Din bir değerler bütünüdür. İnsana inanca dayalı bir hayat felsefesi ve ona göre de bir yaşama kültürü verir. Bunun sonucu olarak insanın dünyayı algılama ve anlamlandırma şekli, ahlâk ve estetik anlayışı ortaya çıkar. Bu da insanı ve insanlardan oluşan toplumu şekillendirir.
Her dinin kendine has ahlâk, estetik ve varlığı anlayış biçimi vardır. Sosyo-kültürel hayatta da bunun izleri açıkça görülmektedir. Bu da kendisini semboller, kurallar ve kavramlarla belli eder.
Dinin asıl belirgin sembolleri, ibadet ve ibadete vasıta ve vesile olan, Allah’ın emri olarak yapılagelen hususlardadır. Bunlara İslâm dininde, Kur’ân-ı Kerimin ifadesi ile “şeâir” adı verilmektedir. Namaz ibadetinin cemaatle icrâ edildiği camiler ve insanları camiye ve ibadete çağırmak için ezanın okunduğu minareler dinin sembolleri olup “şeâir” tabir edilen vazgeçilmez özelliklerindendir. Aynı şekilde Allah’ın emrini yansıtan ve kişinin dindarlığını gösteren “başörtüsü” ve bir insanın Müslüman olduğunu anlatan “selâm” ve “besmele” dinin ve dindarlığın alâmetleridirler.
Şeâir, dinin ortak dilini ve kültürünü yansıtır. Dünyanın neresine giderseniz gidiniz “Bismillah” diyen ve Müslümanca selâm veren birinin Müslüman olduğu anlar ve bu ortak din dili ile anlaşırsınız. Fertte ve toplumda dinin varlığını hissettiren bu ritüeller, Kurân-ı Kerim’de “Şeâirillah” kelimesi ile ifade edilir. (Bakara, 2:158)
Şeâir lügatlerde “iz, alâmet, sembol” anlamına gelmektedir. “Safa ve Merve” tepeleri de, Kur’ân-ı Kerimde “Şeâir” olarak nitelendirilmişlerdir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “Ramazan-ı Şerif”i şeâir-i İslâmiye içinde en parlak ve mıhteşemi, “orucu” ise şeâir-i İslâmiyenin en büyüklerinden sayar. (Mektûbât, 2004, s. 675) Aynı şekilde namaz, hac ve zekât da İslâm alâmeti ve Müslümanların ibadet şekli olduğu için “Şeâir-i İslam” sayılır.
Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nurlarda “Şeair-i İslâmiye” terimini sosyal hayatta İslâmiyeti ihtar eden unsurlar olarak ele alır. İslâm’ın sosyal hayata bakan yönü şeâire taalluk eder. (Lem’alar, 2005, s.181) Sosyal hayatta şeâirin işlevi, dini hatırlatıcı ve öğretici yönü ile öne çıkar. Ezan, kamet, Kur’ân tilâveti, cami, cemaat ve Cuma ve Bayram namazları İslâmın şeâiri sayılmaktadır. Şeâir Müslümanların ortak dili olduğu için Kur’ân ve Ezan’ın, vahiy dili olan Arapça aslıyla okunması esastır.
Şeâirin bir diğer özelliği de, insanlığa İslâmın izzetini göstermesi, bütün Müslümanların birliğini sağlaması, “Tevhid ve Risâleti” ders vermesidir. Hal böyle olunca farzların açıktan ilân edilerek yapılması, nafilelerin ise gizli olması esastır. Bunun için İmam-ı Gazali gibi büyük İslâm âlimleri “Allah’ın farz olan emirlerini açıktan yapmak, gizli yapmaktan daha faziletli ve sevaplıdır” demişlerdir. Ezanda iman esasları ilân edilir. Cuma namazı açıktan okunarak kılınır ve bütün mükellef erkek Müslümanlara farzdır ve yalnız başına kılınmaz. Zekât açıktan verilir; ama sadaka gizli verilir. Burada hem ibadete teşvik vardır, hem de izzet-i İslâmiyenin korunması söz konusudur. (Şuâlar, 2005, s. 482)
Osmanlının yıkılmasından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyetinin en yetkili makamı olan TBMM’de 1922 yılında bir hitabede bulunan Bediüzzaman, Meclis’in görevinin her şeyden önce millet iradesini ve hilafeti bünyesinde birleştirmesi ve bütün milletlerin kalbi mesabesinde olması ve onları meclise bağlamasının şartının “Şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek” olduğunu hatırlatmıştır. Bu meclisin hem halk nezdinde itibarını artıracak, hem İslâm dünyasının desteğini sağlayacak, hem de Avrupa ve dünya devletleri nezdinde güçlü bir millet imajı doğuracaktı. (Tarihçe, 2006, s.224) Ne var ki buna riâyet edilmediği için hem halkın güveninden, hem İslâm dünyasını desteğinden yoksun kalınmış, hem de Avrupa ülkeleri nezdinde “zaaf-ı milliyetin gösterilmesi”ne sebep olmuştur. Türkiye tercihini sadece batıdan yana koyarak İslâmdan uzaklaşma politikasını şeâir-i İslâmiyeyi tahrip ederek ortaya koyunca, “Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamama” ve yalnız başına kalma gibi bir durumla karşı karşıya kalmıştır.
Peygamberimizin (asm) sünnetleri içinde en önemlilerinin “şeâir” kısmını teşkil eden sünnetler olduğuna dikkatimizi çeken Bediüzzaman Hazretleri (Lem’alar, 181), bu çeşit sünnetlerin “nafile nevinden de olsa şahsî farzlardan daha önemli olduğunu” belirtmektedir.
Dinî sosyal hayattan uzaklaştırmak ve hayata sokmamak isteyenlerin, “başörtüsünü” siyâsî simge olarak görüp “kamusal alandan” soyutlama çabası, şeâirin ne derece önemli dinî birer sembol olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.
04.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|