Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

YAZGI

Kalbinin bin bir parçaya bölündüğünü hissederek evden çıktı. Yürüdüğü sokakların emniyeti şimdi hali hazırda varmış gibi ona evden uzak kalmanın rahatlığını sunuyor olsa da aslında sunmuyordu. Uzaklaşmak iyi gibi gözükse de değildi. Yağmurun çiselendiği şu demlerde paltosuna daha bir sıkı sarıldı. Bu bahar aylarında gelen ani soğuklar onu da etkilemişti.

Yürüdüğü caddenin sonuna gelmişti. Şöyle bir etrafa göz ucuyla baktı. Durağa yürüdü. Arabaların sesi, kulağına uzaktan uzağa gelen sese karışıyordu. Bu ses harici âlemin sesi değil, evde bıraktığı sesin yine ona hücum etmesiydi. Ne kadar kaçsa da o ses hâlâ onunlaydı. Ve hâlâ aklını kamçılayıp duruyordu hatırlattıklarıyla.

Otobüs geç kalmıştı. Zaten üzerine bırakılan bir yükün ağırlığıyla evden çıkmış bir de buna geç kalma eklenmişti. Hep aynı saatte gelen otobüs şimdi gelmiyordu. Beş dakika önce geçmiş olabilirdi. Yanındaki beyefendiye otobüsü sordu. O da yeni geldiğini söyleyip görmediğini söyleyince çaresiz beklemeye başladı. Sabah sabah gürültü bu şehrin caddelerinde nasılda yankılanıyordu. Gecenin sessizliğine davetkâr edilen bir sedanın kulağın zarını bir hayli zorlamasıydı. Kulağı zaten sabah evden çıkarken küçük kızın konuşmalarından bir hayli etkilenmiş bir hayli zorlanmıştı. Şimdi bu gürültüde ona eklenmiş olmanın sitemlerinde yer edinmeye başlamıştı. Nihayet otobüs geldi. Yine durakta bekleyenler otobüse hücum etti. Nasıl oluyorda her sabah bu işkenceye katlandığını bilmiyordu. Bir evi geçindirmenin çaresizliği olsa gerek. Evin reisi olmak kolay değildi. Çekeceksin her sabah bu işkenceyi deyip duruyordu kendine, ama yine de nasıl dayandığını bilmiyordu. Bir gün bu işkence lezzete dönüşebilir miydi? Yoksa emekli olana kadar lezzet almanın kıyısından bile geçilemeyecek miydi? Aslında eve ekmek götürmek, rızkın peşinden koşmak bir lezzet vermesi gerekmez miydi? Evde tembel tembel oturmaktan daha iyi değil miydi? Yine de bilmiyordu.

Otobüsün içindeki kalabalık onun dalıp gitmesine engel olmuyordu. Hatta öyle derinlere dalıyordu ki, kalabalık bile onun yanında hiçbir tesir yapamıyordu. Ha evde bir odanın yalnızlığındasın, ha kalabalığın çıldırtan gürültüsündesin. Hiç farkı yok.

Kızının evdeki konuşması bütün benliğini sarmalamıştı. Daha yedi yaşındaydı. Okula başlaması mı onu böyle konuşkan yapmıştı? Daha önce duymadığı sözlerin kızın ağzından çıktığını görünce hayret ifadesi yüzünde belirmekte acele etmişti. Konuşmasına şaşırmış ve kızına ne diyeceğini bilememişti. Çocuklar büyüdü mü hep suskun olan dilleri açılıyor ve her sözünde yüzüne vurulmuş bir şamarın acısını hissettiriyordu. Bu gerçeklerin acısı ya da kendisine söylemeyip kızının dilinden duymanın garipliğiydi. Bir evin içinde olmanın ama hep yabancı gibi davranmanın hicaplığında dilden çıkan söz nasılda yakıcı oluyordu. Evin ferdi hep susacak, hiç konuşmayacak gibi geliyormuş; ama çocuklar büyüdü mü söylenecek sözler dilde durmuyor, çıktıkça çıkıyordu. Ya yalnız yaşayacaksın bu dünyada ya da yüzüne vurulan gerçeklerin pişmanlığını hissedeceksin. Eğer hissedebileceksen.

Çocukların bebek kalması ne iyi olurdu diye geçirdi içinden. Büyümeleri hayatın ıssız köşesinin sesi oluyorlar. Bitmeyen ihtiyaçların baş aktörü. Sonu gelmeyen isteklerin dili olup çıkıyorlar. Bu istekler sadece maddî olarak değil manevî olarak ta kendini belli etti mi ne söz kalıyor meramını anlatmak için ne de susmak. Sen kalıyorsun ortada. Cevap verilemeyen soruların usancında.

Daha yedi yaşında. On yaşına geldiğinde ne olacak? Ya küçüğü o da ablasından geri durmayacak. Ne yapacak o zaman? Bu derin dalgınlığında ne olduysa kendine geldi. Bugün işyerinde bu derin dalgın hali onu yoracağa benziyor. Sabahın bu saatlerinde kendisini zorlarken akşama erdiğinde beyin mekanizması çatlamış olacak. Ve bir ömür devam edeceğini düşündüğünde akıl çalışma kabiliyetini hep düşünmekle sarf edecek. Bu düşünce fiilî olarak bir çareye dönüşmese ne olacak? O zaman bu akıl artık bir tazip aleti olmanın ötesinde hiçbir şey olmayacak. Sana hatırlatacak yapamadıklarını, kızlarının soruları artık ayak bağı olduğunu fütursuzca savuracak.

“Ah!” dedi ve yutkundu. Evlilik sorumluluktan başka bir şey değildi. Önce sadece kendi sorumluluğun varken şimdi bir eş ve çocuklar. Kendi sorumluluğun bir yük olmazken hayatın azığında, çoğu olmadan da yaşarım derken başkasının sorumluluğunu öyle es geçmiyorsun. Hafife alıp boş vermiş havasına bürünemiyorsun. Kızı tam evden çıkarken “babacığım niye beni hiç öpmüyorsun” demişti. Bunun bir ihtiyaç olduğunu da hiç düşünmemişti. Ama kızı bunun bir yoksunluk olduğunu ona düşündürmüştü. Evet, kızını hiç öpmüyordu. Ama onun için çok gerekli bir şey olduğunu aklının ucundan bile geçirmemişti. Annesi her gün yapıyordu bunu. Ya kendisi! Evin geçimine dalıp gitmesi unutmanın insafsızlığına bırakmış olabilirdi; ya da… Kızının bunu gerekli görüp söylemesi yani hatırlatması düşünmemenin balyozunu çoktan kafasına indirmişti. Etkisi öyle kolay kolay gitmeyecekti. Akşam eve döndüğünde kızına nasıl bir muamelede bulunmalıydı. Kucağına alıp o beklediği öpücüğü yanağına kondurmalı mıydı? Yoksa yine kaldığı yerden sabah ki soru hiç sorulmamış gibi davranmalı mıydı? Eğer öyle devam etse onun için artık zor olacaktı. Bu soru peşinen başka soruları da arkasında getirecekti. Kızlar büyüyor ve hayatı algılama ve anlama noktasında kademeleri yükseldikçe yükselecekti. Başkalarında var olanların kendilerinde olmamalarının hep yüzüne vuracaklardı. Ve hayat çekilmez bir baş ağrısı olarak kızların istekleri ve sonuç itibariyle veremediğinde artık ev yaşanmaz bir ocak olacaktı.

Dışarıda yağan yağmur otobüsün camına vuruyordu. Sanki gözyaşı olup delice akıyordu. Bu yağmur seli kızlarından mahrum edecek olma ihtimali olan sevginin verilmeyen gözyaşı olarak tezahür etti aklında. Sevgi verilmesi gereken bir duygu ise verilmediğinde can evini parça parça edebilirdi. Belki kendisi de bu sevgi yoksunluğunun bir üyesi olduğundan olsa gerek, veremiyordu. Kendisi de öpülmeden büyümüştü. Okula giderken annesi hiç kapıdan uğurlamamıştı. Babasının kucağında oynadığı zamanlar çok nadirdi. O kadar ki sevgi bu kucaktan pay alamadı; ama bu yazgıyı değiştirmeliydi. Nesilden nesile devam eden bu sevgi yoksunluğunu kendi çocuklarında ortadan kaldırmalıydı. Şimdi kendisi o yoksun bırakıldığı sevgiyi pek aramasa da kızları araya bilirdi. Öyleyse bu sevgi dışarının malı değil evin malı olmalıydı.

Evet, dedi süregelen bu yazgı bu akşamdan itibaren değişmeliydi. Yüzünde, içinde bulunduğu bu kalabalığın anlayamayacağı bir tebessüm belirdi. Hemen akşamın olmasını istedi. Kızının yanağına konduracak buseyi ve neticesinde kızının yüzünde belirecek gülüşü görmek için sabırsızlanmaya başlamıştı bile.

FADİME KAYA

07.06.2008


Kâzım Güleçyüz yazmadan ben yazayım

Yine, yeni bir yaz mevsimi daha geldi Allah’a şükür. Bu mevsim, rehavetin bol olduğu, okulların tatile girdiği, memur ve işçilerin senelik izne çıkıp, istirahat için tatil beldelerine, v.s. gittikleri mevsimdir. İşte, her sene bu vakitlerde gazetemizin Genel Yayın Yönetmeni, sevgili Kâzım Güleçyüz kardeşimizin bir derdi, bir sıkıntısı olur ki, aslında bu hepimizin de sıkıntısı olması icab eden bir şeydir.

Tatile çıkan bazı okuyucularımız, gazetelerini almadıkları veya alamadıkları için, maalesef bu da bizim tirajımızın düşmesine sebep olarak, sıkıntıya girmemize yol açıyor. İşte bu sıkıntıdan dolayı Kâzım Güleçyüz her sene bir yazı yazarak, bu hususları dile getirir. Aynı dertten muzdarip olduğumuzdan, bu sene ben, Kâzım kardeşimden önce bunu yazayım dedim.

Bizim gayemiz, gazetemizin tirajını arttırarak, yeni okuyuculara ulaşmak ve bu vasıtayla da daha çok kimsenin Risâle-i Nur’larla müşerref olmasını sağlamaktır. Benim tabirimce dünyadaki en büyük lâhika mektubu ve Nurcuların tek yayın organı olan Yeni Asya’ya hizmet, aynı zamanda dâvâmıza da hizmettir. (Buna yakın ifadeleri rahmetli Bayram Yüksel Ağabey, yıllar önce bize söylemişti) İşte bu mevsimde, tirajımızın düşmemesi için, tatile giden arkadaşlarımız çok dikkat etmelidirler.

Yani ben, bu gazete işine kırk seneye yakındır dikkat edenlerdenim. Bazı şeyleri anlatırken, herkesin ne yaptığını tam bilemediğimden, bizzat yaşayarak geldiğimizden kendi hayatımızdan misaller vermeye çalışıyorum (hizmete müteallik olduğunu düşündüğümden de bunların fahr olmayacağını sanıyorum) Ta, talebeliğimizden beri gazetemizi hiç aksatmadan almaya çalışıyoruz. Rotamızda da şimdiye kadar bir sapma olmadığından, ancak çok nadir hallerde gazeteyi alamamışızdır. (İhtilâlde kapatıldığı zaman, dağıtımda aksama olduğu zaman gibi). Hatta, bazen para denkleştiremediğimiz zaman, iki arkadaş bir araya gelir, harçlıklarımızı birleştirir, yine gazetemizi alırdık.

Tatillere çıktığımız zaman da, gazetemizi aldığımız bayiimize parasını verir ve biz dönünceye kadar saklamasını söylerdik. Ayrıca da eğer bulabilirsek, bulunduğumuz yerde yine gazete alırdık. (Halen de aynen böyle yapıyoruz) İki defa uzun yurtdışı ayrılığımız oldu. Biri Hac ibadeti için, biri de Mısır’da bulunan kızım Fatma Nur’u ziyaret için. İlkinde gazetemi tıraş olduğum berber dükkânına bıraktırdım. İkincisinde de il müftü vekilinin evine. Her iki halde de hem gazeteyi aksatmadım, hem de değişik kişilerin okumasına vesile oldum elhamdulillah.

Zaten Yeni Asya okuyan her Nur talebesi bunlara çok dikkat ediyordur tahmin ediyorum. Her zaman hatırlattığımız, rahmetli Eşref Edip’in mahalle bakkalı Ermeni ile olan muhaveresi ile bitirelim yazıyı: Eşref Edip, her akşam uğradığı mahalle bakkalı Ermeni vatandaşın rafında hiç açılmadan (postayla gelen) Ermenice gazete dikkatini çeker. Gazete açılmadan, okunmadan orada duruyor. Bir gün der ki "Dikkat ediyorum da bu gazete hiç açılmamış olarak duruyor neden?" deyince, “Ben okuma yazma bilmem de ondan” der. Eşref Edip şaşırır "Peki neden alıyorsun öyleyse? " deyince, aldığı cevap çok manidardır “Dâvâma hizmet için” Eee, hiçbir Nur talebesinin de dâvâsına hizmette, bir Ermeni’den geri kalacağını zannetmiyoruz.

Osman ZENGİN

07.06.2008


ÖSS ve OKS’ye gireceklere özel tarih rehberi

ÖSS ve OKS ‘ye gireceklere özel tarih rehberi ÖSS ve OKS imtihanlarının çok yaklaştığı bugünlerde en az çocuklarımız kadar biz ebeveynler de meraklı bir bekleyiş içindeyiz.

Onların en iyi okullarda okuması ve iyi bir meslek sahibi olmasıdır dileğimiz. Bunun için de elimizden ne geliyorsa yapma çabasındayız her birimiz. Meslek hayatını üniversite hazırlık kurslarında sürdürmüş bir öğretmen ve bu yıl ÖSS’ye girecek bir gencin annesi olarak “ÖSS ve OKS için önemli uyarılar” tarzı bir yazı kaleme alabilirdim belki, ama bu aşamada onların kalıplaşmış nasihatlere değil, manevî desteğe daha ziyade muhtaç olduklarını düşünüyorum. Bu yüzden muvaffakiyetlerine teşvik ve duâ hükmüne geçmesi temennisiyle tarihin ve tarihî şahsiyetlerin rehberliğinde farklı bir ÖSS-OKS yorumlamasını nazar-ı dikkatlere arz ediyorum efendim. Esasen tarih dediğimiz şey, ibretle bakmasını bilene, insanoğlunun maruz kaldığı imtihanların her türlüsünü teşhir eden bir meşher ve kimin yüz akıyla çıkıp, kimin sınıfta kaldığını apaçık gösteren bir âyine değil midir? Yahya Kemal “İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel” adlı muhteşem şiirinde fethin askerlerini “Ey leşker-i müfettehü’l-ebvab; vur bugün, feth-i mübini zamin o tebşir aşkına” sözleriyle alkışlar. Günümüz ifadesiyle “Ey kapılar açan ordu; ‘İstanbul’u fetheden komutan ne güzel komutan, askeri ne güzel askerdir’ diyen Peygamber müjdesi aşkına vur, surları döv ki kapılar açılsın, fetih gerçekleşsin” şeklinde açıklanabilir.

Yaklaşan sınavı “fetih” metaforu üzerinden analiz edersek: ÖSS ve OKS de bugünün genci için bir fetih çabasıdır. Fethetmeye çalıştığı şey “okul kapılarıdır,” kılıcı ise kalemi… Kaleminin ucunun yuvarladığı her doğru seçenekle—aynen surda açılan her gedik gibi—o kapı aralanır ve istenilen seviyede ulaşılan her doğru cevapla da kapıların ardına kadar açılması sağlanır. İşte bu fethin zafer-galebe aşamasıdır ki, amaca ulaşılmış, istenilen okula girilmiş, murada erilmiştir. Eğer gerçekten ister ve azmederse her genç bir Fatih olur ve kendi fethini gerçekleştirebilir. Sultan ll. Mehmed ilk tahta çıktığında 12, ikincisinde ise 19 yaşındaydı. İstanbul’u fethetmek için surların önüne geldiğinde 21 yaşında gencecik bir hükümdardır. “Ya ben İstanbul’u ya da İstanbul beni alır” diyecek kadar dâvâsında sebatkârdır. Şüphesiz bu sözü ona söyleten kuru ve hamasî bir cihangirlik dâvâsı değil, 21 yıl süren zahmetli, meşakkatli, gayretli bir emeğin, onu hem âlim, hem mucid derecesine yükselen mükemmel bir tahsilin semeresini görmek arzusunun tezahürüdür. Nihayet 53 gün süren kuşatmanın sonunda gelen zafer, bu sarsılmaz inanç ve sebatının mükâfatıdır. Şairin, “Düşsün çeleng-i Rum’un, eğilsin ser-i Frenk” dediği gibi İstanbul kapıları açılmış, Bizans tacı ve tahtı ayaklarına serilmiştir. İşte gençlerimiz de üç saat sürecek imtihanın sınav kitapçığının kapağını bu ruh ve donanımla açacaklar ve muvaffak olacaklardır inşallah.

Sınava girecek gençlerimize ünlü Emevi komutanı Tarık bin Ziyad’ı da örnek almalarını tavsiye ederim. Çünkü o, İspanya’nın fethi için karaya çıktığında askerin geri dönüş ümidini kesmek maksadıyla gemileri yaktırmıştı. Demek, kalıcı zafer ve hedefe ulaşmanın bir sırrı da dâvâdan dönmemek, ric’at etmemektir. Gençler, siz de ümitsizlik, gayretsizlik, şevksizlik gemilerini yakın artık, hayallerinizi süsleyen yerde bulmak istiyorsanız kendinizin, tek çıkar yolu planlı ve düzenli çalışmaktan geçer. Sizi çalışmaktan alıkoyan her ne ise, şu son zamanlarda atın artık arkaya. Devamlı konuşan cep telefonlarınızı susturmak, bilgisayar düğmesini kapatıp fuzulî MSN sohbetlerinden vazgeçmek bile sizin kendi çapınızda gerçekleştirdiğiniz küçümsenemez “gemi yakma” eylemidir.

Ümitsizliğiniz üniversiteye girmenin zorluğundan ve yeterince hazırlanamadığınızı düşünmekten ileri geliyorsa eğer, emin olun Fatih sizden çok daha zor durumdaydı. Çünkü kendisinden önceki sultanlar ve Osmanlıdan önceki devletlerce defalarca kuşatıldığı halde çeşitli sebeplerden ötürü alınamayan bir şehri fethetmek hedefindeydi. Üstelik Bizans surlarını yıkacak güçte bir teknoloji de henüz o günün şartlarında icat edilmemişti. Bunlardan ötürü ümitsizliğe düşüp vazgeçseydi, biz bu şehirde yaşama bahtiyarlığına erişebilecek miydik?

ÖSS ve OKS’ler öğrencinin bilgi seviyesini ölçüp, uygun okula yerleştirme işlevi görür. Fakat sınavlara hazırlanan genç bu konudaki samimiyetini, sorumluluğunu ve sabrını sınıyordur, gerçek anlamda. Başarı denilen şey bu üç S’ye (samimiyet + sorumluluk + sabır) karşı gelen inayet-i İlâhiye’den başka bir şey değildir. Bediüzzaman Hazretleri “İnnallahe maassabirin’deki (Allah sabredenlerle beraberdir) hikmet ve gaye nedir?” sorusuna şu şekilde izah getirir: “Cenâb-ı Hak, Hakim isminin muktezası olarak vücud- u eşyada bir merdivenin basamakları gibi tertip va’z etmiş. Sabırsız adam, teenni ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir, sabır ise müşkülâtın anahtarıdır. Cenâb-ı Hakkın inayet ve tevfiki sabırlı adamlarla beraberdir. Bir de ilimle meşguliyet ve bilgi deryasından bir katre devşirmek, değil yalnızca öğrenciler, hepimiz için çok lezzetli bir faaliyettir ve ömrün sadece—okul hayatı—dediğimiz bir dönemine münhasır değildir. Hz. Peygamberin (asm), “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin” tavsiyesi gereği soluksuz bir süreçtir ilim yoluna baş koymak. Peki, o halde gençlerimizi—bunca konforu sağlamamıza rağmen—çalışma masasından, kitaplardan, testlerden, derslerden kaçıran ya da korkutan şey nedir? Belki de cevap zaten sorunun içinde gizli. Ebeveynler olarak farkında olmadan onların başarılı olmaları gerektiğine bir hayli vurgu yapıyoruz, onların adına her şeyi biz yoluna koymaya çalışıyoruz ve hatta bizim gelemediğimiz yerlere onların gelmesini arzuladığımız için okul ve meslek tercihlerini bile biz belirliyoruz. Hayallerinden çalıyoruz, hayallerini çalıyoruz. Onlara istetecek, çabalayacak, ulaşamayıp tekrar tekrar deneyeceği hedefler bırakmıyoruz neredeyse. Yoksa, “Rahat zahmette, zahmet rahattadır” düsturunca çocuğumuzu bir yoklasak, ders çalışmadığı, vazifelerini yerine getirmediği zaman manen eziyet içindedir. Test çözmek, çözdükçe eksiklerini görüp tamamlamaya çalışmak onun için de lezzetli bir faaliyettir. 20 soruluk yaprak testin bütününe doğru cevap verince sevinmeyen, 3 yanlışı varsa hayıflanıp düzeltmeye çalışmayan öğrenci görmedim hayatımda. "Her şey zıddıyla bilinir,” kaidesince okumanın kıymetini de ondan mahrum olan anlar lâyıkınca. Sırası gelmişken, tarihî bir şahsiyetin hayat hikâyesinden kısa bir kesit sunmak istiyorum. Bakalım bunu okuduktan sonra gençlerimizin—nedir bu çektiğimiz çile—diyecek halleri kalacak mı?

Kahramanımız Ahmet Mithat Efendi. Darülfünunda (üniversite) tarih, felsefe ve dinler tarihi hocalığı yapmış, 200’ün üzerinde eser vererek kültür hayatımıza büyük hizmetler etmiş, yüksek devlet memuriyetlerinde görev almış, Batılı filozofların İslâmiyet aleyhindeki fikirlerini neşriyat yoluyla savunmuş son dönem Osmanlı mütefekkirlerinden. Fakat isminin önüne bu sıfatların gelmesi hiç de kolay olmamış, zira çocukluk yılları, yokluk ve sıkıntı içinde geçmiş. İstanbullu fakir bir ailenin çocuğu olan yazar, küçükken oldukça haylaz ve yaramazmış. Mahallelinin de akıl vermesi üzerine uslanıp akıllanması için babası onu bir aktar dükkânına çırak olarak vermiş. Devamını yazarın kendi dilinden dinleyelim: “Babam dükkâna devam etmeye mecbur kalmam için evden gelirimi kesti. Bir dilim kuru ekmek yiyebilmek için her sabah namaz vakti horozlarla uyanıp kalkardım. Boğazkesen’den (Rumeli Hisarı) Mısır Çarşısına kadar yayan gider, ağır işime başlardım. Hele karda kışta bu yolculuğu çıplak ayakla yapmak yok mu, bunun dehşetini hatırlamak, insanı buram buram terleten bu yaz günlerinde bile beni titretir. Dükkân sahibi beni bir esirci yüreksizliği ve insafsızlığı ile çalıştırıyordu. Bütün işleri yaptığım halde günde birkaç kere dayak yemekten kurtulamazdım.” Zaman içinde mesleği öğrenen küçük Ahmet’e ustası artık güvenmeye başlar, hergün on para bahşiş verdiği gibi bir keresinde de ayakkabı hediye eder. Ama annesi sıkı sıkı tembihler: “Aman oğlum, gidip gelirken giyme de eskimesin, dükkâna girince giyersin!” Gün geçtikçe çarşıdaki itibarı artmaya başlayan yazarın maddî olarak da durumu iyileşir, lâkin yine kendi ifadesiyle, içinde “garip ve medenî bir açlık vardır,” cahillikten kaynaklanan. “Okuyup yazan insanların biz cahillerden büsbütün başka bir dünyada yaşadıklarına inanıyordum,” der yazar ve kafasına koyar, okumayı öğrenecektir. İlk hocası dükkân komşuları Hacı İsmail Efendidir. Gündüzleri işine devam ederken geceleri kör bir kandilin ışığında yılların açlık ve susuzluğunu giderircesine okur, okur, okur… İşte böyle değerli okuyucular ve sevgili gençler, azmin elinden hiçbir şey kurtulmazmış. Yazar ilk ustasını yine de minnetle anıyor; bakın nasıl: “Bana ezilmekten, yoksulluktan, bilgisizlikten kurtulmak isteğini çektiğim acılar verdi. Eğer çok ezilmeseydim, belki kurtulmak ihtiyacını o derece şiddetle duymaz ve bir aktar çırağı olarak kalır giderdim. Ustam, belki bilerek belki de bilmeyerek bana hayatımın en büyük dersini verdi. Onun suratımda şaklayan tokatları ruhumu kamçıladı. Ve ben o kamçılardan aldığım hazzın yardımıyla bilgisizlik karanlığının dimdik yokuşunu çıkmayı becerebildim” 1

Sınav günü yaklaştığında ne kadar hazırlıklı olsalar da heyecan ve stress artar öğrencilerde. Bu, ”Ya başaramazsam?”dan kaynaklanan, sınavın kendisinden daha ziyade getireceği sonuçla ilgili bir kaygıdır.

İşte tarih bu anda da imdada yetişir ve fısıldar gencimize; Hz. Mûsa’yı (as) hatırla: O ulûhiyet dâvâsı güden zalim firavun ve kalpleri tevhit inancına kapalı Mısır halkına tebliğle vazifelendirildiğinde Rabbine şöyle yalvarmamış mıydı: “Rabbim, göğsümü aç! (Gönlüme ferahlık ver), işimi bana kolaylaştır, dilimden de düğümü çöz ki beni iyi anlasınlar…” Bu yakarışla Kızıldeniz bile onlar için güzel bir sahra haline getirilmiş ve sahil-i selâmete ulaşmamışlar mıydı? Öte yandan Celâleddin Harzemşah, “Beni de hatırla, benden de ders al! Zira başarının bir sırrı da bende” diyor. 17. Lem’a’dan takip edelim: “Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken vüzerası ve etbaı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galip edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O'nun vazifesidir.” İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur. Demek ki sınav ânı tevekkül ve teslimiyet ânıdır. Gayret bizden, tevfik (muvaffak etme, başarıyı ihsan etme) Allah’tandır. Bu makamda Erzurumlu İbrahim Hakkı’yı unutmak olmaz. Harika bir teslimiyet duâsı niyetine yazımızı onun sözleriyle bitirelim:

Deme şu niçin şöyle

Yerincedir ol öyle

Bak sonunu seyreyle

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Dipnot :

1. Edebiyatçılarımızın çocukluk hatıraları, Mehmet Nuri Yardım.

Zeynep ÇAKIR

07.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır