Türkiye derin gündemiyle boğuşmaya, bu derin gündem Türkiye’yi boğmaya devam ediyor. Her geçen gün bu derinlik biraz daha artıyor, çatışma şiddetleniyor; ama ipin ucunun nerelerde olduğunu, suların ne zaman ve nasıl durulacağını kimse tam olarak tahmin edemiyor.
Kronolojiyi çok fazla geriye götürmeden 367 krizinden itibaren yaşananları göz önüne getirdiğimizde, son bir yılda zihinlerimizin nelerle meşgul edildiğini, algı dünyamızın nelerle doldurulduğunu görebiliriz. Son olarak, kapatma dâvâsı ve Ergenekon soruşturmasının doğurduğu gerilimlerin, kutuplaşmaların bizi nasıl bir Türkiye’ye doğru götürdüğünü görebiliyor muyuz? Türkiye bu derin gündemiyle boğuşurken, bu gündem sağımızı - solumuzu; her yanımızı kuşatırken neleri yitirdiğimizi, nelerden uzaklaştığımızı, temizlenme çabaları içinde aslında gitgide kirlendiğimizi anlayabiliyor muyuz? Türkiye’nin gitgide tehlikeli şekilde ayrıştığını fark edebiliyor muyuz? Bu ayrışma iki farklı Türkiye profilini açıkça gözler önüne seriyor.
İki Türkiye…
Birinci Türkiye; elit, tepeden bakmaya alışmış, kendini beğenmiş, efendidir; ezmeye alışmış, ezmeyi alışkanlık haline getirmiş, hakim, yöneten ve yöneticidir. İkinci Türkiye; kendisine hep tepeden bakılmış, kendisine pek fazla bir şey sorulmamış, ezilmiş, hükmedilmiş, yönetilendir.
Birinci Türkiye; ihtirasları uğruna her şeyi mubah görecek kadar yoldan çıkmış, Makyavelist; siyasetin cazip girdabına kapılmış muhteris bir pragmatist, içinden çıktığı topluma yabancılaşmış. İkinci Türkiye; mütevekkil, mübahlık onun için helâl dairesiyle sınırlı; sabırlı, isyankâr değil; sadece sitemkâr…
Birinci Türkiye; makam ve mevkiyi kutsamış, bir köşe kapmak, kaptığı köşeyi kaptırmamak uğruna değerlerini - inançlarını ayaklar altına alacak kadar soysuzlaşmış. İkinci Türkiye; sahip olduklarıyla yetinmesini bilen, mutluluğunu küçücük dünyasında bulabilen, ne olursa olsun, ne denirse densin bırakmamacasına değerlerine yapışan bir yücelik içinde. Akşam evine bir parça helâl ekmeği götürebilmenin en büyük değer olduğunun farkına varmış bir asaletin mümessili.
Birinci Türkiye’nin mümessilleri; nefret kılıçlarını kuşanmış, köşesini kaptırmamak uğrunda kâh bir avukat, kâh bir savcı… Birinci Türkiye tepiniyor; onlar tepindikçe ikinciler eziliyor. Dönüp kimse bakmıyor, kimse sormuyor: “Bir yeriniz acıdı mı, incindiniz mi?” diye.
Birinciler müteharrik-i bizzat olduklarını sanıyorlar; piyondan başka bir şey olmadıklarının farkında değiller. Başkaları üflüyor, onlar oynuyorlar; oynadıklarının bir ülkenin kaderi, nesillerin geleceği olduğunu göremeyecek kadar basiretsizler. İkinci Türkiye, yavaş yavaş her şeyin farkına varıyor.
Birinci Türkiye asıl görevini unutmuş; yine de pişkin. Sıkıntılı bir sağlık sistemi, iflâs bayrağını çekmiş bir eğitim sistemi, güvenilirliğini yitirmiş bir adalet sistemi, kalem oynatmalarla iyi gösterilmeye çalışılan hasta bir ekonomi, korunamayan sınırlar… Birinciler bindikleri dalı kestiklerinin farkında bile değiller, siyaseti kirletiyorlar, güzeli içlerinde barındırmıyorlar; saltanatlarının ilanihaye süreceğine inanıyorlar. İkinci Türkiye bu duruma tiksinerek bakıyor, artık güvenmiyor, müsebbiplerden nefret etmeye başlıyor; aldatılmışlığın çaresizliği içinde, sadece bir parça huzur istiyor.
Meselenin can alıcı noktası: İkinci Türkiye ihmal ediliyor. Birinciler; ikincilerin ihmal edildiği sürece Ergenekonların bitmeyeceğinin, ‘ah!’ ateşinin dönerek bir gün kendilerini de yakacağının bir türlü farkına varamıyor.
22.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|