Darbelerin iyisi kötüsü olmaz. Darbe darbedir. Kanunu, kurulu düzeni, intizamı, hiyerarşiyi, hak ve hürriyetleri ortadan kaldırıp alabora ettiği için darbelerin hepsi de kötüdür, gayr-ı meşrûdur. Şu kadarı söylenebilir: Darbelerin bazıları çok daha yıkıcı ve tahripçi olduğu gibi; bazıları daha az zararlıdır.
Geçmişten günümüze baktığımızda, maalesef ülkemizin bir darbeler, bir muhtıralar ülkesi olduğunu görürüz. Mevcut hükümetleri hedef alan, fakat faturası bütün millete çıkan ülkemizdeki darbeler, zaman ve zemine göre bazen postmodern tarzında; bazen de muhtıra veya bildiriler şeklinde zuhur etmiştir.
Net ve ap açık bir gerçektir ki, adı ne olursa olsun bütün darbeler, her defasında ülkemizi hep geri götürmüş, milletimize pahalıya mal olmuş, alt üst ettiği kanun ve nizamların, gasbettiği hak ve hürriyetlerin tamiri ve tekrar ikamesi bu ülkenin senelerini almıştır.
Malûmu ilâm kabilinden olan böyle bir girizgâhtan sonra 12 Eylül darbesine ait dönemde hâlen unutamadığım bir hatıramı sizinle paylaşmak istiyorum. Gayem; eski defterleri karıştırıp, yaraları kaşımak değil elbette. O günlerden bugüne aradan bunca zaman geçmesine rağmen ülkemizde hâlen benzer olayların aranıyor olması, zaman zaman bazı zinde güçlerin güç gösterilerinde bulunuyor olması, böyle bir darbe hatırasını derhatır ettirdi.
12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen, bulunduğum bölgede sıkıyönetimin hükümfermâ olduğu zamanlar idi. İlçenin sevk ve idaresi, emniyet ve asayişin sorumluluğu bir astsubaya verilmişti.
İlçenin sıkıyönetim komutanı mevkiindeki astsubay, sıkıyönetimin verdiği bütün yetkileri sonuna kadar, en sert biçimde kullandığı gibi, çoğu zaman da yetkisini aşarak keyfî icraatlarda bulunmaktan çekinmiyordu.
Meselâ; ilçenin idare makamında bulunan kaymakamın veya belediye başkanının yetkilerini kullanma cür’etinde bulunduğu gibi diğer resmî kurum âmir ve memurlarını denetleyip, icap ettiğinde onlara emirler yağdırıyordu. Hatta çeşitli bahanelerle onları makamına çağırıp, yerine ve adamına göre azarlayıp, hakaretlerde bulunuyordu.
Meselâ; her sabah hükûmet binasının kapısına iki tane vazifeli askeri diker, âmir ve memurların zamanında mesâiye gelip gelmediklerinin takibini yapar; işe geç gelen veya mesâiden erken ayrılan personelin sözlü veya yazılı ifadesini alır, gerekli ikaz ve ihtarları en sert şekilde yapmaktan çekinmezdi.
İnanılacak gibi değil ama bir general pozisyonunu sergileyen sıkıyönetim yetkilisi bu astsubay, ilçedeki hâkim ve savcılara karşı dahi tavizsiz bir tavır içine girebiliyordu bazen. Meselâ bir defasında, mesai saatinde kurum personellerinin teftiş ve denetimini yaparken; sulh ceza hakiminin, makamında değil de bitişik odada kendi personeliyle çay içip, sohbet ettiğini gören astsubay; hâkime hitaben “Burada ne diye oturuyorsun? Niçin mesaî saatinde makamında bulunmuyorsun?” diyerek hakimin yakasından tutup, darp ederek sürüklemeye ve galiz tabirlerle hakaret etmeye başladı. Derken oradaki personel araya girip, hâkimi astsubayın elinden kurtardı. Bu olayın şahidi adliye personeli, olup biteni içlerine sindiremeyip, hakim beyden şikâyetçi olmalarını istediyseler de, hakim başına daha başka gailelerin açılabileceği endişesiyle bu üzücü olayı olmamış kabul ederek, olayın üstünü kapattı.
Bu darbe hatırası nereden aklıma geldi?
Şimdi elbette sıkıyönetimle yönetilmediğimiz için, artık askerler âmirleri, memurları denetlemiyor, hakimlerinin yakasına da yapışmıyor. Ama aradan yıllar geçmesine rağmen durum hâlâ normalleşmedi. Bu defa da 28 Şubat döneminde hâkimler otobüslere bindirilerek asker brifinglerine götürüldü. Aynı yargı mensupları, şimdi de askerce bir tavırla hükûmete muhtıralar vererek, gözdağı vermeye kalkışıyorlar.
Enteresandır bizim ülkemiz, vesselâm...
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|