Tefekkür tarihimizin münzevî aydını: CEMİL MERİÇ
Cemil Meriç: Tefekkür tarihimizin 38 yaşında karanlığa mahkûm olmuş münzevî aydını. Ölümünden sonra ardında bıraktığı 12 bin cilt kitap, 40 kadar gazete ve dergide yayınladığı 800’e yakın makale ve hakkında söylenmiş övgü dolu sözler: Bulutları delen kartal… Düşüncenin gökkuşağı… Münzevî ve mütecessis fikir işçisi… Kendi semasında tek yıldız… Ufukların muhasibi… Âraftaki kâhin… Çuvala sığmayan mızrak… Kavramlar cangılının bilgesi… Mağara içerisindeki tecessüs… Tefekkürün hasbî kalemi… Sözün sultanı…
Onu okumak ve eşsiz üslûbundan etkilenmemek mümkün mü? O üslûb-i âlîsi ile kârîlerini hemen esîr eder. Bu esâretten kurtulmak pek kolay da değildir. Böylesine çalışkan, okuyucularını yakıcı üslûbuyla cezbedip tesiri altına alan Meriç hakkında, aklımızda kalan o süslü ve efsunkâr sözlerin ötesinde ne var? Koca bir hiç! Ölümü üzerinden yirmi bu kadar yıl geçti ama “kimse bezirgân mânilerinin parlaklığına gereksiz yere gölge düşürmeye yelten”emedi. Kimse “düşünceden çok duyguların konusu olan bir aydının faziletlerinin yanı sıra gerçek zaaflarına da işaret etmenin sevimsizliğini üstlene”medi. Birilerinin bu övgü dolu sözlerin dışına çıkıp sadra şifâ bir şeyler yapması gerekiyordu. Bu çetin görevi Dücane Cündioğlu üstlendi, önce “Mütercim Cemil Meriç”i, ardından “Mütefekkir Cemil Meriç”i ve son olarak da “Münekkid Cemil Meriç”i anlattı bizlere. Bir Mabed Bekçisi Eylül 2006’da, Bir Mabed İşçisi Ekim 2006’da, Bir Mabed Savaşçısı ise gecikmeli de olsa Şubat 2007’de arz-ı endâm etti kitapçı vitrinlerinde.
Bir Mabed Bekçisi: Cemil Meriç
Cemil Meriç üçlemesinin ilk kitabı: Bir Mabed Bekçisi. Mabed; cihan edebiyatı, bekçi ise; Cemil Meriç. Cündioğlu, üstadın pek bilinmeyen, tanınmayan ve meçhulümüz olan yönünü anlatıyor bu kitapta: mütercim yönünü. Cemil Meriç Fransız mandası altındaki Hatay’da bu kültür ile yetişmiştir. Bu kitapta, üstadın gençlik yıllarında Honoré de Balzac ile Victor Hugo’dan yaptığı manzum ve mensur çevirilerin hikâyesi var.
Genç bir mütercim ve münekkid Cemil Meriç’in; dünya edebiyatının şaheserlerini Türkçeye tercüme eden ünlü mütercimleri, dünya edebiyatının klâsiklerini yirmi günde tercüme etmekle övünen ehli kalemi, bir kalem darbesiyle nasıl yere serdiğini hayranlıkla okuyacaksınız. Henüz 25 yaşında olan genç mütercimin hedefi bellidir: “Her soydan tufeylinin yağma hırsıyla saldırdığı” dünya edebiyatını “mabedin bezirgânlarından, dilencilerinden, kalem haydutlarından” temizlemek. İşte bir örnek:
“Keşiş ordularının asırlık intikamını almak şerefi Üniversitemizin kahraman bir asistanına nasipmiş: iftiranın ve tegallübün mahvedemediği Voltaire 1944 yılında Türkiye’de öldürüldü.(…) Yalnız Volteire’i değil, güzel dilimizi de paçavraya çeviren asistan ilmî haysiyetten nasipsiz mi doğmuştur? Yazarlarına kasideler neşreden Tercüme dergisi, bu korkunç, bu tüyler ürpertici hataları teşhir etse günaha mı girer?” Evet, genç münekkidin keskin kılıç darbelerinden kimlerin kaçmayı başaramadığını merak ediyorsunuz değil mi? İşte birkaç örnek: Nahid Sırrı Örik, Balzac’ın Goriot Baba’sını yirmi günde tercüme etmekle övünen Haydar Rıfat, Ahmed Mithat, Mustafa Nihat Özon, Nasuhi Baydar, Reşad Nuri ve diğerleri…
Bir Mabed İşçisi: Cemil Meriç
Bu ciltte mütefekkir Cemil Meriç’i anlatıyor Cündioğlu. Bizde Cemil Meriç’in üslûbunun tesirinden kurtulup da onun hakkında sağlıklı değerlendirmelerin yapıldığı pek söylenemez. Cündioğlu, şimdiye kadar kimsenin yap(a)madığı işi, yani Meriç’in yazdıklarını ameliyat masasına yatırıp neşteri vurma cesareti gösterebilmiş ilk araştırmacıdır. Buna ilginç bir örnek verelim: Meriç, hayatını kategorize ederken, 1917–1925 arasını fikrî hayatının Koyu Müslümanlık Devri olarak göstermekte. Yani yedi yaşında koyu Müslüman bir fikir adamı: Cemil Meriç! Komik değil mi? İşte bu komediden şimdiye kadar Cündioğlu dışında bahseden yok. Herkes şeksiz şüphesiz kabul etmiş yedi yaşındaki koyu Müslüman Cemil Meriç’i!
Cemil Meriç tezatlar içinde yaşayan adam. Cündioğlu, Meriç’in hayatındaki bütün tezatları yazdıklarından ve söylediklerinden çıkarmış bir araştırmacı. Bu serâzâd fikir adamının tezadlar içinde hayat sürmesinin sebebi; acaba çok farklı cepheden birçok insanla görüşmesi ve söyleşiler yapması olabilir mi? diye kendi kendimize sormadan edemiyoruz bir Cemil Meriç okuyucusu olarak.
‘Bu Ülke’ Cemil Meriç’in çok geniş bir okur kitlesi ile kucaklaştığı kitaplarından biri. Lâkin bu kitap sansürsüz olarak yayınlanma şansını hiçbir zaman yakalayamadı. ‘Bir Mabed İşçisi’nin ikinci bölümünde hem Cemil Meriç’in Ziya Gökalp eleştirisi hem de ‘Bu Ülke’nin sansürlenen hikâyesini bulacaksınız.
Üçüncü bölümde; Cemil Meriç’ten Hilmi Ziya’ya yapılan intihal suçlamasının serüveni var. Meriç, Fransız Gaston Bouthoul’un İbn Haldun ile ilgili kitabını tercüme edip kendi kitabı gibi gösteren Hilmi Ziya Ülken’i nasıl da yerden yere vuruyor.
Meraklısı için bir bölüm:
“Bu orijinal tedkik eserinde Hilmi Ziya’ya ait kısımlar, cümle yanlışları, tahrifler ve tercüme garabetlerinden ibarettir. Bouthoul’un kitabı kısaltılmış, paçavraya çevrilmiştir.”
Cemil Meriç bu eleştirileri yaptığı zaman 28 yaşında genç bir mütercim ve mütefekkir, Hilmi Ziya ise, 43 yaşında Türk Tefekkür Tarihi” kürsüsünde profesör. Ne ilginç değil mi?
Aradan otuz yıl geçecek 1974 yılında Hilmi Ziya vefat edecek Meriç’in Hilmi Ziya hakkındaki düşüncelerinde en ufak bir esneme olmadığını hayretle göreceksiniz: “Hilmi Ziya Bey’in vefatına üzüldüm. Ama, onunla bir şeamet [uğursuzluk] dönemi sona eriyorsa ne mutlu memlekete!” Bu intihal suçlaması vesilesiyle Meriç’in İbn Haldun ile ilgili değerlendirmelerini, İbn Haldun üzerine yazılan eserleri ve İbn Haldun’un dünyadaki tesirlerini öğrenme fırsatı yakalıyoruz. Kitabın son bölümünde; Diyalektiğin Osmanlıcasını, yani Meriç’in Osmanlı hakkındaki düşüncelerini bulacaksınız. Cündioğlu, Meriç’in mütefekkir yönünü anlattığı bu kitapta mîzânı asla elinden bırakmadı. Kıyasıya eleştirdi, fakat terbiye sınırlarını zorlamadı. Cündioğlu’nun bu kitabı yazmaktaki amacı neydi? Elbetteki, tasavvurâtımızdaki Cemil Meriç’i yerli yerine oturtmaktı. Cündioğlu’nun samimiyetini aşağıdaki satırlar bize fazlasıyla gösteriyor:
“Kadr u kıymetini takdir ve teslim etmekten bir an bile gaflete düşmemek için, farkında olmadan bir haksızlık yapmamak için, aylar boyunca yazdığı hemen her satırı defalarca ve gece gündüz demeden okuduğu, zaman zaman öfkelendiği, zaman zaman hüzünlendiği, birçok geceler düşlerinde bile kendisiyle heyecanla ve muhabbetle münakaşa ettiği bu fikir işçisini, yeri gelince tenkid etmekten, günahlarına değil hatalarına işaret etmekten, ifrat ve tefritlerini zikredip tek tek hesaba çekmekten geri durmadıysa, bunu, kimseyi hakikatin üstünde görmediği için yaptı; anlayabildiği, bilebildiği, vâsıl olabildiği kadarıyla hakikati muhafaza ve müdafaa etmek için yaptı; başka bir şey için değil, sadece bu toprakların hakikati için yaptı.”
Bir Mabed Savaşçısı: Cemil Meriç
Cündioğlu, ‘Bir Mabed Savaşçısı’nı üçlemenin ikinci kitabı olarak planlamış olmasına rağmen, teknik aksaklıklar sebebiyle üçüncü kitap olarak çıktığını söylüyor. Bu kitap nihayetinde bir el-Vedâdır. Aynı zamanda ‘bir münekkidin nârâsı’dır. Cemil Meriç deyince aklımıza gelen ilk şey elbette ki tenkiddir. Esasında üçlemenin üç kitabında da üstadın münekkid yönü ön planda. Kanımca bu üç kitap tek başlık altında toplanmalıydı ve başlık da üstadın münekkid yönünü kapsayan bir başlık olmalıydı. Zira ‘Bir Mabed Bekçisi’ ile ‘Bir Mabed Savaşçısı’ birbirini tamamlayan kitaplar. ‘Bir Mabed İşçisi’ de onlardan farklı değil, çünkü o da Hilmi Ziya ve Ziya Gökalp’e dönük tenkidlerin bulunduğu bölümlerden oluşmakta. Netice itibarıyla denilebilir ki, Cündioğlu mezkûr kitaplarla Cemil Meriç’in fikrî hüviyetini ortaya çıkarmıştır. Şimdiye kadar yapılanların aksine bu kitaplar övgülerin dizi dizi dizildiği kitaplar değildir. Yıllardır Cemil Meriç’i elinden ve dilinden düşürmeyen bir Cemil Meriç okuyucusu olarak şunu katiyetle söyleyebilirim ki, üstadı okumayı düşünenler artık daha sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek için evvelen bu üçlemeyi okumalıdırlar.
[email protected]
|
ŞEFAATTİN DENİZ
14.06.2008
|
|
Elif misali
Güne başlıyorum elif misali... Güneşin ışıkları yansıyor penceremden odama... Tek bir ışık hüzmesi, elif gibi ayakta… Aydınlatıyor yine, sadakatini yitirmeden. Her günkü gibi selâmlıyor bizi, güne ilkin o başlıyor, günü başlatıyor İlâhî bir emirle.
Elif misali ilk önce, bir kitabın ilk sahifesi gibi güne açılıyor yapraklar. Hayata açılan zaman sahifelerini çeviren İlâhî fermana başlangıç yapan şemsin içinde, kendisindedir elif. Güneş ışıkları esma-i İlâhiyenin nakışlarına seyre sebep olmadan önce elifin sırrı “kün feyekün”de kendine libas bulmuştu. Elif misali tek ve bir başına ilk o aydınlatı-yordu çehreleri, benliğinde taşıdığı İlâhî ikramlara yansıtıyordu dokunduğu her çehreye. Günün başlangıcında nefer edasıyla seyri seferde vazifedar bir elif misali başlıyordu gün onunla…
Hayatı anlayıp, Allah’ın kâinatı halk etme sırrına uzanan ilim penceresini aralayan ilk harfte elifti. Herkes bir elifti. Kendi dünyasında tek ve biricik… Kâinatı okuyup keşfetmeye kendi dünyasından hayale, duygulara, diğer âlemlere açılan kapıda elifle aralanıyordu. Kendi benliğinde elif olup tek elifin sırrına varmanın, İlâhî terbiyeden nasiplenmenin başlangıcında da elif vardı.
Sesleri oluşturan ve onların mânâ âlemine taşıyan harfler misali, her varlık kendi lisanıyla, kendi sesiyle İlâhî tabloyu yorumlayıp anlamlandırmamıza yol açan birer harfti. Öyleyse yaratılan her bir varlığın içinde elifin sırrı okunuyordu. Her bir varlık tek bir elden ikmal olup, tek bir Hâlık’ın mülkü olup, kendi türünde tek ve özgün bir sesti. Kâinat kitabında bir harfti. Her bir varlık tek bir ses olsa da bütünsel coşku ve ahenk içinde ehemmiyeti elzem İlâhî san'atlardı.
Elif misali düştüm yollara. Hayatın seyrine dalan ömrüm, İlâhî tecellilere ayna oldu zaman zaman, çocuktum, büyüdüm, kemalini nasip eden Rabbimin izni ve şefkatiyle esirgenen bedenimle büyüyen ruhum İlâhî ezgilerin hasretine koşuyor şimdi. İlâhî ezgilerin yurduna duyulan özlemle coşuyor kalbim…
Lütfu ve kereminin bir vechesi olan hayat nimetini yaşama hürriyeti ile bu hürriyeti sebep kılıp İlâhî varlığa gerçek mânâda kul olabilmek, kulluğunu yaşayabilmenin adıdır elif. Elif misali doğar, ses verilir ruhumuza İlâhî bir fermanla. Elif misali, ruhumuz yalnız bırakıp çekilirken bedenden. Elif gibi yapayalnız terki diyar edeceğimiz bir âlemde O’nun rızasını tek vesile kılmanın, tek kalsa da bu yolda yürümenin adıdır elif…
Elifin sırrına varıp kulluğun tadını alabilmek ve O'nun rızası dairesinde yalnız kalsak da yılmadan dik durmak ve bu emanet yolculuğu lâyıkıyla yaşayıp tamamlayan elif kullardan olabilme ve öylece yaşayabilme duâ ve ümidiyle.. Elif gibi, elif misali bir yolcuyum ben de.. Yolum; kimbilir belki uzun belki kısa… Elif misali yürümek umuduyla varım, ben de bu yolculukta…O’na lâyık bir yolcu olma ümidi ve duâsıyla…
osman_aktan@mynet. com
|
OSMAN AKTAN
14.06.2008
|
|
Ölüm gelip, bir soluk ötene durduğunda!!
Ölüm kaçınılmaz bir gerçek ve doğruluğuna herkesin büyük bir sıdk ile inandığı bir kelime! Aynı zamanda duyulduğunda bir o kadar insanı hayrette bırakan, olduğu yerde donduran ve yüreği sonsuz bir acıya gark edebilen çok etkili bir kelime...
Etkileyiciliği bir “kelimeden” ibaret oluşundan değil elbette ki... Birebir hissederek yaşadığımız için, en derin duygulara bizi salıverecek neticeleri olduğu için bu kadar etkili...
Peygamber Efendimizin (asm) “Nimetleri acılaştıran ölümü çokça hatırlayınız” sözüne çok az kulak veriyoruz.... Üstad Bediüzzaman’ın deyimi ile ölümü komşuya yakıştırıyoruz, başka başka insanlara yakıştırıyoruz, ama kendimize bir türlü yakıştıramıyoruz... Sevdiklerimize yakıştıramıyoruz eşimize dostumuza yakıştıramıyoruz... Ölüm öyle bir şey ki bizden ve sevdiklerimizden gayrı herkese uğrayabilir de bize uğrayamaz sanki!...
Ölümü unutuşumuzda ahir zaman vasıtalarının rolünün büyük olduğunu düşünüyorum. Meşgaleler çok olunca dünyaya dalış çok olmakta, dünyaya dalan insan ise gaflete çabuk düşmekte... Gaflete düşen zaten ölümü de hatırlayamaz hale gelmekte, hesabı, sorguyu zaten çoktan unutmuş olmakta...
Bizi ölümü hatırlamaktan alıkoyan ne çok bağlılıklarımız var... Özellikle günümüzün en bağlayıcı kelimesi “başarı” var... Eşimiz, çocuğumuz ve çok sevgili işimiz başka bağlayanlarımız... Tv programlarımız, dizilerimiz, telefonlarımız ve nihayetinde internetimiz... Gazetemiz, gündelik olaylarımız, siyaset, magazin v. s...
Bir kitapta okuduğum önemli bir metod beni çok etkilemişti... Ve zaman zaman uygularım... Çokta etkili itiraf etmeliyim... Ne mi o metod? Bir an durmak! İlerleyişini bırakmak. Bir an durup etrafındaki insanların nesnelerin ya da olayların işleyişine bakmak!... Bir an duralım ve bir bakalım etrafımıza, nasıl bir telaşa şahit olacağız... Herkesin bin bir türlü işi var. Ve insanlar hep telaş içinde o işlerinin peşindeler... Kimisi arzusunun hevesinin... Kimi akıl erdiremeyeceğimiz nice haller içinde. İşleri her ne olursa olsun hep bir işleyiş içinde, harekete halindeler... Hareket halinde olmaları, telâş içinde olmaları kadar normal bir şey yok, doğru, fakat bu işleyiş hiç durmayacakmış gibi bir halde olunca asıl telâş verici durum burada ortaya çıkıyor... Sorun burada!... Bir gün o işleyiş duracak... Telâşlar yarım kalsa da bitecek... Peki bu telaşlar bize ne kazandıracak ne kaybettirecek? Her adımın, hatta her soluğun hesabının isteneceği bir diyara göçüp giderken, buradaki telâşlarımız bize bir şey kazandıracak mı? “Aman yahu nasıl olursa olsun” dediklerimiz... “Boşverr” deyip aldırmadıklarımız... “Daha gencim nasılsa daha yaparım Allah’ın günümü bitti” deyişlerimiz... Bize ne kazandıracak ne kaybettirecek! İçimizde bin bir soru ile bu diyardan göçüp gittiğimizde diğer dünyada bizi neyin karşılayabileceğini düşünüyor muyuz? Verdiğimiz tavizler... Bu da böyle olsun deyip sıkı sıkıya sarılamadığımız bizi biz yapan değerler... Boşvermişliklerimiz... Yalanlarımız... İhanetlerimiz... Aldatışlarımız, aldanışlarımız... Bizi nasıl karşılayacak orada?... Eğer bunlara kafa yoruyor, o “bir anlık duruşu”başarabiliyor, bir iç muhasebeye yönelebiliyorsak ne mutlu!... Bir de hiç duramamak var... Hep o akış içerisinde sürüklenip gitmek!... Sorgulamamak... Hayatta ne için var olduğumuzu, gönderilişimizin nedenini arayamamak öylesine gelip öylesine gitmek var!... Böylesi çok daha acı elbet!... Ölüm!... Ölüm bir duruş anıdır.... Tam da o bahsettiğim duruş anı... Bir başkası ölür gider belki ama, biz o duruş anını yaşarız... Hep içerilere, hep aşağılara, en derinlere atıp geldiğimiz duygular, düşünceler yapışıverir yakamıza... Bir muhasebeye koyuverir bizi... Peki bu böyle mi olmalı?? Bir ölüm görmeyi mi beklemeliyiz, bu muhasebeyi yapmak için? Hadi o gördüğümüz ölüm kendi ölümüz olursa ve iş işten çoktan geçmiş olursa ne yaparız?!... Ya duruş anımız kendi cenazemiz olursa?!
|
FİLİZ GENÇ
14.06.2008
|