtüşüyor, ama ya okumadıkları ya da okuduklarını anlamada zorluk çektikleri için olsa gerek, işin o yanına hiç girmediler.
Ve haddizatında, Mardin’in sözlerinden imamla öğretmeni rakip sayan bir sonuç üretip, ülkede böyle bir ikilem varmış gibi göstermenin de reel bir dayanağı en azından bugün için bulunmuyor.
Tek parti döneminde köy enstitülerinde yetiştirilen öğretmen modeli yaygınlık kazansa ve din eğitimini tamamen ortadan kaldıran uygulama devam etseydi, zaten ortada imam da kalmazdı.
Ama öyle olmadı. Dinsiz olmanın ötesinde, inkârcılığın propagandasını da yapan öğretmen yetiştirme sistemi fazla devam edemedi. Ve din görevlisi yetiştiren eğitim kurumları açıldı. Ayrıca, kimilerince tahrik amaçlı, kasıtlı ve abartılı şekilde “Öğretmenler imamlaştı” şeklinde ifade edilen vâkıa yaşandı. Ancak bu hali ortaya çıkaran saik devlet değil, sivil zemindeki manevî hizmetlerdi.
Sonuç: Kuru ve sığ bir ideoloji olarak ülkenin başına musallat edilen Kemalizme toplum direndi. Bu sessiz direnişi kırmak için yapılan her müdahale Kemalizmi biraz daha yıprattı. “Baltanın sapları” araya girmese, çoktan defteri dürülecekti.
31.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|