Hey can!... Yüreğimizden avucumuza bıraktığımız nice düşler uçurduk ufuklara. Çocuksu sevinçlerdi, sadece yaşadığımız. Daha kirlenmemiş dünyamızı, dünyalara katık etmekti amacımız; ipini sımsıkı tuttuğumuz uçurtmalarımızı göklere uçururken. Daha tatmamışken ensemizde kasırganın dehşet nefesini, daha gezinirken saçlarımızda tatlı bir meltem, yazgımıza doğru yollara düştük. Dilimizde, “Bilir misin hancı, bu güne kadar / Hanından kaç yolcu çıktı bu yola? / Sıladan gurbete giden yolcular / Kaç damla gözyaşı döktü bu yola?” türünden mısraların dokuduğu ilmek ilmek sorularla, nakış nakış işledik uzun ince yolumuzu.
Evet can! Kimi zaman yandık, kimi zaman yakıldık; ne kadar toza toprağa bulansa da yüreğimiz, elimizden tutardı bizi ülkümüz. Evet, yakut uzaklıklarda bulunurdu bizi bekleyen yitik yurdumuz. Ve biz yürümeliydik… Leylî sabahlarda, Mecnun gibi çölleri kan eylemeliydik her adımımızda. “Dinle!” nidasıyla, döne döne nasıl döşediyse yolunu kutlu ülkenin kıyılarına Mevlânâ; “Dağlar ile taşlar ile” yana yakıla, nasıl yol eylediyse garip Yunus uzakları; çığlık çığlığa mekân eylemeliydik biz de ufukları…
Oysa can!... Saatin tiktaklarını dinlemekle geçti ömrümüz. Avuçlarımızda boğduğumuz düşlerimiz can verirken toprakta, koptu ipleri uçurtmalarımızın. Kirlenmiş dünyada bedbinlikle yetinen yüreğimiz, sessiz ağıtlarla mı geçirmeliydi zamanı? Hayat denen büyük lütfu, böyle mi idrak edecekti ruhumuz? Hani, “Hayat, bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir(Bineğidir).” düsturu? Yoksa “Nerde o günler, o şevk o heyecan… Gittikçe artıyor yalnızlığımız” diyen şâirlik melankolisi mi sardı dört bir yanımızı? Her şey gibi, dostlukların da hesaplar üzerine kurulduğunu anlayan yüreğimizin isyanı mı bizi suskunluğa boğan? Zihinleri kendinden geçiren demdemeleri; sessiz, sakin ve kimsesizliğe mi düştü hayallerimizin?
Yine de can!... Tezatların kapanında kısılışın bir isyanı olsa da yüreğimizde, yorgunlukla büyüyen yeknesaklık içinde, korkular sarsa da umut dağımızı; uyku sarhoşluğu, pençesine almışsa da bedenimizi; bizi biz yapan her şeyimizi, kemirmeye başlamışsa da kaygılar; pencerelerimizden dışarı baktığımızda, dalga dalga üstümüze yığılsa da ıssızlık; “Tevehhüm ile yoktan elem almak, rahmet ve kader-i İlâhiyeye itimadsızlıktır…(Said Nursî)” sözünü idrakimize katık edenlerdeniz, unutma! Sahi, “Mutluluk, bir yola bilerek gidenlerin hakkıdır” demiyor mu Şirazlı Sâdi? O hâlde çoğu zaman kendimizi dinlemek, yıpranmış duygularımızı dinginleştirmek için âdet edindiğimiz bu ruhî yürüyüşler, neden ruhu âzaba sürükleyen bir yolculuğun başlangıcı olsun?
Uyan can!... Kollardan ve bacaklardan çekilmedikçe hayat usaresi, atıyorsa hâlâ kalbimiz ezelî ritmin zembereğinde, ufkun kollarında uhrevî yalnızlığın gölgesinde bize doğru açılan bir “yarın”a somurtmak neden? Hayatın kaldırımlarını arşınlarken bir bir, “Âkil odur ki, ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir (Said Nursî).” sözleriyle aklımızın kanatlarında gönlümüzü enginlere taşımaya yanaşmamak neden?
Bil Can!... Bütün mesele; hayat denen bu tezatlar pazarında, tezgâhları önünde satıcıların cıyak cıyak bağırdıkları sahte inciler ile bir kuyumcu dükkânının sâkin ve sessiz havası içinde, hiçbir çığırtkana muhtaç olmadan er geç değerleneceği günü bekleyen gerçek inci arasındaki farkı anlamaktır… Ve bunu da unutma: Görmeyi bilen her insan için, güneş her gün aynı ihtişam ve güzellikte doğabilir. Yoksa, “Geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi / Hele bana şöyle gele, şol göz açıp yummuş gibi” türünden, pişmanlıklara düşme ihtimali var can…
23.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|