"Gerçekten" haber verir 10 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Bediüzzaman’ın gençlik yılları ( 1 )



Bediüzzaman, hayatının gençlik safhasına Van’da geçti.

1897 yılında Hasan Paşanın dâvetine icabet ederek Van’a geldiğinde yirmi yaşındaydı. Hayatında her hâli ile tezahür etmeye başlayan gençliğin de tesiriyle hızla inkişaf edebileceği bir zemin aradığından, ilmî yönden fazla gelişmeyen Van ona mümbit bir zemin oldu.

O, daha önce gittiği yerlerde yaptığı gibi Van’da da medresede kalmak istiyordu ama Hasan Paşanın ısrarlı dâveti üzerine ilk zamanlar onun misafiri oldu. Onun konağında yapılan sohbetlere, münâzarâlara iştirak ederek hem şehrin eşrafını, erkânını tanıdı, hem de ahâlinin kültür seviyesi hakkında bilgi sahibi oldu.

Bu arada fırsat buldukça dağlara, kırlara çıkıp çevreyi tanıdı; köyleri, mezraları gezerek mahallin hayat şartlarına âşina oldu. Camilerde vaaz edip medreselerde dersler vererek sordukları her soruyu cevaplandırdığı için kısa zamanda insanlar arasında temayüz etti.

Bu yüzden Van valiliğine tayin edilen İşkodralı Tahir Paşa şehre geldiğinde ilk tanıdığı insanlardan biri Bediüzzaman oldu. İlme meraklı ve âlimlere hürmetkâr bir devlet adamı olan Paşa, onun ilme olan istidadını fark edip çalışkanlığına şahit olunca vali konağında bir oda tahsis ederek çalışmalarını orada yapmasını sağladı.

1898 yılı boyunca valiliğin zengin kütüphânesinin yanı sıra, Batıdaki ilmî gelişmeleri yakından takip eden Paşanın hususî kitaplarından, gazetelerinden, dergilerinden de istifade eden Bediüzzaman; bu arada daha önce ezberlediği kitapları tekrarlayarak bilgilerini tazelerken, yeni kitaplar okuyup mühim olanları ezberlemeyi de ihmal etmedi.

Bu vesile ile hem din ilimlerinde, hem de fen ilimlerinde kendisini iyice yetiştirdi. Paşanın, haftanın muayyen günlerinde muntazaman yaptığı ilim sohbetlerine ve tertip ettiği münâzarâlara katılarak öğrendiği bilgileri günlük hayatta kullanma fırsatı buldu.

Âlimlerle yaptığı dinî münâzarâları kazanması, muallimlerle giriştiği ilmî tartışmalarda galip gelmesi ve kimseye soru sormaması üzerine, Van ulemâsı da ona Bediüzzaman diye hitap ederek Siirt ulemâsı tarafından verilen, Bitlis âlimlerince de kabul gören o unvanı fiilen tescil etti.

Bazı mektep muallimleri ile fen ilimleri üzerine sık sık tartışması ve Tahir Paşanın sohbetlerde çeşitli sorular sorması, onun fizik, kimya, matematik, biyoloji, astronomi, tarih, coğrafya, felsefe gibi ilim dallarında kendisini yetiştirmesine vesile oldu.

Bu ilim dallarının içinde matematiğe hususî bir ilgi duyduğu için parlak zekâsının ve meselelere hızlı intikal etme kabiliyetinin de tesiri ile çok zor olan cebir denklemlerini kısa zaman içinde kolayca çözmeyi formülleştirerek küçük bir kitap hâline getirdi.

Bediüzzaman, günlük hayatında pek kullanmamasına rağmen, Türkçe’ye eskiden de biraz âşina idi. Van’a geldikten sonra, şehir merkezinde insanların ekserisinin Türkçe konuştuğunu, Paşanın konağındaki sohbetlerin de Türkçe yapıldığını görünce lisânını geliştirdi ve ihtiyaç hasıl oldukça Türkçe konuşup yazmaya çalıştı.

Bütün zamanını bu gibi ilmî çalışmalara, tartışmalara ve sohbetlere hasretmedi. Bazen şehirde esnafla sohbet ederken bazen köylere, mezralara; Başid, Feraşin, Beytüşşebab yaylalarına irşad gezilerine çıktı ve ağasından ırgatına kadar herkesle muhatap oldu.

Bu sayede ahâli ile öylesine anlaşıp kaynaştı ve onlara öyle bir itimat telkin etti ki, basit anlaşmazlıkları olan fertler de, şiddetli kavga eden aileler de, birbirleri ile asırlık husûmet içinde bulunan aşiretler de ona gelerek meselelerini hâlletmesini istediler.

O da hiçbir meseleyi küçümsemedi, kimsenin isteğini geri çevirmedi. Sıfatına, unvanına, imkânına bakmadan herkesin her meselesi ile ilgilendi, insanları kaynaştırdı, aşiretleri barıştırdı. Ertoşi aşireti ile Miran aşireti arasındaki hadise gibi devletin bile çözemediği bazı meseleleri hâllederek ictimâî huzurun teminine vesile oldu.

Daha önce çıktığı uzun seyahatteki müşahedelerinin ve Van havalisinde yaptığı görüşmeler sırasında edindiği intibaların neticesinde, Osmanlı Devleti’nin, inkırazın eşiğine gelmesinin sebeplerini teşhis etti.

“Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” sözlerinde düşman olarak vasıflandırdığı illetlerden kurtulmanın çarelerini ortaya koydu.

Düşmanların başında cehalet olunca, ona karşı yapılabilecek en tesirli mukavemet, ihtiyaç olan yerde bir tekke, medrese, mektep açarak halkı tenvir ve irşad etmeye başlamaktı.

Haddızatında memlekette ahâlinin desteği ve âlimlerin gayretleriyle faaliyet gösteren binlerce tekke ve medrese vardı. Fakat bu eğitim yuvaları zamanın gelişmelerine ve cemiyetin ihtiyaçlarına göre kendilerini yenileyemediklerinden tesirlerini kaybetmişlerdi.

Devletin açtığı mekteplerde ise Avrupaî bir eğitim tarzı takip edildiği ve fen ilimleri ile insanların akılları aydınlatılırken, kalplerini tatmin edecek din ilimlerine pek yer verilmediği için oralarda da mütekâmil bir eğitim verilemiyordu.

Bu gerçeği yıllarca yaşayarak müşahede eden ve tek başına tekkelerin, medreselerin, mekteplerin çare olmadığını gören Bediüzzaman, beden ve ruh eğitiminin temeli olan bu unsurları birleştirerek yeni bir eğitim tarzı teşekkül ettirmenin çarelerini aradı.

Maksadı, elli-yüz kadar kabiliyetli talebe seçip, onları Akdamar Adası gibi sakin, güzel ve tenha bir yerde açacağı medresede on senede itina ile yetiştirerek değişik yerlere gönderip İslâm’ı dünyaya hâkim kılmaktı.

Lâkin bunun şartları henüz hazır olmadığından zihnen devletin, milletin, cemiyetin ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir eğitim sistemi geliştirmekle meşgul olurken, 1899 yılında, kuracağı medresenin mukaddimesi mahiyetindeki Horhor Medresesi’ni açtı.

Medresede talebelerine din ilimlerini öğretirken, fen ilimleri ile meşgul olmaya ve o hususlarda yazılan kitapları okumaya devam etti. Abdurrahman Abdarî’nin Süllemü’l-Münevrak isimli eserini okuyunca ona haşiye yazmaya başladı.

‘Mantık semâsının merdiveni’ mânâsına eser üzerine yaptığı Arapça değerlendirmeler, haşiyenin hudutlarını aşıp mantık ilminin inceliklerini anlatan bir kitap hüviyeti kazanınca, onu kitap şeklinde tanzim etti ve Kızıl İcaz adını verdi.

Bediüzzaman bir yandan Horhor’da dersler anlatırken diğer yandan Tahir Paşaya gelen gazeteleri, dergileri okuyarak Osmanlının ictimâî hayatını ve dünya siyasetinin gidişatını takip etti.

Bir gün gazetelerden birinde İngiliz Sömürgeler Bakanı’nın, Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe biz onlara hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirip ortadan kaldırmalıyız, yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” şeklindeki açıklamalarını okuyunca hiddetlendi.

“Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu bütün dünyaya ilân edeceğim ve göstereceğim” diye haykırarak harekete geçti.

İnsanın, hislerinin galeyana geldiği zamanlarda makul hareket edemeyeceğini bildiği için biraz sakinleşmek maksadıyla Van Kalesi’ndeki inziva menziline giderken iki ayağı birden kaydı ve ‘iki minare yüksekliğindeki’ uçuruma yuvarlandı.

Dünyası dâvâsıyla o kadar doluydu ki, hayatından ziyâde dâvâsını düşündüğünden o anda gayri ihtiyarî “Dâvâm!..” diye haykırınca ‘büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle biraz aşağıdaki küçük mağaraya atılarak harika bir şekilde’ kurtuldu.

Takriben 1900 yılında meydana gelen ve bir ‘hıfz-ı İlâhî ve imdad-ı gaybî telâkki ettiği’ bu hadise üzerine hayatını dâvâsına adayarak o zamana kadar öğrendiği bütün ilimleri, Kur’ân’ın hakikatinin anlaşılması ve icazının isbat edilmesi için kullanmaya karar verdi.

Bu kararın da tesiriyle zamanının ekseriyetini çalışarak geçirdiği, bir yandan daha önce hıfzettiği kitapları tekrarlarken diğer yandan yeni kitaplar ezberlediği, bununla da kalmayıp çözümü müşkül matematik hesapları ile meşgul olduğu için zihnî bir zafiyet geçirdi.

Bunun üzerine zihnini dinlendirmek için bir süre ezber çalışmalarına ve matematik problemleri çözmeye ara verdi, ilmî müzakerelere katılmadı, zaruret olmadan kimseyle konuşmadı.

O günlerde bu hâlinin de tesiriyle Tahir Paşa ile aralarında tatsız bir tartışma yaşanınca Van’dan ayrıldı. Hizan’da, Bulanık’ta, Erciş’te ve İran taraflarında iki üç sene kadar gezerek ahâlinin ahvâlini müşahede etti.

Bu zaman içinde her hususta onun yokluğunu hissederek gönlünü almaya çalışan Tahir Paşanın ısrarlı dâvetleri üzerine, takriben 1904 yılında tekrar Van’a döndü. Bir yandan Horhor Medresesi’ndeki derslerine devam ederken, diğer yandan uzun süredir zihninde şekillendirdiği yeni medrese tasavvurunu teşebbüs safhasına getirmenin yollarını aradı.

Bu maksatla ilk olarak “Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nûru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. Ayrıldıkları vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe ortaya çıkar” diyerek öyle bir medresenin lüzumunu anlattı.

Ardından, din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bu medresenin, Mısır’daki Ezher Medresesi’nin kardeşi mahiyetinde olmasını istediğinden, onu tedâi ettirmesi için Medresetü’z-Zehra adını verdi.

Van’da başlayıp Bitlis’i ve Diyarbakır’ı da içine alacak şekilde genişletmeyi düşündüğü bu büyük eğitim hamlesini, beklenen neticeyi vermesi için ferdî bir teşebbüs olmaktan çıkarıp devlete, millete, cemiyete mal etmesi gerekiyordu.

Onun için, bu husustaki çalışmalarını destekleyen Tahir Paşa o sırada vali olarak Bitlis’te bulunduğundan oraya giderek onunla görüştü. Paşa bunun yolunun meseleyi bizzat padişaha arz etmekten geçtiğini söyleyince, ondan padişaha hitaben yazılmış bir takdim mektubu alarak önce kara yolu ile Trabzon’a geldi, oradan da gemi ile İstanbul’a hareket etti.

1907 yılının sonuna doğru İstanbul’a gelen Bediüzzaman, misafir olarak Ferik Ahmed Paşanın konağına yerleştikten sonra saraya gidip bizzat padişahla görüşmek istedi. İlk teşebbüsünde sultanın huzuruna çıkamayınca birkaç sefer daha denedi ise de muvaffak olamadı.

Bunun üzerine çevresindeki bazı devlet adamlarının da tavsiyesi ile Mabeyn-i Hümayuna, Van’da din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı medrese kurmak istediğini bildiren bir dilekçe verdi.

Ardından da ismine ‘Kürdî’ sıfatını ekleyip şehirde mahallî kıyafeti ile dolaşarak sözlerinin yanı sıra hâlleri, hareketleri ile de Şark vilayetlerinin içinde bulunduğu cehâlet ve zarûret hâllerine dikkat çekmeye çalıştı.

İki ay kadar süren fiilî ve hâlî çabasına rağmen resmî müracaatından bir netice alamadı. Bu şekilde hareket ettiği takdirde padişahla görüşemeyeceğini, İstanbul uleması ile de hemhâl olamayacağını anlayınca tavrını ve tarzını değiştirmeye karar verdi.

Fatih semti İstanbul’daki dinî, ilmî faaliyetlerin merkezi durumunda olduğu için orada kaldığı takdirde ulema ile daha sık görüşebileceğini düşünerek Şekerci Han’a yerleşti. Sadece orada kalmakla ulemanın dikkatini çekemeyeceğini bildiği için farklı bir çıkış yapma ihtiyacı hissetti.

Tahir Paşa, Van’da iken kendisine “Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?” sözünü hatırlayınca, işe oradan başlamaya karar verdi.

Bunu da, odasının kapısına astığı levha ile ilân etti.

— Devami Haftaya —

10.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (03.08.2008) - RUSYA’DA NUR’UN İNTİŞARI

  (27.07.2008) - BİR NUR TALEBESİ PORTRESİ (2)

  (20.07.2008) - BİR NUR TALEBESİ PORTRESİ

  (14.07.2008) - Nur talebesi olmak

  (06.07.2008) - ‘LEBBEYK...’ DEME ZAMANI

  (29.06.2008) - O ARTIK BEDİÜZZAMAN

  (22.06.2008) - ÂLİM AHVÂLLİ SABÎ

  (15.06.2008) - HARİKA BİR ÇOCUK

  (08.06.2008) - BİR ÂNIN SERENCÂMI

  (01.06.2008) - Nurun birinci kâtibi

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır