Nesimî, “Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi / Kâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni” demiş. Osmanlı’nın Nesimî’si tek başına ayrı bir âlemdi ya. Şimdi bizim onunla bir işimiz yok. Onun kendi yaşantısına ve şiirinin devamına dalarak, öyle bir âleme girmeye de niyetimiz yok. Demek istiyoruz ki:
Yazdığımız zaman yeryüzüne inip, âleme (hele hele sizler gibi ehl-i marifet ve ehl-i dikkate) kendimizi seyrettiriyorsak, yazmadığımız zamanlarda da, âlemin seyrine çıktığımızdan emin olabilirsiniz.
Yazanıyla okuyanıyla bizler aynı vücudun azalarıyız. Risâle okumalarından başını kaldırıp arasıra yazmaya da vakti, imkânı ve kabiliyeti olanlarımız; aynı pencerelerden, aynı risâlelerin perspektifinden hadiselere bakan ehl-i tetkik ve ehl-i tahkik okurlarına karşı ne kadar dikkatli olmak durumunda oldukları malûmunuz ve malûmumuzdur.
Geçen hafta yazamadım. Tutuk bir hâlet-i ruhiye, sönük bir ilhamla ve de zorlamayla huzurunuza çıkmaktansa, âlemi seyre dalmayı tercih ettik. Gerçi ondan önce yaptığımız gibi, nakillerle köşemizi doldurmamız mümkündü. Ama Kur’ân’ın mucizevî tecellîsi olarak ihsan edilen ve hem dünya, hem ahiret hayatımıza ışık tutan risâleler, nakillerden ibaret olmadığına göre, bizim de fazla nakillere girmeden, doğrudan doğruya o zaviyeden dünya hadiselerine bakmamız daha makbul ve muteber olmaz mıydı?
İlhamımı kesen ve geçen hafta yazdırmayan asıl sebep, Anayasa Mahkemesinin Meclis kararını iptali oldu. İptal kararının evveli, âhiri, şekli ve gerekçesi beni hiç ilgilendirmedi. Sadece “İnsanlığımız, Müslümanlığımız ve dolayısıyla dünyamız nereye gidiyor?” sorusuyla sarsıldım. Bir paçavra gibi sokağa atılan yahut evlerine hapsedilmek istenen mağdurlarımızı düşünerek insanlığımızdan ve Müslümanlığımızdan utanır oldum. Artık yazılacaksa bu yazılmalıydı.
Yazmaya davranırken bir duygu kapladı dünyamı. Bu kadar yazdık, bu kadar yazıldı da ne oldu? Şu “İmam bildiğini okur” sözü, yerini “Mahkeme bildiğini okur”a terk etti galiba. Ama “mahkemenin kadıya mülk olmadığı” da bir vakıadır, o ayrı mesele.. Öte taraftan, işin bu noktaya gelmesinde hükümetin ve dolayısıyla Meclisin hiç mi payı yoktu? Ne idüğü belirsiz “yarım yamalak” bir cümle ile getirilmek istenen sözde “düzenleme”nin akibetinin böyle olacağı daha ilk başında yazıldı, çizildi. Acizâne biz de peşpeşe “Neymiş bu başörtüsü ya Hû”, “Avusturya’da başörtüsü” ve “Bağlandığı yerden çözülsün” yazılarını yazdık. Ama bağlandığı yerden çözülmek yerine, bağlandığı yere güç ve kuvvet verildi. Hani hükümetler için güven oylaması yapılır ya, bu girişimle yasakçı zihniyete adeta “güvenoyu (!)” verdirildi.
Şimdi artık bildiğini okumak imamlara mahsus olmaktan çıktı. Bir makama oturan, en ufak bir birimde “baş” olduğuna ve “bilen” biri olduğuna kendisini inandıran herkes bildiğini okuyor. Bu arada hükümet de, muhalefet de hep bildiğini okumaya devam etti. Sonunda Anayasa Mahkemesi de bildiğini okudu..
Herkesin bildiğini okuduğu bir zamanda biri meydana çıkmış, bildiğini değil, kendisine bildirileni okumuş, kalbine ihtar edileni yazmış ve yaşamış. O biri de “Bediüzzaman” olmuş. Zamanı tefsir etmiş, âlemleri tefsir etmiş, Kur’ân’ı ve Sünnet’i tefsir etmiş. Kur’ân’ı eline almış, Allah demiş, Resûlullah demiş. Kâinata meydan okumuş. Yılmamış, yıldırılamamış.. Ümidini asla kaybetmemiş..
Öyleyse bu fakirin, bu vurdumduymazlığa, bu herkesin bildiğini okumasına dayanarak, kahırla ve ümitsizlikle “yazmama” eylemine niyetlenmesi, Risâle mantığıyla ve Kader anlayışımızla bağdaşmayan, sadece anlık bir duygusallığa kapılmaktan ibaret olsa gerekti.
Öyle olduğu için, ümitsizlik anı fazla sürmedi. Şimdi diyoruz ki:
Bu son yargı darbesine sebep gösterilen ve her canipten şimşekleri üzerine çeken o çok renkli, çiçekli ve çok çileli o bez parçasının (!) kamuoyundaki, uygulamadaki ve dinî ıstılâhtaki adını bile zikretmeye kıyamıyorum artık. Siyasî, menfî ve hileli bir arenada köşe kapmaca oynayanların malzemesi ve âleti haline getirilen ve menhus eller tarafından sağa sola çekilirken, asıl sahibinin, yani onu inancı gereği kullanan masumun üniversite kapılarında, şurada veya burada mağdur ve perişan bir halde ortada yapayalnız bırakıldığı bir hengâmede, boşluğa fırlatılan o masum nesnenin adını anasım gelmiyor.
Onu koruyamadığımız, ona hakkıyla sahip çıkamadığımız için o hicabı ağzıma almaktan hicap duyuyorum. Örtünmenin bir parçası olmasına rağmen, korumasız açıkta bırakılan o nesnenin bizatihî kendisi, örtünmeye, korunmaya ve şefkatli ellerin kol kanat germesine bir bilseniz ne kadar muhtaç.. Zira asırlardır kullanılagelinen ve yerine göre güzelliğin, ciddiyetin, yerine göre edebin ve inancın sembolü olan bu “alâmet-i farika”, böyle siyaset oyuncağı, böyle ağızların sakızı ve nihayet böyle darbenin âleti ve malzemesi haline getirilmemeliydi.
Âdil-i Mutlak, Hâkim-i Mutlak ve Kahhar-ı Zülcelâl Hazretleri, bu masum nesneyi böyle suçlu ve cani pozisyonuna sokanlardan öyle bir hesap sorar ki, tasavvuru bile ürperti verir. Bu son siyâsî keşmekeş ve arenada adını bile örtmek istediğim bu masum nesne, birilerinin siyasî ikbaline âlet ve malzeme olduktan sonra, şimdi de aksi istikamette, yani siyasî ikbal ve iktidar sahiplerini mahvetme operasyonunda âlet ve malzeme olarak kullanıldı.
Şimdi siyasî perişaniyet, çöküş ve bitişle karşı karşıya kalan o siyasî ikbal, makam ve mansıb sevdalıları, bu âna kadar ellerinde tuttukları masum ve günahsız nesneleri, dinî argümanları, bu tehlike anında daha güçlü bir ele teslim edemeyip, kendileriyle beraber yerlere düşürüp, o temiz ve pâk nesnelerin ayaklar altında ezilmelerine ve zillete düşmelerine sebep olurlarsa, ki öyle görünüyor, bu öyle bir vebaldır ki, tasavvurundan ruh, kalp ve vicdan ürperiyor.
Onlar için bir kurtuluş yolu belki olabilir ki, o da onların siyaseten çöküşlerinden sonra tövbe ve istiğfar ile çıkmaz sokaklara girmekten artık tamamen vazgeçerek, Bediüzzaman’ın gösterdiği ihlâs ve rıza-i İlâhî yolunda imana ve Kur’ân’a hizmet etmektir. Dünyaya ve dünya siyasetine onun penceresinden bakarak, siyasî arenada “ehven-i şer” olanı tercih edip, ona tâbî ve dahil olmadan, sadece yardımcı ve taraftar olarak, bu tarzda takip ettiği siyaseti de dine âlet ve hizmetkâr ederek, aslî vazifesine devam etmektir.
Ve tabiî ki sonradan böyle bir yola girebilmek, aklını ve basiretini henüz kaybetmeyenler için mümkün olabilir. Kısacası, dünyaya ve dünya hadiselerine Ankara’dan, yani siyaset kazanının fokurdadığı yerden bakmak, çok da sağlıklı olmayabiliyor. En iyisi, dünya siyasetine Erek Dağından, Başet’ten, Barla’dan, Emirdağı’ndan, Kastamonu’dan yahut Eskişehir, Denizli ve Afyon hapishanelerinden bakmak..
Bakınız, Bediüzzaman, Afyon Hapishanesinde iken yazdığı bir dilekçede, “İmanın cüz’î bir hakikatine ve Kur’ân’ın bir kudsî nüktesine dünya saltanatından daha ziyade ehemmiyet verdiğini, bütün hayatını öyle hakikatlere sarf edip ve dünya ahvâlini ahiret işlerine tercih edenleri divane telâkki ettiğini” söylemektedir. (Şuâlar, 372)
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|