Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Yasemin GÜLEÇYÜZ

Tesettür Risâlesi keşfedilirken (8) : Ailede ciddî hürmet ve muhabbet



Bediüzzaman Hazretleri Tesettür Risâlesinin Birinci Hikmetinde kadınların bireysel anlamda tesettürü tercih etmelerinin “eziyet çekmemeleri” için uygun olacağını ifade eder.

Tesettür Risâlesinin İkinci Hikmetinde ise evliliğe hazırlık aşamasında ve evlilik kurumu içinde eşlerin birbirlerine bakış açılarının olması gereken çerçevesini çizer.

İkinci Hikmeti tek cümle ile özetlemek gerekirse “Evlilik hayatının hayatı imandır” demek mümkündür.

İkinci Hikmet şu cümlelerle başlar:

“Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka, yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır”

SEFİH MEDENİYET VE EŞLER ARASI İLETİŞİM

Günümüzde en çok revaçta olan konulardan biridir iletişim. İletişim teknolojilerinin alabildiğine geliştiği günümüz şartlarında kişinin kendi iç dünyası ile ya da çevresi ile iletişim eksikliğinin en büyük problemlerden bir tanesi olması sefih medeniyetin cilvelerindendir.

Sefih medeniyet insanı bireyselleştirir, nefsânî tutkularından ördüğü hapishane içinde adeta hayvânî duygularının esiri eder. Bu yönüyle aile kurumunun bütünlüğünü de tehdit eder. Hz. Âdem ve Havva’dan beri dünyanın en eski müessesesi olan aile birlikteliğinin günümüzde öldürücü darbeler alması bu yüzdendir. Sefih medeniyet hazcıdır, menfaat ve lezzeti ön plana alır, kadını bir “âlet-i hevesât” olarak değerlendirir. Erkek eşi dahi olsa, menfaati tükenip işi bitince kadını adeta kullanılmış bir kâğıt peçete gibi buruşturup, bir kenara fırlatır. Aile içi şiddet, eşlerin birbirini aldatması, boşanmalardaki daimî artış… Hep bu sefih medeniyetin kadın ve erkeğe çizdiği rol yüzündendir. Gazetelerin üçüncü sayfa haberleri yıpranan kadın erkek ilişkilerinin ve evlilik kurumunun ibretli haberleriyle doludur.

(Bu yazı dizimizde sıklıkla kullandığımız ‘sefih medeniyet’ tâbirinin Risâle-i Nur’larda ne anlamda kullanıldığı konusunda tavsiye edebileceğimiz pek çok yer var. Bunlardan ilk aklımıza geleni Risâle-i Nur Külliyatı içinde yer alan Lem’alar kitabının 17. Lem’a’sının Beşinci Nota’sı. Medeniyeti dinsiz felsefe (dine tâbî olanı hariç tutarak) ve nübüvvet düsturları çerçevesinde değerlendiren Bediüzzaman Hazretleri, İsevîlikten aldığı hakikatlerle sosyal yaşantıya faydalı olan san'atları, adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleriyle Avrupa medeniyeti taraftarıdır. İnsanlığı sefahet ve dalâlete sevk eden bozulmuş Avrupa medeniyetine ise “sefih” tabirini kullanmayı tercih eder. Ve eserlerinin bütünlüğü içinde sefih medeniyetin felsefî temellerini hedef alarak tenkit eder. Avrupa medeniyetini “toptan” tenkit etmez. Birinci Avrupa ve İkinci Avrupa diye ayırır.)

DÜNYADAKİ CENNET: AİLE HAYATI

Evlilik kurumu imânî bakış açısıyla analiz edildiğinde ortaya çıkan tablo şudur: Kadın ve erkek, geçici güzelliklerden ziyade günahlardan korunmak, imanlarını muhafaza edip geliştirmek için evliliği tercih etmelidirler. Evlilik kurumu bu anlamda çekirdeği dünyada atılan, meyveleri ebedî âlemlerde dahi toplanacak olan bir beraberliktir.

Nikâh bu çerçevede eşlerin birbirlerine ve Rablerine verdikleri bir sözdür. Sözleşmedir, bağdır, akittir, sorumluluktur, mes’uliyettir. Sefih medenîlerin günümüzde sıklıkla ifade ettiği “Beraberliğimiz için imzaya gerek yok!” sözünden öte anlamlar taşır.

(Bediüzzaman Hazretleri kadınları evliliğe karar verme noktasında “Cinsellik, ekonomik güvence ve çocuk sahibi olmak için evlenilmez” diyerek ikaz eder: Allah’a imandan gelen “ebedî hayat arkadaşlığı” tavrı asıl olandır. Geçen haftaki yazımızda “Hanımlar Rehberi” ışığında bu konu üzerinde genişçe durmuştuk.)

EŞİM EN İYİ ARKADAŞIMDIR

İkinci Hikmetin kadınlara hitap eden bir sonraki bölümü şöyledir:

“Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-ı hayattır; elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı başkasının nazarını kendi mehasinine celb etmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan kocası sırr-ı imana binaen onun ile alâkası hayat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvânî ve güzellik vaktine mahsus muvakkat bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehasinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi mukteza-i insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.”

Bütün arkadaşlıklarda dostumuzu darıltmamak, kıskandırmamak asıldır. Bu arkadaşımız eğer ebedî dostumuz eşimizse, daha da özen ister.

Kadın için eşinden başkasının nazarlarını çekecek, eşinden başkasına cazip görünecek güzelliklerini sergilemesi, teşhir etmesi ebedî arkadaşlık ve dostluk inancını zedeleyecek bir tavırdır. Bu konuda dikkatli olup imandan gelen “ebedî arkadaşlık-dostluk bağına” ihtimam göstermelidir. Kadın, güzelliklerini sadece eşinin nazarına “tahsis” etmeli, muhabbetini ona “hasretme”lidir. Bu davranış modelini benimsemek, imandan kaynaklandığı gibi, aynı zamanda insaniyetin de bir gereğidir. Aksi takdirde beraberlikte kadının ruh ve beden sağlığı içindeki kaybettikleri, kazandıklarından fazla olur. Madem ki mü’min olan kocası eşine olan ilgisini sadece hayvânî ve güzellik vaktine mahsus bir muhabbetle sınırlandırmamıştır. Madem ki, ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde de karısına ciddî saygı ve sevgisini taşımıştır. O halde kadın eşinin bu kuvvetli bağına mukabele etmeli, bütün güzelliklerini sadece eşine tahsis ve hasretmelidir.

Sefih medeniyet ise eşler arası bağı sadece dünya hayatı ile sınırlandırır. Kadın ihtiyarlayıp, çirkinleştiğinde, erkek menfaatlerini kaybettiğinde bu birliktelik resmiyette, kâğıt üzerinde devam etse de hakikatte duygusal anlamda bitmiştir. Sefih medeniyetin felsefî temellerinden beslenen romanlar, hikâyeler, tiyatrolar, şarkılar, sinemalar, klipler, diziler, videolar, gazeteler, dergilerde yıpranan aile bağlarının sayısız örneklerini görmek mümkündür.

Erkekler karısının güzelliklerini, başkalarının nazarına sunmasından hoşlanmaz. Küser, darılır, kıskanır… Erkek fıtratı eğer bozulmamışsa karısının güzelliklerini sadece ve sadece kendine teşhir etmesini ister. Kadın da güzelliklerini eşine göstermesi anlamında tesettürü tercih etmeli, açık saçıklıkla aile hayatını zehirlememelidir.

Hülâsa, “Ebedî hayat arkadaşlığı” kavramı Bediüzzaman Hazretlerinin İkinci Hikmet’te altını defalarca çizdiği kavramlardan bir tanesidir. Bediüzzaman, bu arkadaşlığı zedelemeyecek bir tavır olarak, kadınlara “ciddî hürmet ve muhabbet” duygularının gereği olan tesettürü tavsiye eder. Bu hususları nazara alarak eşlere bir tavsiyede daha bulunur: Küfüv.

KÜFÜV

Evliliğe karar verme aşamasında eşlerin birbirine münasip, denk olmalarına dikkat etmek gerekir. Dinimizde şer’an güzellik, zenginlik, asalet noktasından da öte dindarlık hususunda eşlerin birbirlerine denk olması önemlidir.

“Evlendikten sonra nasıl olsa eşimi yola getiririm!” tavrı kadın olsun erkek olsun eşler için her zaman riskli ve yıpratıcıdır. Başarma düzeyi de tartışılmaz derecede açıktır. İnsan kendi dünyasında en basit alışkanlıklarını bile değiştirebilmekten aciz durumdayken, nefsine söz geçiremezken eşini değiştirmeye kalkışması, hatta bunu düşünebilmesi ne derece gerçekçidir? “Onu değiştiririm!” kararlılığı sonu gelmez tartışmalara, kavgalara, didişmelere talip olmak değil midir?

O yüzden evlilik kurumu için dinî konulardaki denklik her zaman tavsiye edilmiştir. Peygamberimiz (asm) hâliyle, davranışlarıyla, tercihleriyle, sözleriyle her zaman mü’minlerin evlenmeye karar verirken denkliği nazara almalarını istemiştir. Aile içi eşlerle iletişim konusunda güzel ahlâktan kaynaklanan samimî hürmet, muhabbet ve merhameti tavsiye etmiştir.

Bu çerçevede bir kısım İslâm âlimlerinin “Karısına eziyet edeceği yakînen bilinen erkeklerle evlenmek haramdır” dediğini biliyor muydunuz?

Hatta hanımına zulüm ve cefa etmesi muhtemel olan kimseler için “evlenmek şer’an mekruhtur” hükmünü duymuş muydunuz?

Bu hükümler Bediüzzaman Hazretlerinin “insaniyet-i kübrâ” olarak değerlendirdiği İslâm dininin aile hukukuna ne derece ihtimam gösterdiğinin en bariz delilleri değil midir?

EŞLER BİRBİRİNİN DİYANETİNİ TAKLİT ETMELİ…

“Ne mutlu o kocaya ki, kadının diyanetine bakıp taklit eder, refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur.

“Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp ‘Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim’ diye takvaya girer.

“Veyl o erkeğe ki, saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer.

“Ne bedbahttır o kadın ki, muttakî kocasını taklit etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.

“Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını ve sefâhetini taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar!”

Bediüzzaman Hazretlerinin, Kur’ân ve Peygamberimizin (asm) sünneti ışığında eşler arası iletişime dair çıkardığı esaslı-muhteşem bir formüldür bu. Asırlar geçse, zamanlar değişse de güncelliğinden hiçbir şey yitirmeyen köklü esaslara sahip, nurânî bir kılavuzdur bu satırlar.

Bediüzzaman Hazretleri, “Kadın olsun erkek olsun fark etmez, kim diyanette önde gidiyorsa, diğeri ona engel olmak bir yana, teşvik edip taklit etmesi gerekir” der bu satırlarla.

Eğer ebedî hayat arkadaşınızı, samimî dostunuzu küstürür, kıskandırırsanız, “ebedî olarak onu kaybedersiniz” diyerek bir hatırlatmada ve ikazda bulunur.

Şimdi dönün ve bakın yanınızdaki arkadaşınıza, onu ebedî olarak kaybetmeyi göze alıyor musunuz?

08.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dünyaya ne kadar çalışmalı?



Dünyanın üç yüzü bulunduğunu, Allah’ın isimlerinin tecelligâhı ve ahiretin tarlası olması yönüyle sevilmesi; nefis ve hevasâta bakan fanî yönüyle de ilgi duyulmaması gerektiğini biliyoruz.

Bizi Allah’ın rızasına götürücü her söz, iş ve hareketimiz görünüşte dünya işi bile olsa ahiret işi hâline gelir ve ebedî hayatımız için bir yatırım olur.

Sahabenin bu anlayış içerisinde dünyaya alabildiğine sarıldığını görüyoruz. Dünya ve ahiretle ilgili hangi iş olursa olsun eğer o iş Allah’ın rızasına götürüyorsa ona bütün kuvvetleriyle koşarlardı.

İşte onlardan bir tanesinin dünya ve ahiret işlerine bakışı: Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ’nın oğlu Abdullah bin Zübeyir… Bol imkânları vardı Abdullah bin Zübeyir’in (ra). Sadece kölelerinin sayısı yüzü bulurdu. Herbiriyle kendi dilleriyle konuşur, anlaşırdı. Öylesine gayret, bitmez tükenmez bir enerjisi vardı ki, onu bu hâliyle gören Ömer bin Kays şöyle demekten kendini alamamıştı: “Bu adam, bir an için olsun ibadetle ilgisi olmayan bir adam!” Ama dünyanın ahiretin tarlası ve Esmâ-i Hüsnânın aynası olma yönündeki gayretlerine baktığında da, “Ne adam! Dünyaya bir an için olsun iltifat etmiyor!”1 derdi. Meselâ onun öyle bir namaz kılışı vardı ki huşudan rüzgârın salladığı yaprak gibi hareket ederdi. Namaza kendini öylesine kaptırırdı kı Haccac’ın fırlattırdığı mancınık gülleleri namazdayken sağından ve solundan geçerlerdi de kılını kıpırdatmazdı.

Demek, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya. Yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalış” hadisinin bir tecellîsinden başka birşey değildi onun bu hâli.

Ne dünya bütün bütün terk edilecekti, ne de ahiret. İkisine birlikte çalışılacaktı. Tıpkı Hz. Abdullah bin Zübeyir gibi, Resûlullah’ın (asm) Hanzala bin Amir’e, “Bir müddet dünyaya, bir müddet ahirete çalışın” dediği gibi. Sonuçta dünya işi de olsa ahirete mal olmakta, ebediyet kazanmaktaydı.

Abdullah bin Zübeyir’in dünyasında ilk iş Allah’ın rızasını kazanmaktı. En büyük makam ve mertebeydi bu onun için. Dünyevî hiçbir meşguliyet onu ne ibadetinden, ne Allah yolunda olmaktan alıkoyuyordu. Kur’ân’ın, “Onlar öyle kimselerdir ki, ne bir ticaret, ne bir alış veriş, Allah’ı anmaktan, namazlarını dos doğru kılmaktan ve zekâtlarını vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalblerin ve gözlerin dehşetten dönüvereceği bir günden korkarlar”2 buyurduğu gibi dünya ve ahiret işini biri diğerine engel olmadan, aksine birbirini tamamlar tarzda yürütüyordu.

Demek İslâm doğru anlaşıldığında hem dünya, hem de ahiret birlikte imar edilmekte. Hayata böyle bir anlayışla bakıldığında maddeten ve mânen kalkınmamak için bir sebep kalır mı?

Dipnotlar:

1- Hılyetü’l-Evliyâ, 1:334., 2- Nur Sûresi: 37.

08.06.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Ali Bey: “İmam olmadığında namaz kıldırmak için imamete kimlerin geçmesi uygun olur?”

İmamlık ve müezzinlik mesuliyet işidir. Allah Resûlü (asm) imamlığın ve müezzinliğin mesuliyeti hakkında şöyle buyurmuşlardır:

“Namazda cemaatin kefili imam; mutemedi ise müezzindir. Allah’ım! İmamlara hakta sebat ver, müezzinleri bağışla!”1

Kur’ân-ı Kerim’i yeterince okuyabilen, akıllı, buluğ çağına ermiş ve namaz kıldırmasına engel olacak nitelikte özrü bulunmayan her Müslüman erkek, namazda cemaate imam olabilir.

İmamlıkta tercih sebeplerini ise, Hanefîlere göre şöyle sıralamak mümkündür: İmamlığa geçmekte ilk hak, namaz kıldırmak için devlet tarafından görevlendirilen imamındır. İmamın bulunmadığı yerde ev sahibinin veya ev sahibi statüsünde bulunanın; Şafiîlere göre ise o muhitte hakkıyla ikamet edenin geçmesi faziletlidir. Bu olmadığında dini, fıkhı, namazı ve şartlarını en iyi bilen geçer. Bu olmadığında Kur’ân-ı Kerim’i en güzel okuyan imamlığa geçer. Bu olmadığında takvası çok olan, günahlardan en çok sakınan ve iyiliklere en çok düşkün olan imamlığa geçer. Sonra İslâm’a önce girmiş olan, sonra yaş itibariyle daha büyük olan, sonra güzel olan, sonra soy itibariyle eşraftan olan, daha sonra da elbisesi güzel olan imamlığa geçebilir. İmamlığa geçebilecekler bu niteliklerde eşit olurlar ve tercih imkânı zorlaşırsa aralarından birisi cemaatin tensibi ve gönül rızasıyla geçebilir. Bu da olmazsa kur’a çekilir.

***

E.Y. Rumuzlu okuyucumuz: “Ben gerek gusül, gerekse abdest alırken şüphe ve vesvese sonucu bol su kullanıyorum. İsraf etmiş olur muyum? Bu vesvese ve şüpheleri gidermenin çaresi nedir? Yirmi Birinci Söz İkinci Makamdaki vesvese bahsini hayata nasıl aktarabiliriz?”

Gusül veya abdest alırken azalarımızı birer defa yıkamak farz; üçer defa yıkamak sünnet-i seniyyedir. Yıkarken suyu israf etmemek; azalarımızı yıkamaya yetecek ölçüde su kullanmak da sünnettir. Bilhassa birçok yerde susuzluk tehlikesinin baş gösterdiği günümüzde bu sünneti yaşamanın hikmeti daha iyi anlaşılır hale geldi.

Ayrıca yıkanılan azaları güzelce ovmak da sünnettir.

Gusülde ve abdestte bu sünnet-i seniyyeleri icra ve ihya etmeye kifayet edecek ölçüde su kullanmak israf değildir; ancak suyu daha fazla kullanmayı israf kabul etmek ve bu israfa yol açan evhamı da “vesvese” olarak değerlendirmek lâzımdır. Bu durumda azalarımızı, her yanına su gelecek şekilde üçer defa yıkadıktan sonra, aldığımız gusül veya abdestin artık tam olduğunu kabul etmeli; içimize daha fazla şüpheler atan vesveselere artık aldırmamalıyız, ehemmiyet vermemeliyiz.

Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamındaki vesvese bahsi, şeytanın telkinatını tanıtır ve mahiyetini bildirir. Vesvesenin, ifrata kaçmamak ve galebe çalmamak şartıyla teyakkuza ve uyanık olmaya sebep olduğunu; ifrata kaçtığında ise hastalık halinde bütün davranışlarımıza sirayet ettiğini; bu durumun da bilhassa ibadetlerimizde sıkıntı kaynağı teşkil ettiğini misalleriyle bildirir. Dinde zorluk bulunmadığını ispat eder. Bu mânâları hayata aktarabilmek, şüphesiz dikkatli bir okuma ile birlikte sözkonusu mânâları hayatımızda tatbik etme konusunda Rabbimize yapacağımız samimî duâlarla doğru orantılıdır.

Bu durumda, gusül veya abdest alırken su kullanımında sünnet-i seniyye ölçülerinin dışına taşmak ve aşırı gitmek; ne faziletle ilgili, ne feyizle ilgili, ne de en iyisini aramakla ilgilidir! Olsa, olsa; doğrudan vesvese ile ilgili evhamdan başka bir şey değildir.

***

CTI rumuzlu okuyucumuz: “Sadakayı vermekte israf olmaması ne demektir? Nasıl israf olur? Ne yapmak gerekir?”

Müstehak olanlara ne kadar çok sadaka verilse bile, israf olarak değerlendirilmez. Hayır ve hasenât yolunda yapılan harcamalara, ne kadar fazla olursa olsun, israf nazarıyla bakılmaz. Ancak israfta da hiçbir hayır yoktur. İmam-ı Azam (ra) bu hakîkatı şu veciz sözüyle ifade etmiştir: “Hayırda ve ihsanda israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”

Hayır yaparken ve sadaka verirken, muhatabımızın gerçekten buna müstahak olup olmadığından emîn olmamızda fayda vardır. Fakir de olsa müsrif veya süflî harcamalar yaptığından emin olduğumuz birisine sadaka vermektense; muktesit olan veya kötü yollarda harcama yapmadığına inandığımız bir fakire yardımda bulunmak daha hayırlıdır. Adamın gerçek halini bilmiyor isek, kanaatimize göre, galip zannımıza göre hareket edebiliriz. Ama bir takım sorularla adamı rencide etmek doğru değildir.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Mevâkıt, 39

08.06.2008

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Öğretmen ve fenlerin dili



Şerif Mardin Hoca, “imam, öğretmeni yendi” diyerek yeni bir tartışmayı daha başlattı. Elbette hoca, sembolik konuşuyor, fakat yine de; Türkiye’nin modernleşme ve demokratikleşme gibi iç-içe süreçlerden geçerken karşılaştığı pek çok problemi en nihayetinde getirip imam-öğretmen mücadelesine ve sembollerine kilitlemek pek doğru olmasa gerek.

Aslında cumhuriyetin ilk yıllarındaki en önemli yanlış, herkesin gıpta ettiği bir yardımlaşma ve dayanışma ile bin yıldır toplumu ayakta tutan müesseselerin, birbirine rakip hâle getirilmeleri ve birini diğerini karşı destekleyip hatta yok etmeye çalışılmasıdır. Fakat bütün bunlara rağmen toplum, ikisine de olan ihtiyacının önemini iyi kavramış ki, ikisi de hâlâ ayakta. Ancak ikisi de yaralı ve yıpranmış vaziyette. Bu sebeple, yabancı filmlerin neredeyse tamamında özellikle vurgulanan; Batının kalkınma ve huzurunda önemli bir payı bulunan rahip-öğretmen dayanışması bizde bir türlü özlenen seviyeye gelmemiştir. Maalesef devlet tarafından teşvik de edilmemiştir. Aksine eğitimde ve bir kısım medyada din adamlarına karşı gizli ve açık bir düşmanlık, tahkir ve tezyif hâlâ devam etmektedir. “Biri diğerine mağlûp olmuştur. Demek ki rejim tehlikededir” gibi ölçüsüz ve tahrik edici değerlendirmeler devam etmektedir.

Bütün bunlarda tek parti döneminin öğretmene yüklemeye çalıştığı; ezan-Kur’ân yasakçılığının takibi kadar millete rağmen olan her türlü faaliyetten sorumlu parti komiserliği anlayışının payı büyüktür. Neyse ki, İkinci Dünya Savaşı sonrası; Hitler, Mussolini ve Stalin metodlarının iyi bir gidiş olmadığı ortaya çıkınca; Batı, İslâm dünyasına özellikle Türkiye’ye uyguladığı jakoben baskıyı biraz hafifletme ihtiyacı hissetti, tek parti rejimlerine olan desteğini kısmaya başladı. Ondan sonradır ki, öğretmen kısmen de olsa yabancı ideolojilerin mümessili olmaktan çıkıp bu milleti millet yapan değerleri öğreten, hür düşüncenin önünü açan bir konuma yani gerçek makamına yükselerek gerekli itibarı kazanmaya başladı. Korkulan ve kendi değerlerimize yabancı öğretmen imajı; yerini, iletişimin daha iyi kurulduğu, sevilen ve içimizden bir öğretmen imajına terk etmeye başladı.

Gerçekte tek parti yönetimlerinin fark edemediği, öğretmenlerin öğretmeye çalıştıkları ilimlerin ucunun bucağının olmadığıydı. Öğretmenin yapacağı en nihayetinde muhtemelen ileride kendisini de geçecek olan talebesine anahtar seviyedeki prensipleri öğretmekti. Öğrenci, öğretmeni hep yanında taşıyamayacağına göre ilim ve fenni ve ona ulaşma yollarını ve sonuç çıkarma metodlarını öğrenmek zorunda. Ayrıca artık her şeyi sorgulayan zamane çocuğunun, öğretmenini de sorgulamaması imkânsız. Siyasî ve sosyal hadiselerdeki her şeyi devlete, tek partiye; üç kıt'ayı asırlarca adaletle yönetmiş bir medeniyeti bir yana itip tarihi ve medeniyeti sadece cumhuriyet dönemine ve Batıya; eşyanın yaratılışındaki hâlâ akıl-sır ermeyen harika icraatı ise akılsız ve şuursuz tabiata endeksleyen bir anlayış elbette sorgulanacak ve genç dimağlar arayışa girecektir.

Nitekim bu tür sorgulamalar o dönemlerde hemen başlamıştır. Bununla ilgili olarak Risâle-i Nur’dan bir bahis aktaralım: “Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. ‘Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.”

Bizimki gibi ülkelerde eğitimdeki yoğun ezbercilikten hep şikâyete ederiz. Aslında ezberciliğin en büyük gayesi talebelere hakim ideolojiyi, onların sorgulamasına fırsat bırakmadan belirli kalıplar içinde öğretmektir, işlemektir daha doğrusu şartlandırmaktır. Yoksa hiçbir ilim ve fen, bugünün şartlarında devlet adamlarına körü körüne itaat etmeyi, hak ve hürriyetleri kısıtlamayı savunamaz; her bir kanun ve prensibinin Allah’ın varlık ve birliğine; kudret ve azametine binler şâhid olan kâinat kitabının şehadetini yok sayamaz. Aksine imanın, taklitten tahkikî seviyeye çıkmasına vesile olur! Önemli olan kâinat kitabının harflerini okumasını öğrenmek ve lisanına aşina olmaktır. Bu da zamanımız insanına özellikle bu memleketin çocuklarına “fenleri dinlemeyi” öğreten Risâle-i Nur’un ne kadar mühim ve ne kadar büyük bir vazifeyle vazifeli olduğunu gösterir.

Şüphesiz devletler için geçici bazı uygulamalar ve yasaklamalar mümkün olsa da, dini toplumdan söküp atmak hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Bu eski çağlarda böyle olduğu gibi günümüzde de farklı değildir. Her türlü güç ve kudretine ve modern zamanların en gelişmiş ideolojilerine ve eğitim imkânlarına rağmen kısa zamanda yıkılıp giden rejimler bunun birer delilidir.

Evet dinin sökülüp atılmasına; hem dinin sahibi olan Âlemlerin Rabbi müsaade etmeyeceği gibi, hem de kabir kapısının kapanmadığı ve ölümün öldürülemediği bir dünyada acz ve fakrdan müteşekkil insan, kalbinde ve ruhunda inançsızlığa geçit vermeyecektir. Elbette insan, kendisini yoktan var eden Yaratıcısına ve onun dinine sığınmaktan başka bir çare bulamayacaktır. Bu sebeple memleketin zararına olan beyhude rekabetler ve ayrımcılık yerine dayanışma ve yardımlaşmayı teşvik etmek gerekir.

08.06.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Hizmetlerimizin dinamosu



Nurlardaki hak ve hakikatları tebliğ ve neşretmek, şâkirtlerin önemli ve öncelikli vazifelerinden. Onu muhtaç gönüllere, susamış kalplere taşımak, her bir talebenin vazgeçilmez işi ve meşgalesi. Bu noktada prensip olarak her şakirt, Risâle-i Nur’dan önce kendisi istifade etmek, daha sonra da onu ulaşabildiği insanlara duyurmakla mükelleftir.

Nurları duyurmanın tarz ve vasıtaları vardır. Her talebe bunlardan en iyi şekilde faydalanarak, hizmetine devam eder. Günümüz tebliğ ve neşir vasıtaları pek çok olmakla beraber, en çok istimal edilen vasıtalar, medya dediğimiz radyo, televizyon ve yazılı basındır. Göze, kulağa hitap eden ve insanları etkilemede oldukça müsbet neticeler sağlayan bu araçlardan en iyi bir şekilde faydalanmak, Nurlarla hizmeti gaye edinen insanların göz ardı edemeyeceği bir husustur.

Diğer bir hizmet biçimi de, konferanslar ve panellerdir. Kermes ve kitap fuarlarını da bu meyanda sayabiliriz. İyi organize edilmiş bu çeşit faaliyetlerle, geniş ortamlarda daha çok insana Risâle-i Nur’daki hakikatleri duyurmak da, yine Nur talebelerinin vazifeleri arasında sayılır.

Nur hizmetinde her bir faaliyetin ayrı bir yeri, ayrı bir önemi olduğunu belirttikten sonra, asla göz ardı edemeyeceğimiz bir hususu da ifade etmek gerekir ki, o da dershane hizmetleridir. Nur mekânlarında Risâle-i Nur’ların okunarak, mütalâa edilerek, müzâkere edilerek anlaşılmaya çalışılması... Ve tabiî, anlaşıldıktan sonra hayata geçirilmesi... İşte, bu kudsî meşgale, bu ulvî, feyizli faaliyet, Nur talebeliğinin olmazsa olmazlarındandır. Tâbir yerindeyse, Nur hizmetlerinin dinamosudur. Bizi hedeflerimize götürecek vasıtanın moturudur. Veya böyle bir aracın yakıtıdır.

Hizmetlerimizin alt yapısı, temeli, ana direği Risâlelerin okunması ve sohbet mekânlarının birer câzibe merkezi hâline getirilerek müdavimlerinin her gün biraz daha çoğaltılmaya gayret edilmesidir. Risâlelerin bolca okunduğu, feyizli sohbetlerin, müzakereli derslerin, hizmet amaçlı istişarelerin yapıldığı, yeni hizmet metod ve projelerinin üretildiği bu hizmet merkezleri, Nur hizmetlerinin en verimli, en etkili, en semeredar faaliyetlerinin gerçekleştiği mekânlardır.

Öyleyse himmet ve gayretler daha çok böyle hizmetlere yönlendirilmeli; mesailerin, vakitlerin çoğu buna harcanmalı; kabiliyetlerin böylesi hizmetlerde istimâl edilmesine ehemmiyet verilmeli.

Mizaçlara, meşreplere göre hizmet alanları ve biçimleri elbette farklılık arz eder. Her hizmet ehli, kabiliyetine, mizacına göre hizmet alanını elbette kendisi seçmeli ve orada ifa-i hizmette bulunmalıdır. Bu önemli bir zarûret o1duğundan, farklı hizmet alanlarında kabiliyetleri hizmete dönüştürmek de önemli ve olması gereken bir hizmettir.

Ancak hizmetlerimizin önem sıralamasında öncelikli hizmet, dershane hizmetleri olduğuna göre; mesaimizi, enerjimizi, hizmetimizi, gayretimizi tanzim ederken ağırlığı, dershane hizmetleri dediğimiz Risâleleri okuma, anlama, yaşama ve bunları lisân-ı hâlimizle neşretmeye ayırmalıyız.

Böyle yapmayıp, himmet ve gayretlerimizin çoğunu, önem sıralamasında daha az önemli faaliyetlere sarf edip; vaktimizi, enerjimizi olmasa da olabilir kabilinden faaliyetlere harcarsak, o zaman da nur hizmetlerinin dinamosu konumundaki dershane ve risâle hizmetlerinin zayıflamasına ve aksamasına sebebiyet vermiş oluruz.

NOT: Kadim dostum Celâl Sağır’ın amcasının oğlu Hacı Sağır’ın vefatını öğrendim. Merhuma Allah’tan rahmet; yakınlarına sabr-ı cemil diliyorum.

08.06.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

BİR ÂNIN SERENCÂMI



“İşte, işte bak!..”

“Kim?”

“Bediüzzaman.”

“Nerede?”

“Ön safın sağ tarafında.”

Beyazıt Camii’nde namazdan sonra okunan Kur’ân’ı dinlerken Re’fet, Ziya’nın gösterdiği tarafa baktığı anda onu fark etmiş, bir daha da nazarını ondan ayıramamıştı. Zîra bakıldığında görülmeyecek, görüldüğü zaman da çabucak ayrılınacak gibi değildi.

Kıyafetinden hâline, tavrına kadar her şeyi farklı idi. Heybetli bir şekilde diz üstü oturmuş, ellerini önünde kavuşturmuş, âdeta Asr-ı Saadette imiş gibi huşû içinde okunan Kur’ân’ı dinliyordu.

O zamana kadar ismini çok duydukları için birkaç gün önce Sahaflar Çarşısı’ndan biyografisini alıp okudukları ve hayran kaldıkları zâtı bir anda orada görünce şaşırmışlardı.

Kitabı okurken, eserde hayatı anlatılan zatın ‘kurtarıcı bir ruha sahip olduğunu’ hisseden Re’fet, onu görünce de gayri ihtiyarî aynı şeyleri düşünmüş ve büyük bir şahsiyetle karşı karşıya olduğunu anlamıştı.

Kur’ân tilâveti bitince yanına gidip tanışmak istediği için onunla birlikte kalkmış ve o tarafa doğru gitmişti. Bediüzzaman çizmelerini giyerken yanına yaklaşmıştı ama o kendisinden önce çıkıp kapının deri perdesi kapandığı esnada gözden kaybolduğu için tanışamayınca çok üzülmüştü.

Daha önce hiç yaşamamış gibi bir hisse kapılmıştı o anda.

Halbuki, 1886 yılında İstanbul’da doğmuştu Re’fet Barutçu.

Ömrünün otuz beş yılını geride bırakmış, bu zaman içinde aile mektebinin ardından mekteb-i âliyeyi, mekteb-i harbiyeyi bitirip orduya katılmış ve yüzbaşı rütbesine kadar yükselmişti.

Lâkin o âna kadar içinde hep bir şeylerin eksikliğini hissetmişti. Ailesinden iyi bir terbiye görmüş, çocuk denecek yaşta Kur’ân’ı hatmetmiş, yaşadığı muhitin mütedeyyin insanlarından hep müsbet telkinler almış, ama o eksikliği bir türlü telâfi edememişti.

Kendisinin “Çocukluğumdan beri hakaik-i diniyeyi çok merak eder ve her fırsattan istifade ederek tetkikât ve tetebbuâtta bulunurdum. Ne yazık ki, emelime muvaffak olamazdım. Bu sebepten yeis ve nevmîdîye duçar olurdum” diyerek de dile getirdiği gibi ruhundaki boşluğu dolduramamıştı.

Onun için icaplarını hakkıyla yerine getirdiği askerlik mesleğinden artan zamanlarını günlük malayâni meşguliyetlerle harcamaktan ziyade kitap okuyarak değerlendirmeye çalışırdı.

O yıl mütarekenin imzalanmış olmasının da tesiriyle herkes her vesile ile siyasî, içtimaî meseleleri konuşurken, o zihinlerde iz bırakan büyük insanların hayatlarını merak etmiş ve bulabildiği biyografileri alıp okumaya başlamıştı.

Zaten o merak saikasıyla almıştı Bediüzzaman’ın biyografisini de. Yeğeni Abdurrahman’ın yazdığı pembe kaplı küçük kitabı bir gecede okumuş, heyecanını arkadaşı Ziya ile paylaşarak onun da hislerini harekete geçirmişti.

O gün Beyazıt Camii’nde başladığı hâlde orada bitmeyip yıllar boyu zihnini meşgul eden o ânın serencamının gerisinde işte böyle bir ruh boşluğu, merak hissi ve sorup öğrenme azmi vardı.

Daha sonra, o ânın heyecanını hatırladıkça canlanan merak saikası Re’fet’i, gittiği her yerde Bediüzzaman gibi bir âlim aramaya veya öyle âlimlerin yazdığı eserleri bulup okumaya sevk etti.

1930 yılında, bir akrabasını ziyaret etmek maksadıyla Isparta’ya geldiğinde de aynı arayışın içinde olduğundan, zamanının çoğunu yakınlarının yanında durmaktan veya şehrin güzel yerlerinde gezmekten ziyade kütüphanede geçirmeyi tercih etti.

Onun sık sık kitap değiştirdiğini gören memurun, aldığı kitabı neden sonuna kadar okumadığını sorması üzerine, o kitapların ruhunda hissettiği boşluğu doldurmadığını söyleyince söz âlimlerden açıldı.

“Buralarda Bediüzzaman gibi bir âlim yok ki” dedi esefle.

“Var!..” dedi memur da. “Bediüzzaman Barla’da yaşıyor.”

“Ben onu mütareke yıllarından tanıyor ve o zamandan beri arıyorum.”

“O hâlde git ziyaret et.”

Memur çok kararlı konuşmasına ve onu ziyaret etmenin zorluğuna dikkat çekip yollarını söylemesine rağmen Re’fet, sözü edilen zâtın kendisinin aradığı âlim olup olmadığını anlamak için ona bir mektup yazdı.

Akrabalarına olanları anlatıp, eğer o zât kendisinin İstanbul’da gördüğü Bediüzzaman’sa onu ziyaret etmek istediğini söylediği zaman onlar, resmî makamlar tarafından mimleneceğini hatırlatarak vazgeçirmeye çalıştılar.

O günlerde Said Nursî’den “Kardeşim ben sizi tâ o zaman talebeliğe kabul etmiştim. Ben sende asker ruhu görüyorum” gibi kerâmetvârî ifadelerin yer aldığı cevâbî bir mektup gelince dünyalar onun oldu.

Resmî tehditleri bir kenara bırakıp fiilî tehlikeleri göze alarak Bekir Ağanın temin ettiği ata bindi ve onun rehberliğinde Barla’ya doğru yola çıktı. Giderken rastladığı çobanların, çiftçilerin, köylülerin ‘Hocaya selâm söyleyin’ diye seslenmelerine şahit oldukça hayret etti.

Onun, zamane hocaları gibi devlet ricaline, hükümet erkânına yakın olmaya çalışmak yerine, ahâli ile kaynaşmayı tercih ettiğini ve bunu başardığını görmekten ayrı bir memnuniyet duydu.

Said Nursî’yi, Barla yakınlarındaki Paşakayası mevkiindeki bir bahçe içinde kuş cıvıltılarının, su şırıltılarının, yaprak hışırtılarının arasında, kitapları ile haşir neşir olurken buldu.

O anda, âdeta aradan hiç zaman geçmemiş ve on yıl önce caminin kapısından çıktığı sırada ardından yetişmiş gibi heyecanıyla yanına yaklaşıp yılların hasretini bir nefeste dindirmek hevesiyle ellerine sarıldı.

Bu samimî muhabbetine Üstadından da ayniyle mukabele gördü, iltifatına, ikramına mazhar oldu. Gün boyu orada onun yanında kalarak hayatının en müstesna ve müsterih anlarını yaşadı.

Daha önce, onunla karşılaştığında aklına gelen her şeyi sormayı düşündüğü hâlde, o zamana kadar zihninde uçuşan sorular bir yana, soru sormayı bile hatırlamadığı için hiçbir şey sormadı.

Lâkin onun muhitinden bir daha ayrılmama kararlılığıyla geri dönerken merak hisleri hareketlendi, istifham bulutları şekillendi, Isparta’ya vardıktan hemen sonra da soru sağnağı başladı.

İlk soruları Risâle-i Nur’un ilgili bahislerini okuyarak cevaplandırmaya çalıştı ise de kalbi mutmain olmayınca bizzat Nur’un menbaından öğrenmenin daha doğru olacağını düşündü ve ona mektup yazarak bazı sorular sordu.

Bediüzzaman’ın, yazdığı cevâbî mektupta Re’fet’in sorduğu meseleleri son derece muknî bir şekilde izah etmesi, onun soru sorma iştiyakını arttırdı ve daha sık mektup yazarak zihnine takılan her şeyi sormaya başladı.

Sorduğu sorulardan bazıları Sevr ve Hut, İsm-i Âzam meseleleri gibi mühim bahislerin yazılmasına vesile olsa da pek çoğu, risâlelerde cevabı bulunan meseleler olduğu için Üstad o eserlere atıfta bulunan kısa cevaplar verdi.

Muvazzaf subay olarak İstanbul’da, Mısır’da, Yemen’de ve memleketin değişik yerlerinde yıllarca vazife yaptıktan sonra yüzbaşı iken genç yaşta emekli olup Isparta’ya giderek Risâle-i Nur hizmetleri ile iştigal etti.

Bir yandan Hüsrev Efendi ile Risâle-i Nurları istinsah ederken, diğer yandan yazı çalışmalarını aksatacak kadar çok mektup yazıp soru sorduğu için Üstadının ‘Yazı yazmakta tembel, suâl sormakta çalışkan’ şeklindeki tarizlerine maruz kaldı.

Bu lâtif tariz de onun soru sorma hassasını durduramayınca zaman zaman Bediüzzaman “Sizin gibi hoşsohbet bir kardaşımı haksız olarak suâl sormamaya ve sükûta davet ediyorum. Çendan bu davette mazurum, belki mecburum” diyerek onu soru sormamaya davet etti.

İkaz muhtevası taşıyan bu davet üzerine, yaptığı hatanın farkına vardı. Zarurî hâllerin dışında soru sormayı bıraktı ve risâleleri daha çok yazıp okuyarak Üstadının “Maşallah şimdi siz ümid ettiğim tarzda risâleleri takip ediyorsunuz” şeklindeki taltifini kazandı.

Re’fet Beyin, içinde bulunduğu samimiyetin tezahürü olan bu gibi beşerî hâller, onu Üstadına daha da yaklaştırdı. Bediüzzaman, üvey oğlu Bedreddin Uşaklıgil’i mânevî evlât olarak kabul edip kızına verdiği Rengigül ismini Zeynep olarak değiştirecek kadar onunla ve ailesi ile ilgilendi.

Çok yönlü ve mahir bir insan olan Re’fet Bey de bütün hasselerini hizmete hasrederek Bediüzzaman’ın, “aklen Hulusî, kalben Sabri, vicdanen Hüsrev hükmünde Re’fet” iltifatına mazhar oldu.

Kendisini uzun bir arayışın neticesinde bulduğunu ve onun sayesinde hayatının bu sıfatları taşıyacak hâle geldiğini bildiği için, “Biz bizi bulmasaydık ne yapardık Üstadım?” dedi bir seferinde.

Buna mukabil Said Nursî onun şahsında bütün talebelerini kastederek “Ben sizi bulmasaydım ne yapardım? Siz beni bulduğunuz için bir sevinseniz, ben sizi bulduğuma bin sevinmeliyim” deyince onun tevazuda da emsâlsiz olduğunu anladı.

Said Nursî, Isparta’daki talebeleri arasında bazı sıkıntılar zuhur edince Re’fet’e yazdığı mektupta “Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki; o düsturu cidden nazara almalısınız. Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa, cemaatin tadı kaçar” diyerek aralarındaki uhuvveti tekrar tesis etmeleri gerektiğini hatırlattı.

O hadise sırasında Hafız Ali’nin, ‘kendisine rakip olacak bir diğer kardeşi hakkında gösterdiği samimî hiss-i uhuvveti’ takdirkârâne ifadelerle nazara vererek tesanüdü bozacak hareketlerden kurtulmanın yollarını gösterdi.

Neticede Bediüzzaman Said Nursî ve Nur Talebeleri ile Yüzbaşı Re’fet Bey arasında öyle bir imtizaçkânâne ittihat meydana geldi ki, Eskişehir, Denizli, Afyon Hapishâneleri bile ‘vahdet ve ittihadın neticesi olan’ bu hayatın âhenkli işleyişini bozamadı.

Tâ, Bediüzzaman vefat edene kadar.

***

“Onsuz dünya yaşamaya değmiyor.”

Böyle demişti Said Nursî’nin vefat haberini aldığında. O zamana kadar nice ölüm hadisesine şahit olmuş, sevdiği pek çok insanı kaybetmişti. Koskoca cihan devletinin bile inkırazını yaşamış, hepsinden farklı bir acı duymuştu ama hiçbirinde kendini öksüz, yetim hissetmemişti.

Halbuki “Ölüm idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediye mukaddimesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır” vecizesini ezberleyerek ölüm hakkındaki ilk dersini ondan almıştı.

O zamana kadar başkalarına belki de yüzlerce kez verdiği bu dersi şimdi kendisine verme zamanının geldiğini anladı ve kadere rıza gösterip ölümün yüzüne gülerek yüreğini yakan hasret ateşini bir nebze de olsa hafifletmeye çalıştı.

Said Nursî, kendisi ile görüşmek isteyenlere Risâle-i Nurları okumalarını tavsiye ettiği için o da hasretini Nur hizmeti ile dindirme cihetine gitti ve bir yandan Beşiktaş’taki Dibekçi Camii’nde imamlık yaparken diğer yandan isteyenlere Kur’ân öğretti; risâle okudu, yazdı, anlattı ve her seferinde Beyazıt Camii’nin kapısındaki o ânın heyecanını yaşadı.

Yaşı doksana baliğ olduğunda bile “Kavaklarda oturan bir genç benden kendisine Kur’ân öğretmemi istese veya Üstadımın küçük bir risâlesini talep etse, her gün Beyazıt’tan oraya gidip gelirim” diyecek kadar şevkli ve heyecanlıydı.

Onsuz geçen on beş sene, Re’fet Barutçu’ya hep Beyazıt Camii ile Barla arasında yaşadığı hasret dolu zamanı hatırlattığı için ruhunu saran hicran ateşine vuslat ümidiyle mukavemet etti.

Nihayet 1975 yılında hayatının firak safhası bitti, vuslat faslı başladı.

O ânın serencâmı şimdi berzahta devam ediyor.

08.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Risale-i Nur’da yoğunlaşmak



Üstad Bediüzzaman, İmam-ı Rabbanî’nin kendisine yaptığı “Tevhid-i kıble et,” yani “En âlâ mürşid ve en mukaddes üstad olan Kur’ân’a yönel, onun arkasından git, başkasıyla meşgul olma” tavsiyesine uyduğunu anlatır ve “ilimlerin şahı ve padişahı” olarak nitelediği iman ilmini elde etmenin en kestirme ve selâmetli yolunun Risale-i Nur’da gösterildiğini ifade ederken, bize de şu önemli mesajı veriyor:

“Kur’ân’ın bu zamanın insanına dersi ve mesajı olan Risale-i Nur size kâfidir; ona kanaat edin; başka adreslere nazarınızı dağıtıp bu külliyattan istifadenizi azaltmayın ve geciktirmeyin.”

Bu mesajı ilk fark edenlerden Ali Ulvi Kurucu Tarihçe-i Hayat’a yazdığı önsözde şöyle diyor:

“Bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zira onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu ‘Dikkat!’ kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir...” (Tarihçe, s. 17)

Zübeyir Gündüzalp de aynı mânâyı değişik ifadelerle ve farklı bir boyutuyla dile getiriyor:

“Risale-i Nur’a hizmet eden Nurun öyle hakikî talebeleri var ki, onlardan birisine denilse, ‘Risale-i Nur yerine şu kitapları istinsah et de (elle yazarak çoğalt da), Amerikalı milyarder Ford’un servetini sana verelim.’ Risale-i Nur’un satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan, o bahtiyar talebe şöyle cevap verecektir:

“ ‘Dünyayı servetiyle ve saltanatıyla verseniz, kabul etmem. Çünkü Cenab-ı Hak, bize Risale-i Nur’un mütalâa ve hizmetiyle tükenmez, bâki bir hazine verecektir. Acaba sizin o dünyevî servetiniz beni mesut edecek midir? Bu şüphelidir. Fakat Rabbimizin ihsan edeceği bâki servet ile hakikî bir saadete kavuşacağımızda şek ve şüphe yoktur...’ ” (Gençlik Rehberi, s. 214)

Telif edilen her yeni risalenin elle yazılarak çoğaltılıp bu yolla teksir edilen kitap sayısının 600 bini bulduğu, Osman Yüksel’e “İman tekniğe meydan okudu” diye yazdıran bu müthiş metodla külliyatın elden ele, gönülden gönüle yayıldığı ilk dönemdeki manevî heyecan ve atmosferi yansıtan bu satırlardaki mânâ ve mesaj, tabiî ki sadece yazma faaliyeti ile sınırlı değil.

Risaleleri dikkat ve tefekkürle okuma bahsinde de aynı mânâ geçerli. Onun için, Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetini fark eden bir insanın külliyata muhatabiyeti, yine Gündüzalp’in veciz ve akıcı ifadelerinde şöyle tasvir edilmekte:

“İnsan üzerindeki tesiri pek büyük olan böyle bir eseri devamlı olarak teennî ile (acele etmeden) ve lûgatların mânâlarını öğrenerek, dikkatle okuyabilirseniz, geceli gündüzlü çalışan birçok Nur talebeleri gibi siz de büyük bir huzur ve saadete kavuşursunuz. Hem gayet cevval ve faal bir hale gelirsiniz. O kudsî eserleri günlerce okuyabilmenin ilâhî hazzı ile çırpınırsınız.

“Bu gibi kıymeti ölçüye sığmayan eserlerle meşgul olabilmek için, beş dakikayı bile boşa gidermezsiniz. Ve hem daima cebinizde, çantanızda Nurları taşımak, okumak, daima okumak için, zamanlarınızı büyük bir kıymetle kıymetlendireceksiniz. Nurları okumak sevgisiyle, heyecanıyla, ihtiyacıyla yanacaksınız.” (s. 213)

“Devamlı okumaya, her gün devam ediniz. Kendini tekrar tekrar zevkle ve şevkle okutan bu şaheser külliyatını okudukça anlayışınız ziyadeleşecektir. Anlamanın tek çaresi, Nurlarla başbaşa kalıp, zihnî cehd sarf ederek tekrar tekrar okumak, sevgisiyle payidar olmaktır.” (s. 219)

“O kadar değerli, o kadar kıymettar bir eser külliyatını bir an evvel okumak ve onlardan her gün imanî ve İslâmî gıdalarınızı almak için bütün himmet ve varlığınızla çalışacağınızdan eminim, böyle olmanızı temennî ediyorum. Zira gençlik gidiyor, zamanlar geri gelmiyor.” (s. 220)

Bizler, çocukluğundan beri Üstad gibi çok okumaya meftun bir insan olan ve Nurları tanıdıktan sonra eski kitaplarını bırakıp tamamen risalelerde yoğunlaşan Gündüzalp’in bu heyecanlı tavsiyelerine muhatabiyetin neresindeyiz?

08.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Elinizden öper, duâlarınızı bekleriz’



Soru şu: Anayasa Mahkemesi’nin ‘yetki’sini aşarak, TBMM’nin yaptığı Anayasa değişikliğini iptal etmesi, kanuna dayanmadan devam ettirilen başörtüsü yasağını daha da yaygınlaştırır mı?

Ummuyoruz ve arzu etmiyoruz, ama maalesef yasakçılar bu kararı kendilerine ‘destek’ olarak yorumlayacaklar. Nitekim, yasağı uygulayan üniversitelerin bazıları, hemen bir ‘duyuru’ hazırlayıp yasağın uygulanması konusunda taviz verilmemesini hatırlatmış.

Oysa ‘ders kitapları’nda öğretilen şey, ‘kanun’ları TBMM’nin yaptığıydı. Fiilî duruma bakılırsa Anayasa Mahkemesi kanun tesis etme yetkisi varmış gibi davranıyor. Bu duruma sadece bir-iki parti değil, TBMM’de temsil edilsin-edilmesin bütün siyasî partiler itiraz etmelidir.

Siyasî partilerin de unutmaması gereken bir tesbiti hatırlatalım: “Haksızlık karşısında susma, çünkü sustukça sıra ‘sana’ da gelecek!”

Bazıları, mahkeme kararından sonra Türkiye’nin ‘rahatladığını’ bile söylüyor. Bu benzetme, 1960 ihtilâlinden ya da 12 Eylül ihtilâlinden sonra milletin ‘sevincinden bayram ettiğini’ söylemekten farksız mıdır? Oysa hakikat-i hâl hiç de öyle değil. ‘Millet’ dediğimiz Türkiye’de yaşayan çoğunluk ise, bu karardan ciddî anlamda rahatsız. Ama ‘millet’ten maksat, ‘azınlığın da azınlığı olan bir grup’ ise bu teşhis doğru olabilir...

Uygulanan kanunsuz yasağın anlamsızlığını kavramak için Kars’ta yaşanan hadiseyi hatırlamak yeter. Haber şöyle: “Kafkas Üniversitesi 2007-2008 eğitim öğretim yılı mezunlarını, (...) düzenlediği veda programı ile uğurladı. Üniversiteyi birincilikle bitiren Serkan Aydın’ın annesi Sevil Aydın, oğlunu tebrik etmek için sahneye çıkmak isteyince güvenlikçiler tarafından engellendi. Üniversite birincisi Serkan Aydın, ödülünü aldıktan sonra konuşma yapmak istedi ancak aşırı şekilde heyecanlanınca sözlerini yarıda keserek Sivas’tan gelen anne babasını yanına çağırdı. Ancak annesi başı türbanlı olduğu gerekçesiyle sahneye alınmadı. Anne Sevil Aydın, oğlunun mutluluğunu, oturduğu yerden yaşlı gözlerle izledi.”

Bütün dünya toplansın ve bu uygulamanın ‘doğru’ olduğunu izah etsin bakalım. Etsin de ‘insaflı bir kişi’yi bunun doğruluğuna inandırsın, mümkün mü? Yahu, kanunsuz olarak uyguladığınız yasak ‘öğrenci’leri hedef almıyor mu? Diyelim ki bütün başörtülüleri hedef alıyor. Peki o halde, ‘salon’a başörtüsü ile girebilen bir ‘veli,’ okul birincisi olan oğlunun yanına, ‘sahne’ye niçin çıkamasın? Bu çelişkiyi, bu tutarsızlığı izah edebilen varsa izah etsin de millet de anlasın!

“Bize ne milletten, biz İsmet İnönü gibi ‘Kimse duymasın millet düşmanımızdır’ şeklinde düşünenlerdeniz” diyenler varsa onlara sadece acınır.

Gözü yaşlı, kalbi hisli bütün annelerin ellerinden öper, hayır duâlarını bekleriz... Hem kendimiz hem de milletimiz için...

08.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Vişneli hukuk devleti muhallebisi



Son günlerde bir bildiri savaşıdır gidiyor. Bir de bildirilerin ardından “hukuk darbesi” olarak da değerlendirilen Anayasa Mahkemesi kararın ortaya çıkınca geçen günlerde gittiğimiz bir yemeği hatırladım. Önce yemeğin ismini söyleyelim “2008 Hürriyet günü yemeği…”

Yemek programını düzenleyen Liberal Düşünce Topluluğu’ydu. Yemekte özgürlükten, hürriyetten, insan haklarından bahsedildi. Özgürlüğün ekmek kadar, su kadar lâzım olduğu vurgulandı. Menüdeki yemek isimleri dikkatimi çekmişti. Tam da şu sıralar en çok lazım olan şeyler yemek ismi olarak verilmişti.

“Hürriyet” yemeğinin menüsü şöyleydi: “Serbest piyasa tabağı, adalet böreği, barış patatesi, hoşgörü salatası, bireyci tavuk, çoğulcu köfte, vişneli hukuk devleti muhallebisi…”

Bu yemek menüsü son günlerdeki tartışmalar için çok şey anlatıyor değil mi? Bu yemek herkese tavsiye edilir…

*** SAHTE BAYKAL!

Anayasa mahkemesinin kararı CHP’yi çok mutlu etti. Mutluluğunun sebebi ise, bir süreden beri Önder Sav’ın yaptığı eylem ve sözleriyle başı dertte olan CHP’nin, mahkemenin kararından sonra gündemin değişmiş olmasından…

CHP’nin başında bir dert daha var. Geçtiğimiz günlerde gazetelere yansıyan bir habere göre, İngiltere’de Deniz Baykal adına 120 pound’luk (yaklaşık 300 YTL) trafik cezası kesilmiş. Londra’da otobüs hattını aracıyla işgal ettiği gerekçesiyle kesilen ceza 3 ay süresince ödenmemesi üzerine adres olarak gösterilen bir kahvehaneye ikinci uyarı teslim edilmiş. Söz konusu belgenin dikkate alınmaması halinde cezanın katlanacağı ödenmemesi durumunda dava açılabileceği bilgisi yer aldı haberde.

Sonradan anlaşıldı ki, birisi Baykal’ın ismini kullanıp, onun adına ceza kestirmiş. Şimdi sahte bir Deniz Baykal İngiltere sokaklarında dolaşıyor. Son günlerde sıkıntılı günler geçiren Baykal “sahte” olayının ortaya çıkmasından sonra derin bir oh çekti mi bilmiyoruz ama “dinleme” olayının ardından neler çıkacağı hiç belli değil. CHP’nin üzerinden dikkatleri “sav”ayım derken başka şeyler ortaya çıkar mı? Bekleyip göreceğiz.

*** KENE

Yaz aylarında şehrin gürültüsünden, binaların kasvetinden bunalan insanlar kendilerini yeşilliklere atarlar. Ancak son yıllarda piknik alanlarında insanları tehdit eden kene vakaları çıktı. MHP Tokat Milletvekili Dr. Reşat Doğru’nun kenelerden insanlara geçen virüsün “biyolojik savaş” şeklinde Türkiye’ye bulaştırıldığını açıkladı. Başka değişik rivayetler de var. Kenelerin ısırmasından sonra oluşan “Kırım Kongo Kanamalı Ateşi” hastalığı ile ilgili herhangi bir tedavi yöntemi bulunmuş değil.

Belediyeler şu sıralar korunmak amacıyla piknik alanlarını ilaçlıyor. En ilginç ilaçlama geçtiğimiz günlerde Ankara’da yapıldı. Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı ekipler karşılıklı “bildiri” yayınlayan iki kurumun (Yargıtay ve Başbakanlık) bahçesini ilaçlamaları kulislerde esprilere neden oldu. Bunlardan birisi şöyleydi: Ekonominin ve siyasetin üzerinde kene gibi yapışan bildiri savaşının bu ilaçlamayla bitirilmeye çalışılıyor…

* * * BAHÇELİ DE MODAYA UYDU!

Son günlerde plakayla ilgili protesto modası başladı. Avrupa Birliği’ne öfkesini göstermek isteyen insanlar, trafik polislerinin ceza yazmasını göze alarak, (cezası 180 YTL) plakalarındaki mavi kısmını kırmızı etiketle kapatmaya başladılar.

Türkiye 1995 yılında Gümrük Birliği’ne girmesinin ardından karayolları yönetmeliğini AB normlarına uyarlamış, araç plakalarında da mavi bir bölüm oluşturulmuştu. Bu bölümün üzerine Türkiye’nin simgesi “TR” ibaresi konulmuştu. 12 yıldızlı AB simgesinin ise tam üyeliğin gerçekleşmesinin ardından plakalara konması plânlanmıştı.

AB karşıtları “AB’ye kızgınlığın simgesi” olarak kendilerince bir yöntem geliştirdiler. Mavi yerine kırmızı şeritli plakalar oluşturmayı kendilerine vazgeçilmez bir hedef belirleyip moda başlattılar! Bu modaya MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de uydu; önceden mavi şeritli olan 06 DB 009 plakasını, kırmızı şeritli 06 MHP 01 olarak değiştirmiş.

Bakalım bu “AB karşıtlığı” insanlara daha neler yaptıracak. Bir de merak ediyoruz, trafik polisleri Bahçeli’ye de kanun gereği ceza kesebilecekler mi?

08.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Zeitgeist



Deniz Ülkü Arıboğan bir gazetede, babası Mahir Kaynak ile aralarındaki bakış farkı aralığını analiz ederken şunu söylemişti: Babam kurumsal ve yapısal bir gözlemle ve güzlükle bakıyor. Ben ise konjonktürel olarak bakıyorum…”

Bu açı farkı ise değişim ile değişmez arasındaki sınırları tayin ediyor, belirliyor. Kurumsal bakanlar genel olarak değişmezliğin egemenliğine inanırlar. Konjonktürel bakanlar ise değişimi görürler ve yakalarlar. Gerçekten de öyle. Türkiye Soğuk Savaştan çıktığı halde hayatını o dönemde geçirenler bir türlü o dönemden çıkıldığına anlayamadılar ve ABD’nin her şeye kadir olduğuna inandılar. Kendileri o dönemin algılarının esiri olmaya devam ettiler. Bu refleksi biraz da Süleyman Aleyhisselam vefat ettiği halde onun vefatından bîhaber olan duvar ustası cinlerin hâlâ çalışmaya devam etmeleri kıssa ve örneğinde görebiliriz. Ancak güve Hazreti Süleyman Aleyhisselam’ın asasını yediğinde durumun farkına varan cinler çalışmayı bırakmışlardır. Zira talimat sona ermiştir. Dolayısıyla alışkanlıklar bazen bakış açısını bulandırır ve gerçeklerin görülmesini perdeler.

Değişim ve beka zamanın ruhudur. Almanlar buna ‘zeitgeist’ diyorlar. Yani zamanın ruhu. Tuzruhu gibi bir de zamanın ve zamanların ruhu vardır. Zamanın ruhu hem sosyolojik olarak hem de psikolojik olarak değişir. Sözgelimi, sosyolojik olarak 20 veya 30 yıl içinde nesillerin algısı ve alışkanlıkları değişir. Zamanın ruhu belirli periyodlarla yenileniyor ve değişiyor. Bununla birlikte, yaşlanan insanlar değişen zaman diliminde değil de kendi zamanlarına yaşarlar. Bu zamanın akışkanlığından kopmadır. Damarların teressübat sonucu akışkanlıklarını kaybetmesi gibi. Sosyolojik boyutta anakronizm olduğu gibi psikolojik boyutta da anakronizm vardır. Kur’ân buyruğuyla ‘erzelü’l ömr’ periyodu da insanın artık hayattan ve zamandan kopmasıdır. Mazisine ve hatıralarına gömülerek yaşar. Dolayısıyla kuşakların veya nesillerin çatışması aynı anlamda zeitgeistların çatışmasıdır.

***

Barack Obama ile birlikte ABD de, yeni bir zeitgeist dönemine girmiş bulunuyor. Demokratların Hillary yerine Barack Obama’yı tercih etmeleri değişimi ve bu değişim ruhunu temsil ediyor. Dolayısıyla, ABD yeni bir döneme doğru giriyor. Bu dönemin irhasatını hisseden medeniyetler çatışması teorisyeni Huntington ‘Who are we?’ kitabıyla endişelerini dile getirmişti. 1994 yılından beri Türkiye’nin periferisinde olan kesimlerin merkeze yürümeleri gibi artık Amerika’nın tutunamayanları veya derkenarında yaşayanları da merkeze doğru yürüyor.

Bunun realpolitikaya da yansımaları ve getirileri olacaktır. Bu itibarla, Barack Obama değişimin adresidir. Yahudiler ve diğerleri, değişirken yozlaştırma metod ve yöntemleri izleseler bile bunda pek muvaffak olamayacaklardır. Elbetteki geçiş sancılı olacaktır, ama zorlamalarına rağmen genel istikametinde sapma olmayacaktır.

***

Birileri eski alışkanlıkla birlikte, ‘Barack Obama ile bir şey değişmeyecektir’ kanaatinde. Bu kanaatlerini seslendiriyorlar. Eski tas eski hamam diyorlar. Zeitgeist, yani zamanın ruhunu dikkate alanlar ise ‘eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal’ diyorlar. Barack Obama Hillary’nin yanına almış olduğu Yahudi lobisinin desteğini kazanabilmek ve McCain’in temsil ettiği kurumsal ve mahalle baskısını aşabilmek için İran ve Kudüs konusunda sürpriz açıklamalarda bulundu ve söylemini değiştirdi. Bununla birlikte, bu, genel istikametten bir sapma olarak görülemez. Zira zamanla zamanın ruhu mahalle baskısını da değiştirecek ve tersine çevirecektir.

Dolayısıyla kurumsal ve yatay bakanlar zamanın durduğu vehmiyle yaşayacaklardır. Halbuki İslâmî anlayışta sosyolojik değişim ve onun ötesinde medeniyet değişimi dairesel ve döngüseldir. Elbette dikey boyutu ve zamani veya konjonktürel boyutu görüp de yatay boyutu göz ardı edenlerin de yanılsamaları olacaktır. Bu itibarla, Yahudi lobisi geçen dönemi ve yatay boyutu, Barack Obama ise dikey boyutu ve konjonktürü yani zeitgeiyt’ı temsil ediyor. Yahudiler geçmişi, Obama geleceği temsil ediyor. Bu anlamda, Obama karşıtları zeitgeith’a ya da dehre küfredebilirler. Bununla birlikte, elbetteki McCain’in seçimleri kazanması da ihtimal ve hesap dahilindedir ve yatay konumun refleksi olacaktır. Fakat Obama’ların yükselişi daha fazla ötelenemez. Bir konuşmamda ifade ettiğim gibi Obama engellenebilir, ama Obama’lar engellenemez.

Prof. Dr. Haluk Ulman, Obama’nın gelmesi halinde bile bir şeyin değişmeyeceğini ve eski tas eski hamam durumunun devam edeceğini öngörmektedir. Bu zamanın ruhunu görmemek ve değiştiğini fark etmemektir. Halbuki güneş gibi zaman hergün yeniden ve yeni müjdelerle tulu ediyor, doğuyor.

08.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır