Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Sivil Toplum

Bir Ermeni’nin gözünden başörtüsü “meselesi”

Uzun süredir konuştuğumuz, tartıştığımız, çarptığımız, topladığımız, çıkardığımız ve sonunda da bölüp bir de üstüne “bölündüğümüz” bir “mesele” başörtüsü… Peki bir Ermeni yani bir Hıristiyan korkar mı başörtüsünden, savunur mu başörtüsünü ve başörtülü kızların okuma hakkını? Ermeni olmayan arkadaşlarımla konuşurken soru “Eee asıl sen ne düşünüyorsun bu konuda?” sorusuna geliyor... “Asıl sen” kısmı işin önemini benim suratıma çarpıyor... Şimdi başörtüsünden korkan, başörtülü kızların üniversiteye başlamasıyla İranlaşacağımızdan ve şeriatın geleceğinden emin onca arkadaşım bir “azınlık” daha doğrusu bir Hıristiyan olarak benim de bu konuda görüşlerime “Asıl ben ne düşünüyorum”a farklı bir önem veriyorlar.

Çünkü benim de korkmam aslında bir şekilde onların da korkusuna destek olacak, korkularımız birleşecek daha çok korkup daha çok kaygılanacağız, korkunun şemsiyesi altında “Korksak da mücadelemizi elden bırakmayacağız” mevhumunda birleşeceğiz... Dolayısıyla Ermeni bir Hıristiyan’ın korkması “laiklik elden gidiyor” yürüyüşlerine bayraklarıyla katılan onca kadına belki de “Ya Gayrimüslim vatandaşlarımız? Onları da korumamız lâzım” bahanesini sunarak daha da fazla bağırma imkânı verecek. Kim bilir benim korkum İlhan Selçuk, Tuncay Özkan, Türkan Saylan gibi laikliğin “bekçilerine” daha da cesaret verecek ve onlar “beni bile!” kanatları altına alacak, “Korkma biz yanındayız diyecek” ve hep beraber laiklik için yürüyeceğiz. Yani Ermeniliğim, geçmişteki “hainliklerim”, “yabancılığım”, “ötekiliğim”, bütün işlediğim “günahlar” belki de “türban” korkum sayesinde silinecek, feraha varacağım.

Ama çok denedim olmuyor. Bir türlü korkamıyorum şu “türbandan”... Tartışmaları da mânâsız buluyorum... Özellikle de başörtüsüne karşı olan her insanın televizyonlarda, gazetelerde verdikleri hemen hemen her demeçte “Benim de ninemin başörtüsü vardı, ama o başkaydı” ile bolca dolu cümlelerinden de sıkıldım… Örtüyü merkeze alıp altındaki insanı yok sayan, oradaki insanı görmek istemeyenlerden de sıkıldım. Mutlak iyi insan varmışçasına hemen hemen her bir başörtülünün “örümcek kafalı, “öcü” olarak tanımlanmasından da bunaldım… Tahammül edemediğim şey tahammülsüzlük ve beni asıl korkutan da bu. Tahammülsüzleştikçe de bölünüyoruz sonra da toparlanamıyoruz.

Ben Türkiyeli bir Ermeni olarak yani kimliğinde de “Hıristiyan” yazan bir insan olarak üniversitelerin özgür olmasını ve herkesin eğitim almasını savunuyorum. Ben tek tip öğrenci tipiyle okumak yerine farklı bir çok görüşten, inançtan insanlarla okumak istiyorum. Meselâ başörtülü bir kızın okul dışında zorla tutulmasının onun özgürleşmesine, kendi ayakları üzerinde durmasına, hatta onun “modernleşmesine, “çağdaşlaşmasına” daha ziyade kendi kişisel gelişimine, kendilerini gerçekleştirmelerine mani olduğunu düşünüyorum. Meselâ bu kızlar birçok kişinin gözünde “örümcek kafalı” olarak adlandırılıyorlar fakat okulların kapısını onlara kapatarak onların kendi deyimleriyle “örümcek kafalı” olarak kalmaları senelerden beri dayatılıyor. Aslında başörtülü kızların mahrum edildiği sadece 4-5 senelik bir üniversite eğitimi değil, onların geleceğinin, hayatlarının da gasp edildiğini düşünüyorum. Okumayı seven bir insan olarak kendimi onların yerine koyuyorum ve başörtüsü yüzünden “okullaşamamak” düşüncesi bana kötü geliyor.

Meselâ iyi üniversitelere girme kapasitesi olan ve giremeyen kızları düşünüyorum, onların da benimle beraber Foucault, Bourdieu, Adorno vs... okuyamamalarının can sıkıcı olduğunu düşünüyor hatta kendimi fırsat eşitsizliğinin suç ortaklarından birisi olarak görüyorum. Başörtüsü yerine kapılarda, güvenlik kabinlerinde, arabaların arkasında gizlice peruklarını takan kızları görmek benim de gururumu incitiyor. Belki biraz fazla empatik olduğumu düşünebilirsiniz, ama kendimi onların yerine koymaktan alıkoyamıyorum. Meselâ “başörtülü kızlar gelirse derslere girmeyiz” diyen akademisyenlerle öğrencilik hayatımın şu son dört ayında birebir karşılaşmamayı umuyorum. O akademisyenlerden alacağım derslerin de bir çok şeyden noksan olacağını düşünüyorum.

Türkiye’ye şeriat geleceğini, Türkiye’nin bir İran olacağını düşünemiyorum. “Kesin İran oluyoruz, az kaldı, imdat!” diye de bağıran onca çığlığa, yakın çevremde bu tarz düşünen insanların fazlalığına rağmen ben böyle düşünmüyorum. Eski İran yeni İran sunumu her gün en az bir kere başka bir kişi tarafından elektronik posta kutuma yollansa da tartışma programlarında en fazla verilen örnek İran olsa da ben asla bir İran olacağımızı düşünmüyorum. Tüketimin bu denli yoğun olduğu bir ülkede, her gün yeni bir alış veriş merkezi açılan, özel sektörün hızına hız kattığı, özel okulların, özel hastanelerin, dershanelerin dur durak bilmeksizin açıldığı bir ülkenin İran olamayacağını düşünüyorum. Kendini “laik” olarak tanımlayan onca insanında kaygısının laiklikten ziyade ekonomik olduğunu düşünüyorum.

Birçoğu laikliğin belki de tanımını, mânâsını bilmeden “laiklik elden gidiyor” deyip başörtülü kadınlardan hınçlarını almaya çalışıyorlar. Tabi bu noktada bir de haksız kazanç/haklı kazanç ikilemi ortaya çıkıyor. Her İslâmî görüşü paylaşan ve ticaret yapan kesimler onların bakışında haksız kazanç sahibi... Bu noktada emin olamayız, ama her iki tarafta da haksız kazanç sahibi olan bir çok insanın olduğunu söyleyebiliriz. Başı açık olup, kendini son derecede “laik, çağdaş, kemalist” olarak tanımlayan onca haksız kazanç sahibi iş insanının olduğu gibi, İslâmcı ve haksız kazanç sahibi olan onca iş insanı da vardır. Sonuçta hiçbir alanda, hiçbir görüşte, hiçbir dinde, ırkta mutlak iyi yoktur. Benim anlatmak istediğim bir nev'î “makyajlı laiklik” meselesi.

Yani ekonomik kaygılarını, kendi hayat alanlarının istemedikleri kişiler tarafından ‘işgal’ edilmesini ‘laiklik elden gidiyor’ cümlesine sığınarak önlemeye çalışmak. Ekonomik kaygılarını “laiklik” kaygılarıyla makyajlamak...

Bunlar benim kendime göre gözlemlerim çünkü bugüne kadar başörtülüleri veya “türbanlıları” ekonomik durumlarına bağlantılı olarak eleştiren birçok kişiye rastladım. “‘Bunlar biz mağduruz edebiyatı yapıp, üniversiteye giremiyoruz’ der BMW jeep kullanırlar” gibisinden tüketimi de hedef alan birçok cümle duydum. Tabiî ki bu tavrı her başörtüsü karşıtına mal edemem ama bu sıkça karşılaştığım örneklerden biri. Bence bir başörtülü son model araba da kullanabilir, yalılarda da oturabilir ama eğitim hakkı engelleniyorsa, o “mağdurdur”.

Ben bütün bunları yazarken bu meseleyi daha doğrusu “meseleleştirilen” bu olguyu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) politikalarından tamamen ayrıştırarak salt kendi hissiyatımla aktarmaya çalıştım. Yoksa üniversitede özgürlüğün sadece başörtüsüyle sınırlı kalmamasını, başörtüsünün sadece bir altküme olmasını diğer özgürlüklerin de bir an evvel hayata geçirilmesini, bu konuda değişiklikler yapılması en büyük temennilerimden. Başörtüsü “meselesinin” daha hoşgörülü bir yaklaşımla, diyalogla, birbirini anlama yoluyla çözülebileceği, “akademisyenlerin” öğrenci ayrımı yapmadan her öğrenciye ders vermeye gönüllü olduğu, özgürlüklerin üniversitede ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere daha bir çok alanda yaşanabildiği bir ülke düşlüyor ve bu noktada her birimize çok iş düştüğünü düşünüyorum.

Nayat KARAKÖSE

09.06.2008


“Anayasal tsunami”nin zorladığı çözümler

Geçtiğimiz Perşembe günü ikindi sularında TV’lerin “Anayasa Mahkemesi türbana serbestlik tanıyan kanunu iptal etti” altyazı ve flaş haberlerinden sonra ülkemiz siyaseti, demokrasisi, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı ilkesi, Meclisin varlığının gereğinin artık tartışmalı hale geldiğini söylemek çok yanlış olmasa gerek.

Kararın yayınlanmasından sonra, sevinçlerini AKP kapatma dâvâsında olduğu gibi “hiçbir partinin kapatılmasını istemeyiz ama..” diyerek gizlemeyi başaranlar, bu sefer de “sevinmedik ama haklı çıktık” demekten kendilerini alamıyorlar.

Anayasamızın 148. maddesine göre, Anayasa Mahkemesi “şekil açısından sınırlı” bir denetim yapabilirken, bu sefer kendini Özal’a atfen söylenen sözde olduğu gibi “anayasayı bir kez ihlâl etsem bir şey olmaz” diye düşünmüş olmalı. Yalnız, Özal, yürütmeden geliyor, hukukçu olmadığı gibi yüksek hakim de değil, pratik çözümler tercih eden birisi olduğu için böyle düşünmesi belki anlaşılabilir. Hem böyle bir durumda yürütmeye denetleyen yargı (Danıştay) yasamayı denetleyen anayasal yargı (Anayasa Mahkemesi) yeri bulunmaktadır. Peki, yanlış yapmayacakları hele hele anayasayı ihlâl edecekleri asla düşünülmemiş yüksek hakimlerin, bu kararının temyizi nasıl mümkün olacaktır? Hukukumuzda Anayasa Mahkemesi kararları nihaî karar olduklarından temyiz edilememektedir. Fakat, bu sorunu çözmemektedir. Mümkün mü bilemiyorum fakat, TBMM bir genel görüşme ve usul tartışması açarak, Anayasa Mahkemesinin “yetki gaspı” konusunda ne yapılabileceğini tartışmalıdır. Bu saatten sonra Anayasa Mahkemesinin kendisini yetki açısından belirlediği bir sınır kaldığını sanmıyorum.

Aklımdan bir komik senaryo geçiyor. Diyelim ki, tek soruluk bir sınavda öğrencilere Anayasa Mahkemesinin anayasa değişiklikleri soruldu. Öğrenci, cevaben şekil ve muhteva incelemesi yapar dediği için sınıfta kalmış ise, bu gelişmeden sonra İdare Mahkemesine gitmesinin yolu açılmaz mı? Ülkemizin yargı tarafından hukukî kaosa sürüklendiği aşikâr. Halbuki bir ülkede hakimler o ülkede adaleti sağlamanın, huzuru sağlaman ön şartıdır. Kendimi, Sezer’in fırlattığı Anayasa kitabını suratına yiyen Ecevit gibi hissediyorum.

Anayasalar aynı zamanda toplumsal sözleşmelerdir. Bizim anayasalarla bir türlü barışmayışımızın sebebi nedir ki? Belkide gerçek anlamda milletin yaptığı bir anayasamız olmadığındandır! Anayasayı hep darbeciler yapıyor. Sonra da “şurasına dokunma cıs, burasına dokunma cıs” diyorlar. Darbe yapanları yargılamak hâlâ mümkün değil. Bundan daha acı olan, seçilmişlere ağızlarına geleni söylemekten çekinmeyen kalemşörlerin, netekimcilere tazimden geri durmamalarıdır. Böyle bir memlekette, Meclis ne yapacak derseniz, ona da TRT Kanunu çıkarmak düşer. Zaten, Anayasa Mahkemesinin türban tsunamisi eserken, Meclis’te TRT Kanunu çıkartıyordu. Böyle yapmayıp, görüşmeleri kesmeli ve durumu değerlendirmeli idi.

Ayrıca, aba altında kendisine sopa gösteren bu karara kendi ölçüleri içerisinde hazırlıklı bir cevap veren MHP’nin yanında AKP’nin Meclis İdare Amiri Hüsrev Kutlu dışında anlamlı bir tepki veren olmadı. Gerekçe görmeyi bekleyenlere Haşim Kılıç’ın ‘gerekçe yok’ sözü hazırlıksız yakalandıklarını adeta ilân etti. Hüsrev Kutlu’nun bu karar neticesinde kapatma dâvâsının seyrini soran gazeteciye verdiği cevap, büyük bir ders niteliğindeydi: “Parti kapatılırsa, yerine yeni parti kurulabilir, yeni kadrolar milletin desteği ile iktidara gelir ve milletimize hizmet edebilir. Yani o yanlış kararın telâfisi bir şekilde mümkün, fakat bu karar ile Anayasa Mahkemesi kendisini milletin tek temsilcisi TBMM’nin üstünde tanımlamış olmaktadır. Bu ise kuvvetler ayrılığı değil, hakimler oligarşisidir.” Bu sözler Türkiye’nin genelinin kalbinden dudaklarına gelip, Hüsrev Kutlu’nun dilinden dökülen sözler gibi geldi bana.

Bu karar ile Anayasa Mahkemesi bir şekilde, TBMM Anayasa değişikliği yapma yetkisini budamış veya rafa kaldırmıştır. Öncelikle AKP’ye yapılmış gibi görünmekle birlikte Meclise yapılan “yetki gaspına” karşı Meclis yetkilerine sahip olduğunu göstermeli ve kuşatılmışlıktan kurtulmalıdır. Bu hali ile Meclis daha görev süresinin ilk yılında hür iradesine gölge düşmüş bir görünüm altında kalmakla karşı karşıyadır.

Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın tartışmaya açtığı Senato, 1960-80 arasında uygulanmış fakat yeterli fayda sağlanamamıştır. Senatonun kurulabilmesi için de CHP’nin desteği veya Anayasa Mahkemesi’nin onayı gerekecektir. Bu ise zannedildiği kadar kolay olmayacaktır. Hem Senato olduğunda Anayasa Mahkemesi hangi yetkisinden vazgeçecek?

AKP bir an önce AB perspektifini yakalamalı, yediği tokatlarda bu perspektiften uzak kalmasının yanında, Şemdinli olaylarındaki basiretsiz tutumundan, Ergenekon dosyasının yavaş işlemesinin hisseleri olduğunu bilmelidir.

Çıkış yolu ise; mümkün olabilecek bir zamanda erken seçimdir. Yeni dönem Meclisi yani (24. Dönem) Kurucu Meclis olmalı, yeni ve sivil bir anayasa, Siyasî Partiler Kanunu ile birlikte temel bazı kanunları yapmak olmalıdır. Kaostan fırsat çıkarmak, siyasetin beceri ve kalitesidir.

Emin Talha KARAMUSA

09.06.2008


HABERLER

Kitap yardım kampanyası

ŞEFKAT Yağmuru Derneğinden Kitap Okuma Seferberliği. Dernek “ülkemin aydın insanına” başlıklı şu duyuruda bulundu: “Boyabat’da 42 yerleşim noktasına, her biri 200 adet kitap barındıran kitap stantları koymaya başladık. Amacımız: sorumluluk anlayışımız gereği; toplumda okuyan insan sayısının artışına katkıda bulunmak olarak açıklanabilir. Çünkü: Okuyan insan düşünür! Düşünebilen insan üretici olur! Üretebilen ve düşünen insanında topluma ve ülkemize önemli katkıları olur! Unutmayalım! Ülkemizin ve kendi başımıza ne geldiyse, okumamaktan ve cehaletten geldi!

“Boyabat’ta resmî dairelerin giriş noktalarına ve halkın yoğun olarak kullandıkları lokanta, berber, market gibi yerlere kitap stantları koymaya başladık. Stantlardan alınan kitaplar okunuyor ve geri getiriliyor. Fakat elimizde kitap yok denecek kadar az! Halkın ve özellikle de çocukların talebine cevap veremiyoruz! Defalarca yazı yazmamıza rağmen Kültür Bakanlığı bile sadece 20 adet kitap göndermekle yetindi! Yayınevleri genelde bandrollü çalıştıkları ve ekonomik olarak zorda kaldıklarını belirterek yeteri derecede kitap yardımı yapamıyorlar. Bu yüzden çok acil olarak, kitaplara ihtiyaç duymaktayız! Bir kitapla bile olsa, Çorbada sizin de tuzunuz olsun! İrtibat tel: 0(368) 315 47 17- (0 532) 626 06 20”

İHH’den Mülteci Sempozyumu

İHH İnsanî Yardım Vakfı 14 Haziran 2008 Cumartesi günü İstanbul’da Mülteci Sempozyumu düzenliyor. “Mültecilik tanıklıklar, sorunlar ve çözüm önerileri” konulu sempozyumda bir çok konuşmacı farklı konularda konuşacak. Sempozyumun konuları şunlar: İltica kavramı ve tarihçesi, İslâm hukuku açısından mültecilik, Dünyada mülteci hareketleri ve Türkiye’nin konumu, Mültecilik mevzuatından kaynaklanan sorunlar ve çözüm önerileri, Uygulama açısından Türkiye’de mültecilik sorunları, Mülteci sorunlarının çözülmesinde STK’ların rolleri, Mülteci hayatlardan şahitlikler.

09.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır