Ölümü anlamak
Ölüm. Hani o, en çaresiz kaldığımız an. Herşeyi bertaraf edip, dip bir köşede büzülüp kaldığımız o tarif edilemez saatler. Gözyaşlarına esir olduğumuz, kimi zaman gözümüzü, gönlümüzü dış dünyaya kapadığımız, o beyaz defter sayfalarını dolduran karanlık cümleler.
Sevdiklerimizi uğurlarız adım adım, ne bir daha konuşmak vardır, ne bir bakış, ne dokunuş, ne de o gülümsemesini görebilmek. Koşarcasına gittiğimizde kapıyı açan o olmayacaktır artık, telefonun karşısında cevap veremeyecek, rehberimizden bir tuş dokunuşunca silinip gidecektir.
Bir daha görememek, bir daha paylaşamamak yaralayacaktır önce. Olmayacağını bilmek, kabullenmesi en zor anlardan olacak. Beraber gidilen yerlere gidilecek muhtemelen, iki fincan kahve, iki ince belli bardaktan çay söylenecek. Garsonun garip bakışları arasında, karşında o sevdiğin kişinin oturduğunu hayal ederek yudumlayacaksın her yudumunu. Bir rüzgâr esecek sonra, bir yeli senin gözünün önünden geçecek, hayalini alıp götürecek, yarım bardak kalan çayla, dibine çökmüş kahvenle ve masada sandalyende tek başına kalacaksın. Bir de hiç içilmemiş soğumuş, dumanı kaybolmuş bir bardak çayla.
Gitmek isteyeceksin, gidebildiğin kadar uzaklara. Her şeyi unutmak isteyeceksin. Seni teselli etmek isteyenleri suçlayacaksın, nasıl bu kadar kolay kabullendiklerini düşüneceksin, teselli adına kurulan bütün cümlelerden nefret edeceksin, hafızandan ve hatırâtından çıkarmak isteyeceksin. Zor olacak her şey nihayetinde ve alışmanın dayanılmaz mucizesine eninde sonunda kaptıracaksın kendini.
Senin gibilerinin de olduğunu, dünyada bu acıyı göğüsleyenin sadece sen olmadığını fark edeceksin sonunda. Mahallende karısını kaybeden Cevdet Abiyi öğreneceksin. Aynı acıyı tekrar tekrar yaşarcasına kalbin acıyacak ama tekrar yürüdüğünü, yemek yediğini ve karşılaştığında “Hayat her şeye rağmen devam ediyor, yapacak bir şey yok” dediğini duyunca, ruhunu bambaşka bir acı kaplayacak. Annesini kaybeden komşun Ayşe teyzenin annesini kaybedişindeki o hüznüyle parça parça olacaksın. “Daha dün beraberdik ama bugün yanımda yok. Sanki hiç yaşamamış gibi, hiçbir şey paylaşmamış gibi. Ama dün yaptığı elişi burada duruyor, iki gözü çıkmamış hâliyle.”
Her şeye çare varken çaresi olmayan ölüme donuk bakışlarla bakacaksın. Bütün tebessümünü yitirdiğin her anda sabrın katreleri düşecek, şükrün damlaları damlayacak yüreğine. Ruhun karanlıkta kaybolmuşken bir nefes ışık saçan sabırla kalkacaksın ayağa. Sabretmeyi öğreneceksin, okuma yazmayı öğrenmeye çalışan bir çocuk edasıyla. Kabullenmenin zorluğu heryerini sararken, sabırla çözüleceksin. Bir keşif yolculuğuna çıkar gibi keşfedeceksin hayatı, ölümü ve anlamı. Anlamak en değerli hazinen olacak.
Allah’tan gelip, Allah’a döneceğimiz sırrına ulaşınca, işte o zaman yaşamaya başlayacaksın. İşte o zaman nefes alacaksın ve aldığın nefesin ciğerlerini doldurduğunu hissedeceksin. Sabırla ördüğün hayatın her zerresini, işte o zaman hissedeceksin.
Ve işte o zaman ruhundan, sevdiğinin ruhuna bir duâ göndereceksin, bir fatiha hediye edeceksin.
Kalbinin duvarlarını delip geçen, damarlara kanın akışını veren o cümle dile gelecek ve ellerinde söz olacak. İşte o zaman ellerinin, yüreğinle dolup taştığını göreceksin.
“İnna lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (O’ndan geldik, O’na döneceğiz) (Bakara: 156)
|
Süveyda GÜNER
30.05.2008
|
|
Kayahan: Kıymetini bilmezsek güzellikler elimizden gider
San'atçılar İstanbul’un fethini Bizim Radyo için yorumladı
Fetih, Sultan 2. Mehmet Hanın adını Fatih Sultan Mehmet olarak değiştirmiş, orta çağı kapatmış yeni çağı açmış, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan bu şehrin, yani Doğu Roma İmparatorluğunun sahip olduğu bu şehrin alınışı Doğu Roma İmparatorluğunun sonu olmuş ve Osmanlı yükselişe geçmiş.
Tarih olarak anlatırsak çok uzun şeyler anlatmamız gerekir, ama pek çok milletin fethetmeye çalıştığı bu yeri sadece Fatih Sultan Mehmet fethedebilmiş ve ondan bize miras kalmıştır. Burada pek çok şeyde olduğu gibi bilinçli yapılan yani insanları dinlerinden, dillerinden ve tarihlerinden dolayısıyla kültürlerinden, örflerinden de etmeye çalışan bir soğuk savaşın süregeldiği bir zaman içerisindeyiz. Bilinçli olarak yapılan bu iş bugün Kıbrıs’ta dahi önümüze çıkmaktadır. Kıbrıs’ın hangi şartlar altında alındığını ve kimlerin neleri feda ettiğini bilmiyor olmamız ya da bilmiyor olanların da oluşu çok dramatik bir durum. Yakın tarihimizi bile bilmiyoruz ne yazık ki…
Bana öyle geliyor ki insanlar İstanbul’un fethini işlerine gidip gelirken ve sadece üstünden geçtiklerinde hatırlıyorlar. Bazen Avrupa’ya, bazen Asya’ya gidip geldikleri yerde onlar hadiseyi işe gidip gelecek bir yol olarak görmeye başladılar. Bizim yapmamız gereken, bizim düşünmemiz gereken hep eski yaprakları karıştırıp orada şu anda bizim rahatlıkla dolaştığımız ve pek çok tarihî eseri barındıran bu şehri Doğu Roma İmparatorluğunun çöküşü ve Osmanlının yükselişi ile başlayan bu şehrin tadını da çıkaramıyoruz, hakkını da veremiyoruz. Elimizdeki birçok şeyin hakkını verememek, değerini bilmemek ve tadını çıkaramamak çağın hastalığı olarak düşünüyorum.
Düşünmeye fırsatı olmayan ve sadece karnını doyurmak için çalışan insanların sadece hayat sahnesinde rol aldıkları bir zamandayız. Ama bir durup düşünmek gerekiyor. İstanbul’un fethi için de böyle, cumhuriyetin kuruluşu için de böyle Çanakkale Savaşı için de böyle. Bunlar sanki hep varlarmış gibi davranırsak bir gün bizim olmamaları gibi bir tehlikeyle karşı karşıya kalırız diye korkuyorum.
Öylesine garip, öylesine tezatlar dünyasındaki göze çarpan şey, bu şehrin hâlâ bazı haritalarda Konstantinopolis diye gösteriliyor olması. Gerçekleri inkâr etmek bana göre fütursuzca, aşırıcı cesarete ve insanlık miraslarını reddeden bir ortamı işaret ediyor bize. Konstantinopolis değil buranın adı İstanbul. Ve İstanbul’da bir güzel, İstanbul kadar güzel diye yazdığım bir şarkı benim 28 yaşıma tekabül ediyor. Gerçekten o kadar güzel bir şehir ve o kadar alımlı ve önemli ki demek ki hâlâ burayı Konstantinopolis diye düşünmekten başka çareleri olmayan insanlar var diye düşünüyorum.
San'atçı olmak ya da herhangi bir mesleğe sahip olmanın farklı şeyler olmadığını düşünüyorum. San'atçının çok farklı bir insan olmadığını düşünüyorum. Allah herkese bir görev vermiş. Benim işim de müzikle uğraşmak ve sosyal meselelerle hayatın içindeyim. Yoksul olan insanları unutmayıp maddî-manevî yaklaşmak gerekiyor. San'atçı olarak İstanbul’da yaşamanın meslekî açıdan bakarsak, ne acıdır ki dinleti verilebilecek kapalı düzgün bir yer yok. İki tane de açık alan var. Bunlar da belirli insanlara verilmiş. Onlar da oraları kâr için kullanırlar. Ahbap çavuş ilişkisi içinde sürer gider. Kendi kültürümüzden kopmadan başkalarına özenip tavus kuşu olmadan kendimiz gibi tarihimize sırtımıza dayanan işlerin yapılacağı meydanlar ve salonları olsun.
Fetih kutlu olsun. İstanbul hep bizim olsun. Bizimle kalsın. Biz İstanbul’a lâyık olmaya çalışalım.
|
Emrullah UZUN
30.05.2008
|
|
Bedirhan Gökçe: İstanbul’da yaşamak İstanbul’u yaşamak değildir
San'atçılar İstanbul’un fethini Bizim Radyo için yorumladı
FETHİN 555. yıl dönümü kutlanıyor. Bu başarı bir Avrupa dünyasında olsaydı tahmin ediyorum, bu dünya çapında kutlanır ve mutlaka bize bir sinemayla, bir filmle dikte edilirdi. Ama biz nedense kendi değerlerimizin kıymetini bilmediğimiz için kendi değerlerimizi anlatmayı da bilemiyoruz. Kendi değerlerimizi anlatmayı bilemediğimiz içinde ehil ellere bu iş düşmüyor. Ama son iki senedir Haliç, Balat tarafında yapılan etkinlikleri çok başarılı ve dünya çapında buluyorum. Türkiye’deki bütün sanatçıların bununla ilgili bir şeyler söylemesi ve siyasetçilerden de bu konuda daha fazla şeyler bekliyoruz. Çünkü İstanbul’u almak sadece bir şehrin kara parçasını almak anlamına gelmez.
İstanbul kültür birikimi olan bir şehirdir. İstanbul, biz hâlâ aldığımızın farkında olamasak da elinden kaçırmış olanların acısı ve yarasıdır. Acısını ve yarasını sıcak tutan insanlara karşı bizim de, bulunduğumuz şehrin değerini bilmeyi o aldığımız heyecanı aynen karşı tarafın acısı ve yarası kadar sıcak tutmamız gerekiyor. Bana göre ne zamanki İstanbul alınmış o zaman ki Osmanlının çöküşü başlamış çünkü en büyük çıta atlanmıştır. Çünkü o zaman bütün padişahların en büyük hedefi İstanbul’u almak. Bununla beraber daha fazla şeyler yapılmalı. Bizi bize tanıtmaktan ziyade sinema ve tiyatrolarla dünyaya tanıtılmalı. Fatih Sultan Mehmet’in hoşgörüsünün, san'at anlayışının ve siyasî bakış açısının, herhangi bir camiye imamını seçerken bile 7 dil aramasının altının iyi çizilmesi lâzımdır.
Fatih Sultan Mehmet sıradan bir lider değildir, İstanbul da herhangi bir vilayet değildir. Son olarak, İstanbul’da yaşamakla İstanbul’u yaşamak arasında fark var. Koşturarak yaşasak da İstanbul barındırdığı tüm değerlerle eşsiz bir şehir.
|
Emrullah UZUN
30.05.2008
|
|
Karanlığın en fazla olduğu an, sabaha en yakın olduğu andır
Yargıtay Başkanlar Kurulu bildirisinin yayınlanmasından sonra ülkemizin sorunlarından birinin daha eksildiğini kimse söyleyemez. Fakat, vicdan sahibi herkesin kabul edebileceği bir şey varsa o da, “bu kadar da olmaz” dedirten son bildiridir.
Yargıtay bildirisinin tümü okunduktan sonra muhtevası ve ruhuna dikkat edilecek olursa önce büyük bir güvensizlik, ardından da panik denebilecek bir kargaşa hali olduğu gözlenebilir. Yine bu halin bildiriyi hazırlayanları büyük oyun içinde kendi ayakkabılarının bağcıklarını birbirine bağlıyacak kadar aykırı duruş sergilemekten kendilerini alamadıkları görülüyor.
Anayasanın 10. ve 42. maddeleri AKP ve MHP ile ortaklaşa değiştirilmesinden sonra CHP tarafından Anayasa Mahkemesinde başlatılan iptal süreci konusunda, raportörün uzun, fakat dâvâcıların umutlarını boşa çıkaran çalışması, önümüzdeki günlerde görüşülecek. Bu konuda alınacak karar kapatma dâvâsı için de bir işaret niteliğini taşıyacak.
Yargıtay Başkanlar Kurulunun bildiri yayınlamak gibi bir yetkisinin varlığından söz edilebiliyor ise, falanca bakanlığın Genel Müdürler Kurulu oluşturularak, bir açıklama yapmasının bir sakıncası da olmasa gerek. Bu işin fantezisi, ülkemizde herkes, kendi işini, görev ve yetkileri içinde kalarak yapmak durumundadır. Normal bir sosyal demokrat partiden beklenen böyle bir bildiriye “benim yerimde gözün mü var?” diye çıkışmasıdır. Fakat CHP bu tavrı alkışladığı ve yerinde bulduğu için, “Yargıtay Başkanlar Kurulu varken CHP’ye ne gerek var” diye bir söylem gelişebilir. Çünkü bu kadar siyasetin içine bir kurum girdikten sonra eleştirilerden uzak tutulması mümkün değildir.
Hukukçuların yalnızca bugün değil, tarihe karşı da sorumlu olduklarının farkında olmaları gerekir. Yargıtay Başkanlar Kurulu Anayasanın 10. ve 42. madde değişikliklerini “engellenemez” olarak bulması da, ayrı bir garabet olarak ortada kalmıştır. Bu tespit öncesinde kendi konumunu karşı duruş olarak vermesi ancak eski meydan muhaberelerinde olurdu. Her konuyu götürdükleri Anayasa, maalesef (!) yine anayasa değişiklikleri konusunda yetkiyi yasamaya yani TBMM’ye vermiştir.
AKP cephesinde benzer ve önceki dâvâların kapatılma ile neticelenmiş olması, kapatılma konusunda genel bir karamsarlığa sebep olmakla birlikte, Yargıtay bildirisine aykırı bir açıdan bakmak istiyorum.
21 Mayıs bildirisinin Anayasa Mahkemesi Hakimleri üzerinde eskilerinin tabiri ile “aksül amel” yapabileceğini düşünüyorum. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesinin zaten şekil yönünden inceleyebileceği bu kararların gerekçelerinde yazacağı ve yeniden yorumlayacağı kavramlar önemli olacaktır. Normal olarak red edilmesi gereken bu dâvâda, eğer bir Yargıtay eleştirisi gelirse, bu aynı zamanda AKP kapatma dâvâsı için sürpriz bir neticenin beklenmesine sebep olabilir. Bunlara bağlı olarak ülkemizde demokrasinin tüm kurum ve kurulları ile (Türkiye’ye özgü kurallar olmaksızın) işlemesi için hem türban dâvâsı olarak bilinen “Anayasanın 10. ve 42. madde değişiklikleri” ile “AKP kapatma dâvâsı” red edilmesinin yumuşak bir geçiş sağlayacağını düşünüyorum. Bu dâvâlar her halükârda ülkemiz için hayırlara vesile olacak kapıların açılmasına sebep olacak.
Sabaha en yakın olan zaman karanlığın en fazla olduğu zamandır.
|
Emin Talha KARAMUSA
30.05.2008
|