Sydney’de Gelibolu Camii
Sydney hakkında önceden yaptığım araştırmalarla bir miktar bilgim vardı. Zaten bir günlük ziyarette ancak bazı önemli yerleri gezebilirdim. Bir seyahate çıkmadan önce gidilecek yer hakkında ön araştırma yapıp bilgi sahibi olmak kısa süre kalabildiğiniz yerleri ziyarette yardımcı olabilir. Rehber refakatinde yapılan gezilerde önemli yerleri kaçırma riski daha azdır. Sonuçta rehberler gezilen yerleri iyi bilen eğitimli insanlar oluyorlar.
Yine de seyahatte bir kural var; bir şehri en iyi gezmenin yolu o şehrin ara sokaklarında kaybolmaktır. Tabiî o şehir güvenli bir şehir olursa…
Uçaktan inince hemen metroya binerek şehrin merkezine (harbour) geçtim. Sydney’de güzel bir raylı taşımacılık var, her yere kısa sürede ulaşabiliyorsunuz. Önce meşhur Opera Binasını ve etrafını gezdim. Harbor Bridge Köprüsünü seyre daldım. Köprüde yürüyecek vaktim yoktu ne yazık ki. Opera Binasının yanında Avustralya yerlileri olan bir grup Aborjin’in yaptıkları yerel müziği dinleme fırsatım oldu.
Sydney’de çok sayıda körfez var. Vapur iskelesinde haritalara bakarak en uzak yere giden vapura bindim, bu Mainly denen yere gidiyordu. Vapurda hem gidişte, hem dönüşte bol bol Sydney fotoğrafı çektim, Mainly’de kısa bir gezintiden sonra tekrar merkeze döndüm. Yürüyerek Victoria Park’ı gezdim. Eski Meclis binası bu parkın içinde bulunuyor. Parktan çıktıktan sonra gözüme Sydney Hospital ilişti. Bizim hastanelerden alıştığımız kuyruklar, telâş, kargaşadan eser yoktu. Avustralya’da aile hekimliği sistemi var, hastalar önce aile hekimlerine gitmek zorunda. Uzman hekime gitmeye gerek varsa, aile hekiminden sevk almak zorunlu. Acil haller tabiî ki müstesna. Direkt hastanenin âciline başvurulabiliyor. Şayan-ı dikkattir ki, Avustralya’da konuştuğum bazı insanlar uzman doktora ulaşmakta sıkıntı çektiklerini söylüyorlardı. Ben de önemli bir sağlık problemleri olmadığı halde, ellerinde karneleri günde iki-üç doktorun kapısını aşındıran hastalarımızın kulaklarını çınlattım.
Bilâhare Sydney’in yüksek binalarının arasında yürümeye başladım. Sıcaktan ve yürümekten artık bitkin düşmüştüm. Bir Türk dönerciye rastlayınca kendimi içeri attım. Çalışanlar Türkiye’den geldiğimi öğrenince ne kadar mutlu oldular anlatamam. Bir öğrenci kızımız, Ordu’dan Avustralya’ya üniversite okumaya gelmişti, garsonluk yaparak harçlığını çıkarıyordu. Avustralya’da üniversiteler yabancılar için paralı ve pahalı. Yıllık 15 bin Avustralya doları civarında olduğunu duydum. Yemeğimi yiyip kasaya gittiğimde hesabın ödendiğini söylediler, orada tanıştığımız bir işadamı hesabı ödeyivermişti.
Dönerciden çıkıp Sydney’in harbor’unu (liman) gezmeye başladım. Yüksek binalar, iş merkezleri, deniz kenarında yatlar ve gemiler, ayrıca insan kalabalıkları dikkat çekiyordu. Bir büfeden su almak için girdiğimde, çalışanların birkaç Arap kardeşimiz olduğunu gördüm.
Harbor’da yürürken hayvanat bahçesi, akvaryum karışımı bir binaya rastgeldim. İçerde Avustralya’nın deniz ve kara canlılarının sergilendiğini öğrenince hemen bilet alarak içeri girdim. En üst katta da kanguru ve koala sergileniyordu. Avustralya’nın sembolü bu iki hayvanı da bu vesileyle görmüş oldum.
Artık vakit öğleyi epeyce geçmişti. Namaz kılmam gerekiyordu, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Auburne semtine trenle yarım saatte gidildiğini öğrenince, hemen trene atladım, yarım saat sonra oradaydım. Her tarafta Türkiye’yi hatırlatan tabelâlar dikkati çekiyordu; bakkal, manav, kasap, poliklinik, kahvehane gibi. Biraz ileride de kubbeli minareli bir cam göze çarpıyordu, bu Gelibolu Camii olmalıydı. Öğle namazının vaktini geçirmeden eda etmek için oraya yönelmiştim ki, bir Türkle karşılaştım, camiye kadar bana eşlik etti. Aslında “görünen köy kılavuz istemez” diye düşündüysem de, arkadaş beni caminin kapısına kadar götürdü. Öğle namazını Gelibolu Camiinde kıldım, Diyanet İşleri şirin bir cami yapmış, tamamen Osmanlı mimarî tarzında bir cami. Malzemelerin çoğu Türkiye’den getirilmiş, içini de Türkiye’den hattatlar getirerek süslemişler.
Cami cemaatinden edindiğim intiba, gelen din görevlilerinin dil problemleri olduğu şeklindeydi. Bu da iman/İslâm hakikatlerinin muhtaç insanlara anlatılmasında sıkıntıya sebep oluyordu. Bu da benim aklıma Japonya’dan Osmanlı’ya gelen heyetin İslâmı öğrenmek için din adamları istemeleri üzerine Abdülhamid Han’ın “Benim kendi ülkemde tebliğ yapacak din adamım yok ki Japonya’ya göndereyim” demesini hatırlattı.
Yabancı ülkelere gönderdiğimiz din adamlarının İslâmiyet kadar o ülkenin din, kültür ve dilini iyi bilmesi tebliğde başarı için kaçınılmazdır diye düşünüyorum. Diyanet İşlerinin ve İlahiyat Fakültelerimizin bu konuyu göz önüne almaları gerekir. Namazdan sonra Auburne’da keşif gezisine devam ettim, Türk derneğine uğradım, Avustralya’da birkaç Türkçe gazetenin yayınlandığını öğrendim. Dernek başkanı Ağrılı idi ve bu sene hacca gitmişti, ilk fırsatta yine gitmek istediğini söylüyordu. Gezmekten bitkin düşünce bir kahvehaneye girdim, bir yandan çayımı yudumlarken bir yandan da NTV sabah haberlerini izledim.
İkindi vakti gelmişti. Suriye’den göçmüş bir Arap kardeşle Gelibolu Camiine giderek ikindi namazını cemaatle kıldık.
Artık yavaş yavaş akşam yaklaşıyordu. Trene atlayıp tekrar Sydney’in merkezine döndüm. Uçuş saatine kadar alış veriş merkezlerine bir göz atayım dedim. Avustralya bize göre daha pahalı bir ülke. Birşeyler atıştırmak için bir alış veriş merkezinin zeminindeki restaurant kısmına uğradım. Kahramanmaraşlı bir Türk işletiyordu. Lâkabı Noterci Halil’miş. Maraş’ta iken noter yanında çalıştığı için bu lâkapla anılır olmuş. Dr. Mehmet Yüzbaşı ve Dr. Zeki Kısakürek’i tanıyordu. O kadar çok sevindi ki, beni yere göğe sığdıramadı. Para almadığı gibi; metro istasyonuna kadar bana refakat etti.
Akşam saatlerindeki şiddetli yağmur ve fırtına uçak seferlerini alt üst etmiş. Benim uçağımı da değiştirmişler. Neyse ki yeni uçağımla kazasız-belâsız Melbourne’a vasıl olup otelime döndüm.
Crowne Plaza Otelinde kalıyordum. Kongre Merkezi otelin hemen bitişiğinde idi. Toplantılara katılmak kolay oluyordu. ”Kalp Yetersizliği” konulu kongreden benim çıkardığım ana mesaj: Kalp yetersizliği çok ciddî bir sağlık problemidir. Kalp yetersizliğinden beş yıl içindeki ölüm oranları kanserden bile çok daha fazladır. Doktorlar bütün hastalıklarda olduğu gibi kalp yetersizliği ile mücadelede de oldukça gayretliler. Bütün gaye hastaları rahat ettirmek. Bu fani dünyada biraz daha fazla kalmalarını sağlamak. Yoksa ölüm mukadder bir akibet. Kurtuluşu yok. Bu yüzden kabrin arkası için de hazırlanmak lâzım.
Sayılı günler çabucak bitiverdi. Değerli köylülerim beni havaalanına getirdiler. Mescidde akşam namazını kıldım. Arkadaşların yanlarına döndüğümde yatsıyı da kılmamı (vakti girmediği halde) önerdiler. Olur mu, olmaz mı derken gittim kıldım. Bir nev'î hacdaki cem-i takdim, cem-i tehir meselesi gibi. Benim gördüğüm kadarıyla Şafiiler bu yolu sıklıkla kullanıyorlar. Bizim gibi Hanefilere ne kadarına cevaz var, tam bilemiyorum. Süleyman Kösmene Hocama duyurulur.
Havaalanında çıkış işlemlerini yaptırırken polis bir form doldurmam gerektiğini söyledi. Benim olayı tam anlamadığımı görünce pasaportumu alıp formu bir güzel doldurdu. Ben de rahatsız ettiğim için özür dilerim anlamında şeyler söyledim. Polis gülerek “Önemli değil, bu bizim vazifemiz” dedi.
Burada İngilizce bilmenin önemine değinmeden geçemeyeceğim. Dünyanın neresine giderseniz gidin, birazcık İngilizce bilmek şart. Nerede olursanız olun, az çok İngilizce bilen biri bulunuyor. Bildiğiniz az buçuk İngilizce ile kaybolmadan seyahat edebilirsiniz. Okullarımızda haftada 3-4 saat İngilizce dersi verip, hiçbir şey öğretemeyen sisteme ithaf olunur.
Tıbbî kongreler gerek yurt içinde ve gerek yurt dışında çok yaygın. Hem doktorlar arasında bilgi alış verişini sağlıyor, hem de yeni gelişmeleri takipte faydalı oluyor. Aynı zamanda kongreler bir turizm faaliyeti de… Kongrenin yapıldığı ülke ve şehre birçok katkıları var. Bu nedenle kongreler hep değişik şehirlerde düzenleniyor. On beş-yirmi bin kişinin katıldığı bir kongreyi organize etmek kolay değil. Başta o kadar otel yatağı temini lâzım, bu sebeple de yüksek katılımlı kongreler Viyana, Berlin, Paris, Madrid gibi bu imkânları sağlayabilen şehirlerde yapılıyor. Son yıllarda İstanbul’umuzun da kongre turizmi yönünden atağa geçtiğini gözlüyoruz. Yavaş yavaş birçok büyük toplantıya ev sahipliği yapmaya başladı. İnşallah daha iyiye gider.
Yurtiçi kongrelerin gözde mekânı ise Antalya. Van’da, Urfa’da, Trabzon’da böyle büyük organizasyonları konaklama sıkıntısı nedeniyle yapmak zor. Ancak ufak çaplı organizasyonlar Anadolu’ya açılabiliyor.
Dönüş yolunda on üç buçuk saat kesintisiz uçarak, Melbourne’dan Dubai’ye sabah namazı vaktinde geldik. Dubai-İstanbul uçağına ise yaklaşık 9 saat vardı. Bu süreyi havaalanında geçirmek zorundaydım. Emirates Havayollarının bekleme süresi 8 saati geçince otel hizmeti varmış, ama bilet alırken otel rezervasyonunu yaptırmak gerekiyormuş. Benim haberim olmadığından havaalanından kalmak zorunda idim. Daha önce Kâzım Güleçyüz Ağabeyin anılarından okuduğum kadarıyla otele gitme-gelme sırasında vaktin çoğu yollarda geçtiğinden çok da dert etmedim. Kur’ân Cevşen okuyarak, namaz kılarak, mağazaları gezerek, bu uzun süreyi değerlendirdim. İstanbul’a döndüğümde, hayatımın en uzun yolculuğunu yapmak nasip olmuştu. Rabbime şükrettim, yolculuğun zahmeti bitmiş, lezzeti kalmıştı.
Havayolu ulaşımı sayesinde İbn Batuta, Evliya Çelebi gibi seyyahların birkaç yılda yapabildikleri ya da hiç yapamadıkları seyahatleri günümüzde birkaç gün içinde yapabiliyoruz. Hâzâ min fadli Rabbî.
—Son—
|