Her savaşta kendimi bir tuhaf hissederim. Kendinden emin bir şekilde, yüksek ince masaların arkasından patlayan flaşlara mağrur ve duygusuz bakıp dökülen kanları meşrûlaştırma gayretine düşenleri gördükçe, insan hayatının ne kadar ucuzlaşabileceğini acı bir şekilde hissederim. Bu tablo, bana Truva filminde içindeki ihtirasla hemen her yere saldırmayı âdet edinen Agamemnon ile Aşil arasında geçen diyaloglarından birini hatırlatmaktan öteye gitmiyor. Agamemnon’un, “Tarih askerleri hatırlamaz, ama imparatorları hatırlar” sözleri, birey olarak bir insanın değersizliğini anlatırken, Aşil’in yeğenine, “Savaşacaksın, peki; ama kim ve ne için? Bir imparatorun hırsı için mi?” diye sorduğu sorular, sözüm ona, ortalıkta dolaşan “Bu savaş enerji savaşıdır, dünyayı paylaşma savaşıdır” gibisinden düşünceleri o kadar anlamsızlaştırıyor ki…
Nitekim perişan olan, yakınını kaybeden ve topraklarını terk etmek zorunda kalan Gürcü kadın, televizyonda ağlayarak, “Rusya bizden ne istiyor?” derken, düşünce dünyama “fillerin savaşı” hücum ediyor. Evet filler savaşıyor, ama ezilenler çimen hükmünde olan suçsuz siviller oluyor. Öyle ya, daha dün gibi Srebrenitsa katliâmı ve her geçen gün insanlığın yüz karası toplu mezarlar ortaya çıkarken bir bir, canavarlaşan insan güruhunun neler yapabileceği bütün dehşetiyle gözümüzün önünden bir bir geçiyor. Ne diyelim, sağolasın Batı (!) Kan kusan, “Hayat acımasız bir savaştır!” düşüncen, bir örümcek ağı gibi sardı her tarafımızı…
Evet gülümseyen gözlerin, kibarlık gösterisi sırıtmaların ardında, kendi çıkarları için başka ülke halkının hayatına değer vermeyen ve canavarlaşan ruhun bir karabasan gibi dünyanın boğazına çöreklendiğini gördükçe, çoğunluğun mutlu olduğu ve cephe gerisinde kalanların zarar görmediği bir hayat tablosunun mümkün olup olmadığını hep düşünürüm. Ancak sanırım endüstrileşmeyle birlikte, zihinler de endüstriyel bir formata bürünerek duygusal bağlarını tamamen kopartmış ki, bin bir emekle inşa edilen şehirler, el emeği ve göz nuru hayat düzenleri acımasız bir savaşla yerle bir edildiği gibi, masum insanlar da fütursuzca katledilebiliyor.
Ne bileyim, tarihin tozlu sayfalarındaki savaşlar sanki şanlıydı. Şimdikilerse kanlı. Çünkü geçmişte savaşlar çoğunlukla sınır boylarında ve savaşan askerler arasında olurdu. Yani savaşan biri, arkasında bıraktığı şehre geri döndüğünde, her şeyi yerli yerinde bulma imkânına sahipti. Ama bu, endüstrileşmeyle birlikte neredeyse imkânsızlaştı. Hele ki bu endüstrileşme dediğimiz hamle, hayatta kalmak için başkasının kanını emmek gerektiğini düşünen “Kabil” ruhlu düşüncenin elinde muzır bir çocuk hükmünde dünyaya hâkim olduğu sürece, “Hâbil”lerin sefilliğe mahkûm olma serencamı elbette devam edecektir.
Bugün eğer dünyanın büyük çoğunluğu açlık içinde, onulmaz bir trajedi ile boğuşmak zorunda kalıyorsa, sebebi fedakârlık ve yardımlaşma gibi ulvî duygulardan yoksun benlik sarhoşu ideolojilerin, iktidar alanlarını olabildiğince genişletme hırslarından başka bir şey değildir. Oysa çözümsüzlüğün giderilmesi için son çare olan savaşın gerçek amacı, haksızlığa uğrayanların hukukunu muhafaza ve ideal bir adaleti tesis etmek için olmalıydı.
Sormak lâzım: Gittikçe daha demokratik bir dünya düzeninin gerçekleştiğini iddia edip insan hakları konusunda mesafe kat edildiğini ispat etmeye çalışanların, dünyaya pazarlamaya çalıştıkları temeli bozuk düşünce sistemleri mi, yoksa âleme rahmet olarak gönderilen Kutlu Peygamberin (asm) getirdiği ulvî prensipler mi dünyayı huzura kavuşturacak?
Elcevap: Batının ortaya koyduğu tablo ile İslâmiyet’in tam anlamıyla hükümran olduğu dönemlerde ortaya koyduğu tablo meydandadır. Kıyas edilsin…
16.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|