Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

BİR ÂNIN SERENCÂMI



“İşte, işte bak!..”

“Kim?”

“Bediüzzaman.”

“Nerede?”

“Ön safın sağ tarafında.”

Beyazıt Camii’nde namazdan sonra okunan Kur’ân’ı dinlerken Re’fet, Ziya’nın gösterdiği tarafa baktığı anda onu fark etmiş, bir daha da nazarını ondan ayıramamıştı. Zîra bakıldığında görülmeyecek, görüldüğü zaman da çabucak ayrılınacak gibi değildi.

Kıyafetinden hâline, tavrına kadar her şeyi farklı idi. Heybetli bir şekilde diz üstü oturmuş, ellerini önünde kavuşturmuş, âdeta Asr-ı Saadette imiş gibi huşû içinde okunan Kur’ân’ı dinliyordu.

O zamana kadar ismini çok duydukları için birkaç gün önce Sahaflar Çarşısı’ndan biyografisini alıp okudukları ve hayran kaldıkları zâtı bir anda orada görünce şaşırmışlardı.

Kitabı okurken, eserde hayatı anlatılan zatın ‘kurtarıcı bir ruha sahip olduğunu’ hisseden Re’fet, onu görünce de gayri ihtiyarî aynı şeyleri düşünmüş ve büyük bir şahsiyetle karşı karşıya olduğunu anlamıştı.

Kur’ân tilâveti bitince yanına gidip tanışmak istediği için onunla birlikte kalkmış ve o tarafa doğru gitmişti. Bediüzzaman çizmelerini giyerken yanına yaklaşmıştı ama o kendisinden önce çıkıp kapının deri perdesi kapandığı esnada gözden kaybolduğu için tanışamayınca çok üzülmüştü.

Daha önce hiç yaşamamış gibi bir hisse kapılmıştı o anda.

Halbuki, 1886 yılında İstanbul’da doğmuştu Re’fet Barutçu.

Ömrünün otuz beş yılını geride bırakmış, bu zaman içinde aile mektebinin ardından mekteb-i âliyeyi, mekteb-i harbiyeyi bitirip orduya katılmış ve yüzbaşı rütbesine kadar yükselmişti.

Lâkin o âna kadar içinde hep bir şeylerin eksikliğini hissetmişti. Ailesinden iyi bir terbiye görmüş, çocuk denecek yaşta Kur’ân’ı hatmetmiş, yaşadığı muhitin mütedeyyin insanlarından hep müsbet telkinler almış, ama o eksikliği bir türlü telâfi edememişti.

Kendisinin “Çocukluğumdan beri hakaik-i diniyeyi çok merak eder ve her fırsattan istifade ederek tetkikât ve tetebbuâtta bulunurdum. Ne yazık ki, emelime muvaffak olamazdım. Bu sebepten yeis ve nevmîdîye duçar olurdum” diyerek de dile getirdiği gibi ruhundaki boşluğu dolduramamıştı.

Onun için icaplarını hakkıyla yerine getirdiği askerlik mesleğinden artan zamanlarını günlük malayâni meşguliyetlerle harcamaktan ziyade kitap okuyarak değerlendirmeye çalışırdı.

O yıl mütarekenin imzalanmış olmasının da tesiriyle herkes her vesile ile siyasî, içtimaî meseleleri konuşurken, o zihinlerde iz bırakan büyük insanların hayatlarını merak etmiş ve bulabildiği biyografileri alıp okumaya başlamıştı.

Zaten o merak saikasıyla almıştı Bediüzzaman’ın biyografisini de. Yeğeni Abdurrahman’ın yazdığı pembe kaplı küçük kitabı bir gecede okumuş, heyecanını arkadaşı Ziya ile paylaşarak onun da hislerini harekete geçirmişti.

O gün Beyazıt Camii’nde başladığı hâlde orada bitmeyip yıllar boyu zihnini meşgul eden o ânın serencamının gerisinde işte böyle bir ruh boşluğu, merak hissi ve sorup öğrenme azmi vardı.

Daha sonra, o ânın heyecanını hatırladıkça canlanan merak saikası Re’fet’i, gittiği her yerde Bediüzzaman gibi bir âlim aramaya veya öyle âlimlerin yazdığı eserleri bulup okumaya sevk etti.

1930 yılında, bir akrabasını ziyaret etmek maksadıyla Isparta’ya geldiğinde de aynı arayışın içinde olduğundan, zamanının çoğunu yakınlarının yanında durmaktan veya şehrin güzel yerlerinde gezmekten ziyade kütüphanede geçirmeyi tercih etti.

Onun sık sık kitap değiştirdiğini gören memurun, aldığı kitabı neden sonuna kadar okumadığını sorması üzerine, o kitapların ruhunda hissettiği boşluğu doldurmadığını söyleyince söz âlimlerden açıldı.

“Buralarda Bediüzzaman gibi bir âlim yok ki” dedi esefle.

“Var!..” dedi memur da. “Bediüzzaman Barla’da yaşıyor.”

“Ben onu mütareke yıllarından tanıyor ve o zamandan beri arıyorum.”

“O hâlde git ziyaret et.”

Memur çok kararlı konuşmasına ve onu ziyaret etmenin zorluğuna dikkat çekip yollarını söylemesine rağmen Re’fet, sözü edilen zâtın kendisinin aradığı âlim olup olmadığını anlamak için ona bir mektup yazdı.

Akrabalarına olanları anlatıp, eğer o zât kendisinin İstanbul’da gördüğü Bediüzzaman’sa onu ziyaret etmek istediğini söylediği zaman onlar, resmî makamlar tarafından mimleneceğini hatırlatarak vazgeçirmeye çalıştılar.

O günlerde Said Nursî’den “Kardeşim ben sizi tâ o zaman talebeliğe kabul etmiştim. Ben sende asker ruhu görüyorum” gibi kerâmetvârî ifadelerin yer aldığı cevâbî bir mektup gelince dünyalar onun oldu.

Resmî tehditleri bir kenara bırakıp fiilî tehlikeleri göze alarak Bekir Ağanın temin ettiği ata bindi ve onun rehberliğinde Barla’ya doğru yola çıktı. Giderken rastladığı çobanların, çiftçilerin, köylülerin ‘Hocaya selâm söyleyin’ diye seslenmelerine şahit oldukça hayret etti.

Onun, zamane hocaları gibi devlet ricaline, hükümet erkânına yakın olmaya çalışmak yerine, ahâli ile kaynaşmayı tercih ettiğini ve bunu başardığını görmekten ayrı bir memnuniyet duydu.

Said Nursî’yi, Barla yakınlarındaki Paşakayası mevkiindeki bir bahçe içinde kuş cıvıltılarının, su şırıltılarının, yaprak hışırtılarının arasında, kitapları ile haşir neşir olurken buldu.

O anda, âdeta aradan hiç zaman geçmemiş ve on yıl önce caminin kapısından çıktığı sırada ardından yetişmiş gibi heyecanıyla yanına yaklaşıp yılların hasretini bir nefeste dindirmek hevesiyle ellerine sarıldı.

Bu samimî muhabbetine Üstadından da ayniyle mukabele gördü, iltifatına, ikramına mazhar oldu. Gün boyu orada onun yanında kalarak hayatının en müstesna ve müsterih anlarını yaşadı.

Daha önce, onunla karşılaştığında aklına gelen her şeyi sormayı düşündüğü hâlde, o zamana kadar zihninde uçuşan sorular bir yana, soru sormayı bile hatırlamadığı için hiçbir şey sormadı.

Lâkin onun muhitinden bir daha ayrılmama kararlılığıyla geri dönerken merak hisleri hareketlendi, istifham bulutları şekillendi, Isparta’ya vardıktan hemen sonra da soru sağnağı başladı.

İlk soruları Risâle-i Nur’un ilgili bahislerini okuyarak cevaplandırmaya çalıştı ise de kalbi mutmain olmayınca bizzat Nur’un menbaından öğrenmenin daha doğru olacağını düşündü ve ona mektup yazarak bazı sorular sordu.

Bediüzzaman’ın, yazdığı cevâbî mektupta Re’fet’in sorduğu meseleleri son derece muknî bir şekilde izah etmesi, onun soru sorma iştiyakını arttırdı ve daha sık mektup yazarak zihnine takılan her şeyi sormaya başladı.

Sorduğu sorulardan bazıları Sevr ve Hut, İsm-i Âzam meseleleri gibi mühim bahislerin yazılmasına vesile olsa da pek çoğu, risâlelerde cevabı bulunan meseleler olduğu için Üstad o eserlere atıfta bulunan kısa cevaplar verdi.

Muvazzaf subay olarak İstanbul’da, Mısır’da, Yemen’de ve memleketin değişik yerlerinde yıllarca vazife yaptıktan sonra yüzbaşı iken genç yaşta emekli olup Isparta’ya giderek Risâle-i Nur hizmetleri ile iştigal etti.

Bir yandan Hüsrev Efendi ile Risâle-i Nurları istinsah ederken, diğer yandan yazı çalışmalarını aksatacak kadar çok mektup yazıp soru sorduğu için Üstadının ‘Yazı yazmakta tembel, suâl sormakta çalışkan’ şeklindeki tarizlerine maruz kaldı.

Bu lâtif tariz de onun soru sorma hassasını durduramayınca zaman zaman Bediüzzaman “Sizin gibi hoşsohbet bir kardaşımı haksız olarak suâl sormamaya ve sükûta davet ediyorum. Çendan bu davette mazurum, belki mecburum” diyerek onu soru sormamaya davet etti.

İkaz muhtevası taşıyan bu davet üzerine, yaptığı hatanın farkına vardı. Zarurî hâllerin dışında soru sormayı bıraktı ve risâleleri daha çok yazıp okuyarak Üstadının “Maşallah şimdi siz ümid ettiğim tarzda risâleleri takip ediyorsunuz” şeklindeki taltifini kazandı.

Re’fet Beyin, içinde bulunduğu samimiyetin tezahürü olan bu gibi beşerî hâller, onu Üstadına daha da yaklaştırdı. Bediüzzaman, üvey oğlu Bedreddin Uşaklıgil’i mânevî evlât olarak kabul edip kızına verdiği Rengigül ismini Zeynep olarak değiştirecek kadar onunla ve ailesi ile ilgilendi.

Çok yönlü ve mahir bir insan olan Re’fet Bey de bütün hasselerini hizmete hasrederek Bediüzzaman’ın, “aklen Hulusî, kalben Sabri, vicdanen Hüsrev hükmünde Re’fet” iltifatına mazhar oldu.

Kendisini uzun bir arayışın neticesinde bulduğunu ve onun sayesinde hayatının bu sıfatları taşıyacak hâle geldiğini bildiği için, “Biz bizi bulmasaydık ne yapardık Üstadım?” dedi bir seferinde.

Buna mukabil Said Nursî onun şahsında bütün talebelerini kastederek “Ben sizi bulmasaydım ne yapardım? Siz beni bulduğunuz için bir sevinseniz, ben sizi bulduğuma bin sevinmeliyim” deyince onun tevazuda da emsâlsiz olduğunu anladı.

Said Nursî, Isparta’daki talebeleri arasında bazı sıkıntılar zuhur edince Re’fet’e yazdığı mektupta “Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki; o düsturu cidden nazara almalısınız. Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa, cemaatin tadı kaçar” diyerek aralarındaki uhuvveti tekrar tesis etmeleri gerektiğini hatırlattı.

O hadise sırasında Hafız Ali’nin, ‘kendisine rakip olacak bir diğer kardeşi hakkında gösterdiği samimî hiss-i uhuvveti’ takdirkârâne ifadelerle nazara vererek tesanüdü bozacak hareketlerden kurtulmanın yollarını gösterdi.

Neticede Bediüzzaman Said Nursî ve Nur Talebeleri ile Yüzbaşı Re’fet Bey arasında öyle bir imtizaçkânâne ittihat meydana geldi ki, Eskişehir, Denizli, Afyon Hapishâneleri bile ‘vahdet ve ittihadın neticesi olan’ bu hayatın âhenkli işleyişini bozamadı.

Tâ, Bediüzzaman vefat edene kadar.

***

“Onsuz dünya yaşamaya değmiyor.”

Böyle demişti Said Nursî’nin vefat haberini aldığında. O zamana kadar nice ölüm hadisesine şahit olmuş, sevdiği pek çok insanı kaybetmişti. Koskoca cihan devletinin bile inkırazını yaşamış, hepsinden farklı bir acı duymuştu ama hiçbirinde kendini öksüz, yetim hissetmemişti.

Halbuki “Ölüm idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediye mukaddimesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır” vecizesini ezberleyerek ölüm hakkındaki ilk dersini ondan almıştı.

O zamana kadar başkalarına belki de yüzlerce kez verdiği bu dersi şimdi kendisine verme zamanının geldiğini anladı ve kadere rıza gösterip ölümün yüzüne gülerek yüreğini yakan hasret ateşini bir nebze de olsa hafifletmeye çalıştı.

Said Nursî, kendisi ile görüşmek isteyenlere Risâle-i Nurları okumalarını tavsiye ettiği için o da hasretini Nur hizmeti ile dindirme cihetine gitti ve bir yandan Beşiktaş’taki Dibekçi Camii’nde imamlık yaparken diğer yandan isteyenlere Kur’ân öğretti; risâle okudu, yazdı, anlattı ve her seferinde Beyazıt Camii’nin kapısındaki o ânın heyecanını yaşadı.

Yaşı doksana baliğ olduğunda bile “Kavaklarda oturan bir genç benden kendisine Kur’ân öğretmemi istese veya Üstadımın küçük bir risâlesini talep etse, her gün Beyazıt’tan oraya gidip gelirim” diyecek kadar şevkli ve heyecanlıydı.

Onsuz geçen on beş sene, Re’fet Barutçu’ya hep Beyazıt Camii ile Barla arasında yaşadığı hasret dolu zamanı hatırlattığı için ruhunu saran hicran ateşine vuslat ümidiyle mukavemet etti.

Nihayet 1975 yılında hayatının firak safhası bitti, vuslat faslı başladı.

O ânın serencâmı şimdi berzahta devam ediyor.

08.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (01.06.2008) - Nurun birinci kâtibi

  (25.05.2008) - Hayati güzelleştırmek

  (18.05.2008) - İKİ GÜL ARASINDA

  (11.05.2008) - İlk İstİkamet şehİdİ

  (04.05.2008) - Ona (asm) dost olunca

  (27.04.2008) - ‘DEST-BûSI ARZUSUYLA’

  (20.04.2008) - Hayat, su, gül ve Resûl

  (13.04.2008) - Hayatı hizmete hasretmek

  (06.04.2008) - Birinci Ağabeyi anarken

  (30.03.2008) - Şahs-ı mânevî olabilmek

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır