Öğrencilerin karne sevinçleri ya da heyecanlarına şâhit oldukça, farklı duygu ve düşünceler içinde dalar giderim. Bir dönemin âdeta hesap kitap defteri hükmünde olan o karneler neler hatırlatmaz ki insana. Doğrusu, şimdilerde nasıl bir duygudur bilmiyorum; ama eskiden o beyaz kâğıtlar bizim için hesap verme günü gibiydi. Evde bekleyen ebeveynimiz mutlaka kontrol eder, şayet dörtten aşağı not varsa, mutlaka hesabını sorardı. Eğer öyle bir şey yoksa dost meclislerinde allayıp pullayıp başarımızı sohbet konusu yaparlardı. Biz de köşemize şöyle kurulup hafif tebessümler içinde başarımızın hazzını yaşardık. Tersi durumdaysa, köşeye büzülür sesimizi çıkarmaz, çok büyük bir suç işlemiş gibi başımızı yerden kaldırmazdık. Anlayacağınız, başarı önemliydi yarınlarımız için…
Anlattıklarım pedagojik yanlışlıklar içerse de, ben bunları hep gıpta ile hatırlarım. Zira başarı ile başarısızlığın neredeyse çoğu öğrenci için anlamsızlaştığı ve tek hedefin sadece ve sadece geçmek olduğu bir ortamda, karne ne tür bir anlam ifade eder acaba? Bir sürü bahanelerin öne sürüldüğünü, zayıf notların âdiyattan sayıldığını ve başarıya karşı kayıtsızlığı gördükçe, “Biz mi farklıydık, yoksa zaman mı yetiştiğimiz değerleri gittikçe tanınmaz hâle getirerek, olumsuz yönde farklılaştırdı?” gibisinden tuhaf sorular aklıma gelmiyor değil.
Vaktiyle, “Gençlerin başarısızlığı, ideal eksikliğinden mi?” gibisinden sorularla katıldığım bir tartışmada, ortaya atılan düşünceleri hatırladıkça ve gençliğin büyük çoğunluğunun da içine düştüğü bu başarısızlık ortamını gördükçe, ciddî bir ideal eksikliğinin varlığını günden güne hissetmekteyim. Merak ediyorum, bir gencin okul dışında, evde, hısım, akraba arasında ve dahi bilumum sosyal çevresinde ideal oluşturabileceği bir atmosfer yakalama şansı ne kadar olabilir? Sizi bilmem; ama ben bugün okumaya çalışan gençliğin büyük çoğunluğunu böylesi bir atmosferi solumaktan uzak görüyorum. Nitekim çoğu üniversite gençliğinin bile bir idealsizlik problemiyle karşı karşıya olduğunu düşünürsek, varın ötekileri siz düşünün.
Doğrusu, idealsizliğin idealleştiği bir ortamda, belki de gençlere eskilerin gâye-i hayal dedikleri bir ideal belirleme eğitimi ders olarak verilmeli.
Gün olur Aytmatov ölür
On Haziran Salı günü, Ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un ölümünü öğrendiğimde, bir an eserlerinde anlattığı uçsuz bucaksız Orta Asya Türk kültürü bir bir gözlerimin önünden geçti. Efsane ve mitolojileri günümüz insanı için işlevsel olarak kullanan ve böylece güncel sorunlara ışık tutan Aytmatov’u ilk olarak, “Gün Olur Asra Bedel” romanıyla tanıdım. Bu romanda anlattığı Nayman Ana efsanesi, şüphesiz zamana meydan okuyacak ve ne kadar zaman geçse de eserde dile getirilen “Mankurtlaşma” hâdisesinin verdiği mesaj, tazeliğini hep koruyacak ve öz değerlerine yabancılaşan toplumlara, özellikle de bize ışık tutacak mahiyettedir.
Bununla birlikte, bu roman soğuk savaş döneminde Sovyet Rusya ve Amerika’nın dünyayı paylaşma adına yaptıkları acımasız parsellemeyi dile getirirken, Yedigey’in, ölen arkadaşı Kazangap’ın “Anabeyit” mezarlığı denen ata toprağına bundan dolayı gömülemeyişini ve kişisel hakların nasıl hiçe sayıldığı, devlet uğruna birey ya da bireylerin umursanmadığı gerçeğini de başarılı bir şekilde ortaya koyar. Dikkatle bakıldığında bu tesbit günümüz için de geçerli. Okunmasını tavsiye ederim.
Hiç şüphe yok ki; Gün Olur Asra Bedel, Elveda Gülsarı, Toprak Ana, Cemile, Selvi Boylum Al Yazmalım, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Dağlar Devrildiğinde ve benzeri eserleri, dünya durdukça ismini yaşatacaktır. Çünkü o, “Sen ölsen bile bir gün, nâmın yürüsün” gibisinden yaşadı. Allah rahmet eylesin…
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|