Bir yakınımın vefatı münasebetiyle aldığım bir taziye mesajı, çoktandır uygulamaya aldığım bir husustaki “perhiz”imi bozdu ve “günahsız ağızla duâ etmenin” ne mânâya geldiğini daha da netleştirdi.
Evet, Van’da vefat eden o zat, aynı zamanda eniştem olmakla beraber bir hizmet mahallinin de “Yusuf Abi”siydi. Hizmet erlerinin mesken tuttuğu, omuz omuza verdikleri, evlerini bile yan yana, arka arkaya sıraladıkları ve hane-i saadetlerinde ilk defa “Babalar ve oğullar” ders ve sohbetlerini başlattıkları, o mütevazi semtte, Refik-i Âla Hazretleri, onu da o hizmet erlerine refik ve komşu etmişti.
İnanın ki, onun ardından yazmayı hiç düşünmemiştim. Hatta düşünmüşsem bile, yazmamayı düşünmüşümdür. Zira ölenlerimizin ardından yazma geleneği, yıllar oldu ki, bu naçiz kalemde inkitaa uğradı. Bunun sebepleri arasında; hastalıkların ve ölümlerin hız kazanmış olması da bir sebep olarak sayılabilir. Artık hangi birisinin ardından ne yazsındı bu “mütereddit” kalem?
Üstelik bu meyandaki değişimi gazetemiz sayfalarında bile görüyor ve hissediyorum. Yani bu babdaki yazı ve ilânlarda azalma olduğuna kaniim. Ölümler ve hastalıklarda o kadar artış oldu ki, camiamızdan ve her birimizin kendi yakınlarından her yatağa ve toprağa düşenin hakkında yazılar ve taziyeler döşemeye kalkarsak, artık gazete sayfalarımızda başka yazılara yer kalmayacak (!)
Her neyse. Lâtifeyle karışık bu son ifadelerimde eğer hakikat payı yoksa, o zaman ölümlerimizin ve hastalıklarımızın çoğalmasına rağmen, onlar hakkında yazma ve taziyede bulunmada “azalma”nın başka şeylerimizin azaldığına delâleti gibi bir yoruma girilir ki, onu ifade etmeyi bile istemem.. Ölenlerimizin ardından yazmanın bu naçiz kalemde inkıtaa uğramasının bir sebebi de; “lezzetleri tahrip edip acılaştıranı (ölümü) çok zikrediniz” meâlindeki hadis-i şerifin mânâ olarak nefsim üzerinde tam tahakkuk etmesine olan itimadsızlığımdır. Yani nefsime itimad etmediğim gibi, bu mânânın nefsim üzerinde tahakkuk ettiğine de inanamıyorum. Yani ya o lezzetleri acılaştıran ölümü zikir ve “tahattur”da bir azalma, bir sathileşme, bir sözde kalma var, ya da lezzetlerin baskısında o kadar renklenme ve çoğalma var ki, artık ölümü tahattur ve peşpeşe ölenleri görme bile, lezzetlerin o baskısını “tahrip” edemiyor.. Buna mazhar olmak için bizzat yatağa düşmek veya ölmek iktiza ediyor. Öyleyse ölüm üzerine ve ölenlerin ardından yazmak; nefsime “lezzetleri acılaştırma” noktasında yardımcı olmuyorsa, sadece kalemin marifetini izhar etmeye vesile ve bahane oluyorsa, hatta yatağa veya toprağa düşenin haline baka baka, onun hakkında yazarken bile—maazallah—göste-rişe yelteniyorsa, o zaman “hiç yazmamak” belki daha evla olmalıydı. Ve daha izharına hâcet olmayan nice kronik duyguların etkisinde kalarak yazmamayı tasarlarken, bu arada gurbetten sılaya taziyeler ve mevtanın ruhuna Fatihalar ve Yâsinler göndermekle meşgulken, şöyle bir mesaj aldım Fatma Nur kardeşimden:
“Allah size ve ailenize sabr-ı cemil versin; merhuma da Hafız Ali Abi ve emsâli gibi şehid makamı versin.” Bu duâya yürekten “âmin” mukabelesi daha sonra şöyle tasavvura dönüştü:
Âlemlerin Rabbine, O’nun Kelâm-ı Kadîmine ve O’nun Resûlüne dayanarak tek başına yola çıkan kahraman ve mücahid ve müceddit bir Üstad’ın etrafında ve izn-i İlâhî ile açılan Kur’ân’ın büyük caddesinde “sahabevârî” bir teslimiyet ve ciddiyetle hizmete ram olan ve nihayet şeha-detle bu fani dünyaya veda eden Hafız Ali (ra) ve emsâli kahramanlarımız aramızda yâd edilirken, “biz nere, onlar nere” ilâvesini yapanlarımız çok olurdu. Şimdi bir hizmet semtinin merhum Yusuf Abi’si hakkında tamamen “günahsız” olan bir kardeşimiz, onu bu hizmet kervanında ve şirket-i manevîde dahil görmesi hasebiyle, Cenâb-ı Mevlâ’mızdan ona “Hafız Ali abi ve emsâli gibi manevî şehid makamı” niyaz ediyordu. Ve bana da sadece “âmin” demek düşüyordu. Çünkü bunu niyaz eden, hiç tanımadığı o merhum hakkında günahsız bir ağızdı. Ve o merhuma dilerse o makamı verecek olan da Cenâb-ı Kadir-i Zülcelal Hazretleriydi.
Hem değil mi ki, onun hanesinin etrafını fedakâr hizmet erleri kuşatmışlar. Hele onlardan bir kahraman ki, mütevazi hane-i saadetinin sırtını, onun evinin sırtına dayamış.. Ve bir şahitlik de benden. Uzun zamandır giriftar olduğu hastalıkla, onun nefes alması ve vermesi “azap” haline gelmişti. Her nefes alışta hop oturup hop kalkıyordu. Bazen vücudu mosmor kesiliyor, çıkan nefesin tekrar geri gelmesi için koca oksijen tüpünü ona ancak yetiştiri-yorlardı. Yani nefeslerimizin sayılı olduğunu onda görmek daha kolay olmuştu. Kolaylıkla sayılabiliyordu. O halinde hep şükrediyordu. Her gün evine iki adet Yeni Asya giriyordu, emekli maaşıyla.. Geçen sene 22 Temmuz’da oradaydım. “Yeni Asya, Bediüzzaman’a göre bir yol gösteriyor. Ben ona bakar kararımı veririm, aklımı karıştırmam” demişti. Keşke yakın mesafede, omuz omuza hizmet verenlerimiz de; karşılaşılan zorlukların ve hissiyâtın etkisinde kalarak ve ülfetin de perdelemesiyle, “hüsn-ü zan”, “hüsn-ü niyet”, “hüsn-ü muâmele” ve bilumum hüsünlerimizin gölgede kalmasına, ya da arka plana atılmasına müsaade etmeseler. Keşke yakın markajda hizmete beraber koşanlarımız da, birbirine, hep uzaktan bakanların hüsn-ü zannıyla bakabilse.. Merhum Bekir Berk’in bir duâsı vardı: “Ya Rab! Bana hüsn-ü zan eden kardeşlerimin hüsn-ü zannına beni lâyık eyle.” Hele hele ölümü tadarak bu fani dünyadan veda edenlerimiz, öyle hüsn-ü zanlara daha çok liyakat kesb ediyorlar. Zira onlar, İhlâs Risâlesinde geçen, “günah cihetinde ölmek, sevab cihetinde yaşamaya devam etmek” sırrına mazhar oluyorlar.
22.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|