Ortak doğruya doğru gidiliyor
KİLİSELERİN ETKİSİ KALMAMIŞ
Kiliselerin kişi ve toplum üzerinde bir etkisi yok denecek kadar az. Kiliseler adeta çağla baş edemediğini ilân etmiş bulunuyor. Bir kültürel çeşitlilik olarak varlığını sürdürüyor. Bunu ayin esnasındaki katılımlardan anlamak mümkün. Özellikle de gençlerin kiliseye olan ilgileri yok denecek kadar az. Köln’deki tarihî Dom Kilisesi’ni bir ayin sırasında geziyoruz. Bir tane genç yok. Yaşlı çok az insan ayine katılmış. Kocaman kilise tarihî bir müze konumunda duruyor.
Hayatın hiçbir aşamasına müdahil olmayan bir inanç, haliyle yok hükmündedir. Dolayısıyla da aklı başında olan insanlar sair dinleri ciddî ciddî incelemeye çoktan koyulmuşlar bile. Bunu Risâle-i Nur’un sunduğu müjdelerden de anlamak mümkündür: “…bu fırtınalı ve ilhadlı asırda, biri gizli Alman, üçü aşikâr devletlerin, beşerin bu asırda Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmesi ve bilfiil kabul etmesi büyük bir hadise-i Kur’âniyedir” şeklinde ortaya konan yorum, asrın Kur’ân asrı olacağının apaçık işaretleridir. Hayatın hemen her aşamasında ve her probleminde beşerin yanında olan ve ona uygun hayat tarzı sunan Kur’ân, bu asırda haliyle söz sahibi olacaktır.
BELEDİYELER ÇOK ETKİLİ
Eyalet sisteminin uygulandığı Almanya’da belediyeler çok etkili. Vatandaşın her türlü işinde yardımcılar. İşler belediye ile yürüyor. Evler daha çok belediyenin kontrolünde. İlginç uygulama, 18 yaşına giren bireye belediyeden mektup gidiyor. Vatandaşımız oldun ve şu sosyal imkânlara kavuştun diye. Bu sosyal imkânlar içerisinde; ev, maaş, zarurî giderleri karşılama var.
Belediye vatandaşa özellikle nehir kenarlarında yerleşim yerleri tahsis etmiş. İsteyen hobilerini buralarda yapabiliyor. Toprakla uğraşabiliyor. Ve küçük bir ev yapabiliyor. Ama belirlenmiş iç ve dış standartlar çerçevesinde. Bakımı yapılmadığı takdirde veya kurallara uyulmadığında belediye sözleşmeyi iptal ediyor.
HIRSIZLIĞIN ASGARİYE İNDİRİLDİĞİ BİR
ŞEHİR HAYATI
Sosyal devlet rolü gereği insanların ihtiyaçlarına cevap veren, onların yanında yer alan, onları gözeten bir yapı pek çok sorunların doğmadan giderilmesine zemin hazırlamaktadır. Adem-i merkeziyeti esas almış olan ve eyalet sistemiyle yönetilen Almanya’da her sorun kendi mahallinde çözüme kavuşturulmaktadır. Devlet böylelikle hantal yapıdan kurtulmuş olmakta ve sorunlara karşı çözüme daha rahat ulaşmaktadır. İnsanların işsizlik durumunda bile, temel kriterlerde gözetildiği belli bir maaşının ve sosyal haklarının bulunduğu Almanya’da, işsizlik maaşı alan kişiler tamamen de kendi hallerine terk edilmiş değiller. Zaman zaman yapabilecekleri işlerde işe çağrılmaktalar ve böylelikle ne işten tamamen koparılmaktalar ve ne de yoğun işler içerisinde çalıştırılmaktalar. Hatta bu davetlere iştirak etmeyenlerin yaz tatil hakları geri alınıyormuş. Özellikle sağlık sorunları bulunan işçilerde bile, o kişinin yapabileceği işlere davet ediliyor ve işe göre de ücretlendirmeler yapılıyor. Yani tembelliğe de alıştırılmıyor, ağır iş de verilmiyor. Kişiler rölantide tutulmuş oluyor. İnsanlar başkalarına muhtaç olmayacak veya başkalarının haklarına göz dikmeyecek kadar gözetilince haliyle hak gasplarına da rastlanmamaktadır. Hırsızlık vakıalarına pek rastlanmadığı, ancak zaman zaman başka ülkelerden gelen -Polonyalılar gibi- insanların verdiği rahatsızlığı ifade edilmektedir. İnsanlar istedikleri ve durumları da müsaade ettiği ölçüde ikinci iş de yapabiliyorlar. Yani daha çok kazanmak isteyenin daha çok çalışması gerekiyor. Onun için de insanların pek çoğu hayatın koşuşturmacası içerisinde ömrünü tüketip gidiyor. Çünkü gayr-i zaruri ihtiyaçlar zarurî konumda değerlendirildiğinde ve bu da giderilmeye çalışıldığında ortaya kapatılması mümkün olmayan bir açık çıkıyor. İnsan da bu yükün altında eziliyor.
SEFİHLERİN BİLE HAKKI HAYATI GÖZETİLMİŞ
Frankfurt’ta gördüğümüz kareler daha da dikkat çekici idi. Bir gurup insan birbirlerine iğne yapıyordu. Aralarında bir şeylerin alış verişlerini yapıyorlardı. Bunlar kimlerdir dediğimizde, onların eroinmanlar olduğu ifade edildi. Sokak ortasındaki bu insanlık dramını yanı başında bulunan polisler izlemekteydi.
İnsanlık dramı dediğimiz ise, gencecik insanlar nefislerinin, heveslerinin eserleri olmuşlardı. Yirmili yaşlarda ama ayakta duracak gücü kalmamış insanlar, hakikaten acınacak bir vaziyete düşmüşlerdi. Bu drama düşmüş insanlar istedikleri takdirde kendilerinin tedavileri yapılıyor. Yoksa devlet onların nasıl yaşamaları gerektiği konusunda bir adım atmıyor. İnsanlar kendi vahim sonlarını hazırlama konusunda serbest bırakılmış. Burada tabiî ki insan Risâle satırlarını daha bir net hatırlıyor. Yani insan hakikî bir insan olmazsa, nasıl duygularına mağlûp düşüyor, nasıl insanlıktan uzaklaşıyor ve esarete yuvarlanıyor daha iyi anlaşılıyor. Hatta böyle bir vaziyette insanın kendine nasıl sözü geçmeyen, duygularına sözü geçmeyen birer hayvan derekesine yuvarlandığı apaçık görülüyor.
“Polisler niçin müdahale etmiyor” diye sorduğumuzda, aldığımız cevap dikkat çekici idi. Polisler birbirlerinin iğnelerini kullandıklarında müdahale eder ki, hastalanıp da devlete daha fazla masraf oluşturmasın. Böylelikle hırsızlığın yok denecek kadar az olduğu bir şehir hayatı elde edilmiş oluyordu anlatılanlara göre. Ayrıca bu koca şehirde 30 yıldır bir gün elektrik kesintisi olmadığı ifade edildi. Bu ayrıntılar da iş hayatının ne denli düzenli işlediğinin birer göstergesi olsa gerek.
DÜNYAYI İMAR ETMİŞLER AMA...
Almanlar, Avrupa’nın bir vitrini olarak oturmuş kuralları çalışma hayatıyla dikkat çeken bir ülke. Bu yapıları itibariyle diğer Avrupa ülkelerinden pek çok konuda önde gözüküyor. Ancak son yıllarda ciddî ekonomik krizler yaşandığı ifade ediliyor. Artık fabrikalar her geçen gün işçi çıkarıyor ve onların yerine de makineleşme çerçevesinde makineler yerleştiriyor.
Nitekim gezdiğimiz pek çok yerde -hayvanat bahçesi gibi- biletleri makineler idare ediyor. Mümkün mertebe insan unsuru azaltılmış. Daha önce 40 bin, 50 bin işçinin çalıştığı Opel fabrikalarında son yıllarda on binlere kadar bu sayı düşürülmüş.
Özellikle Almanların iş konusunda, insan unsuru açısından oldukça nitelikli insanlar olduğu ifade edildi. Sürekli kendilerini geliştiren, yenileyen bir yapıda oldukları ifade edildi. Bu da onların sürekli okumalarına bağlandı.
İSLÂMI YAŞIYORLAR
İslâm Almanya’ya yerleşmiş ama adı İslâm değil; imansız amel olduğu için sadece dünyaya hizmet ediyor. Bütün bu davranışlarda inançtan kaynaklanan bir ruh olmadığı için, kazanımlar ve olumlu etkenler insanlardaki manevî boşluğu gidermiyor.
Meselâ sokaklar tertemiz. En basitinden alış veriş merkezlerinde poşet bile ücretli. Her maddenin tekrar kullanımına ayarlanmış şartlar. Kullanılan şişeleri toplayıp getirene göz ardı edilemeyecek ücretler veriliyor.
ORTAK DOĞRUYA DOĞRU GİDİLİYOR
“Duygu Almanların hayatının neresinde?” diye sorduğumuz soruya arkadaşlarımız, Almanlar için “O kaç para eder?” diye cevap verdiler. Yani genel itibariyle Almanların her şeye, kaç para eder gözüyle baktıklarını söylediler. Hatta okudukları kitaplar dahi onların iş hayatına, davranış dünyasına nitelik kazandırıyor ki bu da yine maddî bir dönüşümü beraberinde getiriyor diye okuyor deniliyor.
Tabiî her şeyi maddî yönüyle değerlendirmek hayatı olumsuzlaştırıyor. Onun için de pek de dillendirilmese de, Almanya’da intihar vakıalarının oldukça yaygın olduğu konuşuluyor. Aslında fıtrat konuşuyor. İnsanoğlu sadece maddî yönüyle ne kendisine ve ne de başkasına fayda taşıyamıyor. Hatta maddî kazanımlar çoğu kez yük haline geliyor.
Türkiye toplumuyla mukayese edildiğinde, Almanlarda maddenin öncelendiğini hemen söyleyebiliriz. Türkiye toplumunda da henüz ölmemiş olan ve sürekli dinamiği artan bir maneviyat kendisini gösteriyor. Bu da doğrusu Almanlara çok orijinal geliyor. Yani meselâ bir arkadaşımızın ifadesine göre, karşılıksız yaptığı bir yardımlaşma davranışı iş arkadaşı Almanı çok şaşırtmış ve “sen bu davranışı neden yaptın” diye defaatle sormuş. O da “dinim, inancım bu davranışı emrediyor” dediğinde, bir daha şaşırmış ve inancın insan hayatındaki etkisini orada tesbit etmiş ve hayran kalmış. Hatta ondan sonra o kişinin arkadaşımıza karşı tavrı değişmiş.
HAKİKATE AÇIK BİR TOPLUM
Oluşan kanaat şu ki, Almanlar hakikate açık. Eğer biz zamanında doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu davranışlarımızla izhar edebilseydik, bu gün Almanların büyük çoğunluğu İslâm hakikatlerini yaşıyor olacaklardı. Biraz da bu konuda Müslümanların İslâma gölge olunduğundan bahsediliyor.
Buna rağmen oldukça ciddî bir kesimin İslâmiyeti araştırdığı ve pek çoğunun da kabul ettiği ifade ediliyor. Zaten genel yaşantı olarak İslâmiyete zıt bir durum göstermiyorlar. Temizlik, iş disiplini, karşılıklı hak ve hukuk ölçüleri, komşuluk ilişkileri, adalet anlayışları, rahatsız edilmemek ve kişinin kendisine, çevresine bakım konusunda İslâmiyet hükümleriyle birebir örtüşüyorlar. Ancak tesettüre ait, ahlâka ait ve sünnet-i seniyyeye ait bazı meselelerde İslâmın dikkate alacakları hükümleri bulunuyor. Yoksa genel olarak şu an Almanlar ciddî şekilde İslâmın hakikatlerini yaşıyorlar denebilir.
Yani denilebilir ki, şu an Almanlar Müslüman olsalar değişecek çok az şeyleri olacak. O zaman biz Müslümanların İslâmiyete lâyık doğruluğu yaşama ve taşıma konusunda ciddî sorumluluğu bulunuyor. Gayr-i Müslimler İslâma karşı değiller, bizim İslâmı takdim biçimimize veya yanlış takdimimize karşılar.
Bizim dinimizden gelen mehasinimiz bizde alıcı bulmadığı için bize küsmüş, o güzellikler, Avrupa pazarında alıcı bulmuş; onların kendi ülkelerinde alıcı bulmayan, terk edilen çirkinlikleri ise, maalesef bizim pazarımızda alıcı bulmuş. Şimdi yaşanan manzara bu.
Ama onların on yıllarca uğraşarak aldıkları mesafeleri biz inşallah çok kısa sürede alacağız. Belirtildiği şekliyle balona binerek meşrutiyetin önündeki engelleri, çok kısa bir sürede alacağız. Tabiî beşer aklını başına almayıp erken kıyameti başına koparmazsa.
Netice itibariyle diyebiliriz ki, şu istikbal inkılâbatı içinde en yüksek gür seda İslâmın sedası olacaktır. Tabiî bizim istifademiz ne kadar olacaktır herhalde onu da düşünmemiz gerekecektir.
İslâmiyeti millet olarak kendimize küstürürsek, o gider başka bir millet aracılığıyla varlığını sürdürür, ama bizim millete yazık olur. Onun için devlet yönetimindeki insanların bir nebze olsun insafları varsa, İslâmı küstürmeme konusunda ferasetli olurlar. Yoksa kaybeden din olmaz, kaybeden insanlar olur. Zaten İslâmiyet hakkıyla yaşansa, içinde insaniyet de var. İslâma lâyık bir hayat yaşayabilmek temennisiyle.
Dizi yazımızı bir “haber”le noktalayalım:
ALMAN POLİSİNDEN OLDUKÇA İBRETLİK BİR HAKİKAT DERSİ
Almanya’dan yurda döndüğümüzün hemen akabinde dostlarla telefon trafiğimiz sürüyordu. Özelikle vakıf başkanı Adnan Beyin, ülkeye döndüğümüz saatlerdeki telefonda söyledikleri hassasiyetlerini gösteriyordu: ‘Siz, evinize ulaşana kadar benim emanetimde idiniz. Evinize ulaşmış olduğunuzu duymak istiyorum. Ancak o zaman rahat edebilirim.” Ülkemize döndükten sonraki diğer bir haber de Ayasofya Camii ile ilgiliydi. Ayasofya Camii kira olarak tutulmuş. Ev sahibi de Müslüman ve caminin üst katında oturuyor. Caminin boşaltılması için, henüz kontrat dolmadığı halde baskı yapıyor. Maksadı camiyi boşaltıp, ikiye bölerek kiraya vermek. Böylece konu tartışma sonrası Alman polisine yansıyor. Dâvâlı olan iki Müslümana Alman polisinin söyledikleri dikkat çekici. Polis henüz kontratın bitmediğini, böylece buraya müdahale edemeyeceğini belirtir. Ev sahibi ayrı bir mazeretle, burasının bir ibadethane olduğunu ve çevreyi gürültü yaparak rahatsız ettiklerini belirtir. Alman polisi ise, “burası için ibadethane olarak izin alınmışsa, ibadetin gereği olan her şey yapılabilir. Buna da karışamazsınız” der. Siz üst katta rahatsız oluyorsanız, çözüm şudur der; “Biz kilise çanından rahatsız olan vatandaşlarımıza, kiliseyi başka bir yere taşıyamayacağımızı, ama kendilerinin başka bir yerleşim yerine taşınabileceklerini öneriyoruz. Böylece siz de aynı kurala tabisiniz “der. Böylece iki Müslümana Alman polisi adaletli bir ders verir.
SON
|