Devrinin sivri dilli şâiri olan Nef’i’nin, “Esti nesim-i nevbahar, açıldı güller subh-dem/Açsın bizim de gönlümüz, sâki meded, sun câm-ı cem” beytini her mırıldanışımda, içimde kâinatın güzelliklerine doğru kanatlanmaya hazırlanmış bir ruh hâli depreşiyor sanki. Öyle ki, ruh sultanı ayaklanmış ve gönül tahtının üstünde, Bediüzzaman’ın, “Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır” sözünün idraki içinde, “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” hitabına mazhar oluşunun ulvî lezzetini iliklerine kadar yaşama arzusu beni farklı hülyalara daldırıyor.
Bence ruhumuzu sıkan ve bizi hayattan bezdiren nice tablolarla karşılaşırken, hayatın özünde meydana gelen güzel şeylerin farkında olmak, daha bir önem arz ediyor. Özellikle idrakin kapıcısı durumunda olan aklın, günlük olaylar içinde boğulmasını istemiyorsak, kâinatın bin bir köşesine dağılmış bulunan güzellik tablolarına nazarı çevirmemiz gerekir. Yani bütün iş, beynimize parça parça görünen güzelliği birleştirebilmekte ve bunu şuur seviyesinde hissedebilmekte… Zira tabiatın ve dahi yaratılmışların sadece toz ve çamurdan ibaret olmadığını, onların manevî boyutta ezelî ve ebedî bir güzelliğin yansımaları olduğunu düşünebilen akıl, ancak mutlak mânâda güzelliğe çevirebilir gözlerini.
Kastî olarak kâinata ve kâinatın içinde bulunan hemen her şeye çevrilen gözler, şüphesiz insana çok şey kazandırır. En önemlisi, hayatın şevk içinde yaşanabilirliğini keşfeder ki, bu da farkındalık denen var olma duygusunu pekiştirir. Dolayısıyla, insan etrafındaki güzellikleri keşfederken, bir de iç dünyasıyla nispet kurarak keşfetmiş olduğu güzellikleri içselleştirmiş olur. Meselâ meltem rüzgârının her esişi ve sabahın şafağında güllerin açılmasıyla Nef’inin gönlü nasıl açılabiliyor ve bu güzellikle mest olabiliyorsa, pekâlâ bu güzelim yaz mevsiminde, şafakta karşıladığımız güneşi, sabahın hayatı munisleştiren diri havası içinde Rahmanî bir şerbet tadında şöyle mütalâa edebiliriz: Bir anne çocuğunu şefkatle nasıl emziriyorsa ve bu, Allah’ın rahmetinin bir aksiyse, canlıların hayat kaynağı olan güneşi de âdeta yeryüzünün bin bir çiçeğini ışığıyla emziren bir anne hüviyetinde düşünebiliriz. Bu da bizi, güneşin Allah’ın bize rahmet hediyesi olduğu düşüncesine götürebilmeli.
Çevremde gördüğüm insanların hayata âdeta bezgin bir şekilde başlayışlarını ve her yeni günün aslında yeniden güzelliklerle kucaklaşma fırsatı olduğunu düşünmeden, hayata karamsar gözlüklerle bakışlarını gördükçe, ruhun akıl ve kalp kanatlarıyla güzellik burçlarında gezinecek bir şevkle dolması gerektiği düşüncesi daha da perçinleşiyor bende. Bu da gösteriyor ki, günlerimizi sevgiyle geçirmekten ziyade hayata ve dahi her şeye karşı sıkıntı ve nefret ağlarını örmekle geçiriyoruz. Oysa bilmeliyiz ki, bu tarz bakış açısıyla yaşadığımız her gün, takvimden kopardığımız yaprak kadar cansız, ruhsuz ve bir o kadar anlamsızlıktan başka bir şey katmayacak geride bırakacağımız anı defterine.
Evet eskiler güzel söylemiş: “Ömür defterinin dağınık yapraklarını hiç sorma. O defterdeki yazı yanlış, mânâ yanlış, imlâ ve ifade de yanlış…” Böyle bir trajedi içinde hayata gözlerimizi yummamak elimizde. Ve, “Evet, evet, evet… Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsika-i İlâhiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder (Bediüzzaman)” tadında yaşamak da sadece güzeli ve güzelliği keşfetmekle ilgili bakış açımızı değiştirmekle mümkündür. Tavsiye edilir…
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|