“Üç bedende bir ruh…”
Said Nursî böyle derdi Zübeyir, Sungur, Ziya’ya. Onlar da bu lâtif teşbihi yaşamak istercesine hizmet medar-ı bahs olduğunda benzer şeyler düşünürler ve birlikte hareket ederlerdi.
O zaman Ziya zaten Afyon’daydı. Zübeyir tahliye olmuş ve bir ev tutmuştu. Sungur da gelince müşterek ruhun bedenleri bir araya geldiler ve hasretle Üstadlarının tahliye gününü beklemeye başladılar.
Mahkûmların hapishaneden tahliye işlemleri genellikle öğleye doğru yapılırdı. Onlar bunu bildikleri için kuşluk vakti hapishâneye gidip Üstadı karşılamayı düşünüyorlardı.
Tahliye günü sabahleyin erkenden kalkmışlar, namazlarını kılıp tesbihâtlarını yapmışlardı. Sabah dersine hazırlandıkları sırada tekerlek tıkırtısından evin önüne bir faytonun yanaştığını fark ettiler.
Pencereden baktıklarında Üstadın geldiğini görünce, onu karşılamaya geleceğini tahmin ettikleri büyük kalabalığın toplanmasına fırsat vermek istemeyen emniyet mensuplarının onu sabahın erken saatinde tahliye ettiklerini anladılar heyecanla dışarıya fırladılar.
İki polisin arasında faytondan inen Bediüzzaman her zamanki gibi mütebessim, müsterih ve zindeydi. Zübeyir, Sungur ve Ziya sıra ile elini öperken, o polislere onları gösterdi.
“Bunlar Türk milletinin medâr-ı iftiharıdır” dedi.
Polisler gençlere bakarak bu sözün sırrını çözmeye çalışırken Zübeyir, Üstadının koluna girdi, polislere yol gösteren Sungur da onları takip etti ve hep birlikte eve çıktılar.
Said Nursî, az önce talebelerinin sabah dersini yapmaya hazırlandıklarını görmüş gibi ‘Mahkeme-i Kübraya Şekva’ bahsini okuyup izah etti, talebeleri ile birlikte polisler de sessizce dinlediler. Ders bittikten sonra da müsaade isteyip ayrıldılar.
Aslında polisler de biliyorlardı ona yapılanların haksız ve yanlış olduğunu. Lâkin ihtiyarları ile hareket etmekten ziyade kendilerine verilen emirleri yerine getirdikleri için oradan ayrıldıktan sonra sokağın başında veya girişteki terzi dükkânında diğer arkadaşları ile münavebeli nöbet bekleyerek ziyaretine gelenlere mani olmaya çalıştılar.
Bilhassa ilk günlerde nöbeti sıkı tutarak uzaktan yakından gelen pek çok insanı geri çevirdilerse de Aydın’dan gelen Mehmed Efendiye mani olamadılar. Sungur hiç beklemediği bir sırada babasını karşısında görünce şaşırdı ve hemen Üstadın huzuruna çıkıp babasını takdim etti.
“Sen Sungur’un babasısın.”
Bediüzzaman, hayret ifadeleriyle birkaç sefer tekrarladığı bu sözlerle karşıladı Sungur’un babasını. Aydın taraflarında imamlık yapan Mehmed Efendi de onun bu iltifatına elini öperek mukabele etti.
“Hocam, ben Mustafa’dan şikâyetçiyim” diyerek söze başladı sorduğu birkaç sorunun cevabını aldıktan sonra. Ardından, ona Aydın taraflarında beraber pamukçuluk yapmayı teklif ettiği hâlde onun kendisini dinlemediğinden yakındı.
Said Nursî, ebeveynlerin evlât üzerindeki haklarını anlatarak onun hislerini teskin etti. Sungur’a da, babası ile birlikte Aydın’a giderek gönlünü alması gerektiğini söyledi.
Sungur’un, söylediklerini dikkatle dinlemekle birlikte, yapmak hususunda kalben mutmain olmadığını hissedince, Hizmet-i Kur’ân’iyenin ehemmiyetini anlatan bir ders yapıp, annesinin ve çocuklarının onu kendisine vakfettiklerini hatırlattı.
“Alâküllihâl baban da seni bana vakfetmesi lâzım geliyor” dedi.
Bu ifadeleri, çok yakında gerçekleşecek bir müjde olarak kabul eden Sungur, babası ile birlikte Aydın’a giderken ona Nur hizmetinin ehemmiyetini anlattı, bu hususta Üstada yardım etmenin lüzumunu izah etti ve kendisini ona vakfetmesini istedi.
Bediüzzaman’ın talimatı üzerine önce İzmir’e, oradan da İstanbul’a gidecek olan Sungur’un yanından ayrıldıktan sonra uzun uzun onun anlattıklarını düşünen ve isteğini haklı bulan Mehmed Efendi, bir süre sonra Isparta’ya geldi.
Maksadı Said Nursî’ye oğlunu vakfettiğini söylemekti. Fakat onun Emirdağ’a gittiğini öğrenince Sungur’a oradaki teybi açmasını söyledi. O teybi açıp mikrofonu verince güzel bir aşr-i şerif okuduktan sonra “Üstadım, efendim hazretleri. Mustafa’yı ebediyen sana vakfediyorum. Hiçbir hakkım yoktur” diyerek ona mesaj bıraktı.
Ardından Emirdağ’a giderek ziyaret etti. Ondan, Ege’deki işinin olduğunun müjdesini alınca gidip imamlığa başladı. Sungur’dan risâle istedi ve okuyup anlamaya ve anlatmaya çalıştı. Bu yüzden ihbar edilip bazı sıkıntılara maruz kalmasına rağmen irtibatını kesmedi.
Said Nursî de, Sungur’a “Şimdi sen babanla, aynen Nazif Çelebi ve Selâhaddin gibi, Mehmed Çalışkan’la Ceylân gibi oldun” diyerek babasının hizmetlerinin makbul olduğunu ifade etti.
Sungur bu müjdeyi de aldıktan sonra kendisini tamamen Risâle-i Nur hizmetine verdi ve konuştuğu zaman Risâlelerden söz etmeye, bir yere gideceğinde Üstadından emir almaya başladı.
Bediüzzaman, onun ihlâs ve sadakatinden emin olduktan sonra daha önce yazdığı vasiyetnamelerinde varisi olarak tavsif ettiği talebelerinin arasına onun ismini de ekledi ve “İhtar var. Size Arapça’yı öğreteceğim, yarından itibaren Mesnevî-i Nuriye’den ders vereceğim dediği Zübeyir, Ceylan, Tahirî, Bayram, Hüsnü gibi hayatının Üçüncü Said safhasının talebeleri arasına onu da dahil etti.
Üçüncü Said’in en bariz vasıflarından biri, memlekette yaşanan içtimaî gelişmeleri takip edip siyasî işleyişe yön vermeye çalışması idi. Bu faaliyetlerin merkezi Ankara olduğu için orada Nur camiası adına o işleri takip edecek bir Nur Talebesine ihtiyaç vardı.
Bediüzzaman, daha önce İstanbul’da Eşref Edip’le, Av. Mihri Belli ile bazı görüşmeler yapan ve Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Efendiye iki takım külliyat ile mektubu götüren Sungur’u Ankara’ya göndermek istiyordu.
Fakat Sungur, kendisine verilen haricî vazifeleri hakkı ile ifa etse de Üstadının yanında kalmak ve münhasıran ona hizmet etmek istiyor, bu arzusunu da her vesile ile dile getiriyordu.
“Sungur, benim yanımda hizmet gümüşse, Ankara’daki hizmet altındır.”
Said Nursî’nin bu sözü, Sungur’un bütün şahsî arzularını dizginlemesine yetti. Üstadının her sözünü emir telâkki ettiğinden hemen Ankara’ya gitti, küçük bir ev kiralayıp Nur medresesi olarak tanzim etti ve orada kalmaya başladı.
Kendisine o günlerde gönderildi Said Nursî’nin, hakkında yapılan ithamlara ve iftiralara cevap vermek maksadıyla yazdığı yazı. O da yazıyı çoğaltıp mebuslara, bazı devlet adamlarına, hükümet yetkililerine ve cemiyetin önde gelen kişilerine dağıttı.
Bununla iktifa etmedi, uygun görüldüğü takdirde yayınlanması ricasıyla Ankara’da ve Anadolu’nun bazı şehirlerinde yayınlanan mahallî gazetelerin, dergilerin sahipleri ile yazı işleri müdürlerine de gönderdi.
Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesi, hükümetin siyasî baskılarının ‘En Büyük İsbatı’ olarak önce bu yazıyı yayınladı, ardından da Bediüzzaman’a yapılan keyfî muameleleri nazara verdi.
Bu yayın üzerine harekete geçen Samsun Savcılığı, Said Nursî ve gazete aleyhine dâvâ açtı. Gazetenin yazı işleri müdürü tutuklandı. Mustafa Sungur yazıyı gazeteye kendisinin gönderdiğini ifade eden bir dilekçe vermesine, gazete de bu dilekçeyi yayınlamasına rağmen Said Nursî de ifade vermek üzere Samsun Adliyesine celb edildi.
Bediüzzaman mahkemeye, Emirdağ’dan Samsun’a gelemeyeceğine dair doktor raporu göndermesine rağmen, Ankara’dan gelen emirle mahkeme raporu kabul etmeyince deniz yolu ile Samsun’a gitmeyi düşünerek İstanbul’a geldi.
İstanbul’daki Guraba Hastahanesi’nden ona karadan, denizden ve havadan Samsun’a gidemeyeceğine dair heyet raporu verildi. Savcının, Said Nursî’nin getirilmesi talebini mahkeme reddedince ifadesi İstanbul’da alınıp gönderildi.
O günlerde vuku bulan ve Ahmed Emin Yalman’ın yaralanmasına sebep olan Malatya Hadisesinin de tesiriyle gazetede yapılan arama sırasında Mustafa Sungur’un mektupları ele geçirilince Ankara’da tevkif edildi. Bir ay kadar Ankara hapishânesinde tutulduktan sonra Samsun’a getirilerek hapsedildi.
Samsun Hapishânesinin ağır şartları onun hayatında hiçbir değişiklik yapmadı. Orada da bazı mahkûmlarla birlikte namaz kılıp risâle okuyarak ibadetlerine ve hizmetlerine devam etti.
Sadece istediği zaman gidip Üstadına hizmet edememek gibi bir sıkıntısı vardı. Onu da sık sık tahassüslerini; “Size hakikî şakirt olamamaktan gelen elemim var. Acaba Risâle-i Nur’un hakikî talebeliği ile kederlerden tasaffî etmiş ve eneden uzaklaşmış siz sevgili Üstadımızın tabiri ile, bir buz parçası hükmündeki enaniyetini havz-ı Nurda eritebilmiş ve bu suretle tasavvurunda hayalin bile aciz kaldığı muazzam Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin şerefi ile ve makamı ile müftehir olmayı ve ona tam şakirt olmayı ve o saadete tam girmeyi acaba Rahim-i Mutlak bana da ihsan edecek mi?” gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak telâfi etmeye çalıştı.
Samsun Hapishânesi’ndeki koğuş arkadaşı, ‘İslâma bütün zerratı ile bağlı, temiz kalpli cesur bir insan olan Büyük Cihad gazetesinin yazı işleri müdürü Hüseyin Yücel’di.
Bediüzzaman’ın “Ben onun ruhuyla anlaşma yaptım. Hapisteki her bir saatini bir ay risâle yazmış gibi kabul ettim” dilerek fedakârlığını takdir ettiği o insanla on bir ay birlikte kaldı.
Tahliye edildikten sonra memleketine gidip biraz kaldı. Said Nursî; Zübeyir, Bayram ve Ceylân’la birlikte Isparta’da kiraladığı evde ikamet ettiği için Sungur da oraya gitti.
Hapishânede çok eziyet çektiği için Üstad onu “Sana eziyet eden o savcı tokat yiyecek” diyerek teselli etmişti. Fakat bir süre sonra savcının İzmir Başsavcılığına tayin edildiğini öğrenince şaşırdı.
1956 yılında askerlik hizmetini yapmak üzere yedek subay olarak Samsun’a gittiğinde Ağır Ceza Reisi İsmail Hakkı Beye Üstadın selâmını söyledi. Ondan, kendilerine baskı emrinin Adalet Bakanı Şevki Çiçekdağ’dan geldiğini, onun da bir trafik kazasında feci şekilde öldüğünü öğrenince tokadı müstahak olanın yediğini anladı.
Sungur, bir süre sonra tekrar Ankara’ya gönderileceğini zannediyordu, ama Bediüzzaman onu yanından pek ayırmadı. Kendisi adına yapılacak resmî görüşmelere ve içtimaî münasebetlere genellikle onu gönderdi.
Risâle-i Nurlar Ankara’da Lâtin harfleri ile neşredilmeye başlanınca, hem resmî muameleleri takip etmek, hem de tashih edilecek formaları getirip götürmek için Ankara’ya daha sık gidip gelmeye başladı.
Said Nursî, 1958 yılında Nazilli’de bazı Nur Talebelerinin risâle okurken yakalanmaları üzerine bazı gazetelerde koparılan asılsız yaygaralara cevap vermelerini isteyince talebelerinin yazdığı yazının altında Tahirî, Zübeyir, Ceylan, Bayram ve Rüştü ile birlikte onun da imzası vardı.
O yazının teksir edilerek dağıtılması üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcısının başlattığı tevkif furyası sırasında o da yakalanıp kelepçelenerek Ankara’ya getirildi. Yaptığı lâtif nüktelerle ve anlattığı nezih fıkralarla hapishanede arkadaşlarının neşe kaynağı oldu.
Bediüzzaman Said Nursî’yi ve Risâle-i Nur’u o vesile ile tanıyan Avukat Bekir Berk’in muhteşem müdafaası neticesinde tahliye edilince, yine Eflâni üzerinden Isparta’ya döndü. Üstadının bazı seyahatlerine eşlik etti, gönderdiği yere gitti, emrettiği hizmetleri yaptı.
Said Nursî’nin etrafında hâleleşerek vefatına kadar yanından hiç ayrılmadı. Onun verdiği ‘Fenâ-finnur’ sıfatı, asıl ondan sonra tezahür etmeye başladı.
27.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|