Elimde çayım, televizyonda izlediğim Türkiye’nin maçları… Yana yakıla, keyif veya üzüntüyle izlediğim maçların sonunda yorumları izlerken, içimde “Ne oluyoruz yahu!” diye bir ses kıpırdamıyor değil. Sonuçta bir oyun olan futbol, neredeyse iç dünyamın tamamını işgâl edecek. Önce Portekiz maçı gibi vahim bir sonuç, ardından hep son dakikalarda güldüğümüz İsviçre, Çek ve Hırvat maçları… İçim bir hoş oluyor. Çayımı yudumlarken, İsviçre burçlarına bayrağımızı diktik sanıyorum. Türkiye’deki belirsizlik, zamlar, geçim sıkıntıları ve gerçek gündeme ait somut veriler gözümde yok oluyor. O andan itibaren, ben de kitle psikolojisiyle “Bekle bizi Almanya” demeye başladım.
Almanya bizi beklerken, sokaklar duâ doluyordu. Yaşlı amca, “Televizyona duâ okuyup üflüyorum” diyordu. Şaşırdım… Birinin “A” dediğine diğerinin “B” dediği güzelim yurdum insanı nasıl olmuştu da bir oyundan ibaret olan futbolda ortak bir ülkü tutturmuştu? O an sanki Almanya’yı yenersek, ülke olarak gökkuşağının altından geçecek ve refah seviyesi yüksek, bilimsel ve teknolojik anlamda bütün dünyaya önder bir ülke olacaktık. Öyle olmayacaksa, kazandığımız maçların ardından, “Bugün için doğdunuz” naraları eşliğinde neden zafer sarhoşu oluyorduk? Yahut Almanya karşısında aldığımız yenilgi, neden küçük büyük hemen herkesi ağlatıyor ve müthiş bir hayal kırıklığı yaşatıyordu?
Ahmet Bey iki üç aydır ödeyemediği kirayı unutmuş, “Gördün mü, bu sefer şans yanımızda değildi. Sabaha kadar uyuyamadım. Nasıl da yenildik keferelere…” diye sinirli sinirli konuşuyor. Meltem Hanım, “Gözyaşlarımı tutamadım, ağladım” derken, anne şefkatini esirgemiyor. Hani biraz çabalasam, ben de ayak uyduracağım; ama yine de bazı şeyleri oldum olası aklım almıyor. Bir zamanlar Necip Fazıl’ın, “Bir yuvarlak, yirmi iki avanak” diye tanımladığı futbol, bizimle dalga mı geçiyordu ne? Yoksa her yüzyılın kendisine göre afyonlandığı bir eğlence sisteminin yeni adı mı oluyor futbol? Öyle ya; müthiş paraların döndüğü acayip bir sektör hâline gelen futbol, maddî ve manevî hiçbir katkısı olmadığı hâlde, neden beğenilsin ki?
Bunları düşünürken, Roma döneminde düzenlenen Gladyatör dövüşleri aklıma geliyor. Bütün Romalıların Kolezyum’da toplanarak izlediği dövüşlerle futbol arasında bir ilgi kuruluyor zihnimin en dip yerinde. Düşünün bir kere… İçinde ayak kırılmaların, hilelerin, kıran kırana mücadelenin, estetik hareketlerin ve dahi hayatta hazla ilgili ne varsa hemen hepsinin bulunduğu müthiş bir şölen olan futbol, neden diğer sporların önüne geçmiştir? Gladyatörlerin dövüşlerini izlerken, her ne kadar insanların tattıkları vahşi hazlarsa da, günümüzde futbolda bunun yumuşak şekli ve nispeten insancıl yönü insanı hazdan haza sürüklüyor. Hele o her türlü tutkunun simgesi olan topu takip ederken, kim bilir hangi hayalin bilinçaltından sürüklemesiyle doyumsuz bir zevk alıyoruz.
Hep merak etmişimdir; futbolu estetik bir öge olarak sunan ve topu istediği gibi ayağında evirip çeviren Avrupa ekolü, aynı mahareti dünyayı parmaklarında da oynatırken yapmıyor mu? Portekiz festival havasında yaşar, İspanya vurucu ve mücadeleci kimliğiyle ön plana çıkar, Fransa büyüklük taslar, Almanya her yolu mübah görür, İtalya “bekle ve gör” edası takınır ve Hollanda, “Beni de unutmayın” havasında racon kesmeye çalışır… Türkiye ise bunu hayat memat meselesi yapar ki, o yüzden kazandığımız maçların ardından kalp krizleri yaşanıyor, silâhlar sıkılıyor ve çoğu zaman da günahsız insanlar serseri kurşunlara hedef oluyor. Olsun, işin ucunda zafer var (!)
Anlaşılan futbol revaçta olduğu sürece, daha çok tahlil yapacağız. Hele ki, geçenlerde izlediğim bir haber kuşağında AB’de birliği sağlamak ve anlaşmazlığı gidermek amacıyla bir Avrupa futbol takımı kurma fikrinin ortaya atıldığını görünce, meselenin ne kadar ciddî olduğunu düşünmeye başladım. Eee, futbol bu, şakaya gelmez. Spor yazarlarının deyimiyle: Futbol matematik değildir.
28.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|