|
|
Selim GÜNDÜZALP |
RABBİM, HER İŞİNE HAYRETTEYİM |
|
“Leziz taamları, güzel meyveleri, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı ve o Rahman-ı Rahim’in in’âmı cihetinde sevmek, Rahman ve Mün’im isimlerini sevmektir, hem mânevî bir şükürdür.”
Sözler, Bediüzzaman
Yemyeşil bahçemizdeki, üç dut ağacından en beyazının ve en ballısının altındayım. Var oluşun odak noktasındayım.
Bir merak sardı bugün. Dut ağacının macerasını bir de kendinden duymalıyım dedim. Göz olup görmek, kulak olup dinlemek sevdasındayım. Sakın ola, susuyor sanmayın ağaçları. Bunu aklınızın ucundan bile geçirmeyin sakın. Yaprağıyla, çiçeğiyle, meyvesiyle coşup, konuşuyor ağaçlar. Dallarında şakıyan kuşlarla konuşuyorlar. Hem de ne konuşmak…
Hayretteyim yine Rabbim. Bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş; Senin her işine, her dem hayretteyim.
Bizim dut da bir zamanlar küçücük bir tohumdu. Ağaç olmak istedi Rabbinden, “Senin güzel isimlerinin nakışlarını kendimce, kendi kabiliyetimce göstereyim izin ver” dedi. Ve duâsı kabul olundu. Bu kadarla kalmadı, tohum ağaç oldu, ama ağacın duâsı hiç bitmedi. Bu defa da her bahar, yeşeren ellerini göklere doğru açıp, günler ve geceler boyu hiç aralıksız Rabbini zikretti durdu. Ona devamlı duâlar sundu. Sonunda duâları kabul olundu. Kıyamdan rükûa durdu. “Ağaç, meyvesi olunca başını aşağı salar,” derler, aynen böyle oldu. Ve meyveler olgunlaşmaya, o tatlı, bal gibi dutlar belirmeye başladı. Hem de yüzlercesi, yüz binlercesi birden görünüverdi dallarda.
Gün be gün belirlenen hedefe doğru yürüdüler. Olması gereken büyüklüğe gelince de kokular süründüler, kendilerine has renklere büründüler. Dikkatimizi çekmek, iştahımızı açmak için, dallarının elleriyle uzattılar bize kendilerini; “haydi geliniz, Bismillah deyip yeyiniz” dediler. Bazı gözler görmese, bazı kulaklar duymasa da; kalp gözü ve kalp kulağı açık olanlar bu sesi, bu dâveti duydular. Belki ben de bunun için buradayım, bu ağacın altındayım.
Hayretteyim yine Rabbim! Senin her işine, her dem hayretteyim.
Bahçemizin uzak köşesindeki diğer ağaçta, tek bir dut bile göremedim. Bu ağacın dalları ise, meyvelerinin ağırlığından yerlere sarkmış, âdeta rükûa varmış. Ne güzel söyler rahmetli Arif Nihat Asya, “Bir ağaç ki; / eğile eğile ibadet olmuş. / Bir ağaç ki, / ‘ağaç’ deyip geçmek âdet olmuş.”
Belli ki maharet dallarda, ağaçlarda değil; hepsi birer tablacı. Sen vermezsen, rahmet hazinenden çıkarıp göndermezsen, onlar bize tek bir meyve dahi yüklenip getiremezler. Belli ki her bir ağacın servis penceresi gibi, Senin gönderdiğin nimetlerin takdimini, sunumunu yapmaktan başka bir görevi yok. Yapan, yaptıran Sensin. Ağacın, dalın, çiçeğin, meyvenin, hâsılı her bir sebebin, her bir perdenin arkasında iş gören Sensin. Senin bin bir güzel ismin. Senin emrin, Senin iznin olmadan hiçbir yaprak düşmez, hiçbir ağaç, hiçbir meyveyi veremez.
Yâ Allah, yâ Rahman, yâ Vedûd, yâ Fettâh; bize burada tattırdığın bu leziz nimetlerinin asıllarını membalarını göster, bizi huzuruna ve ebedî ziyafetgâhın olan Cennetine al. Orada yedir, orada da nimetlendir. Biz rızık isteyen âciz kullarınız. Sen ise duâlarımıza en güzel şekilde cevap veren, Rahman ve Rahîm olan Rabbimizsin.
...
Mesnevî’de Habbe’nin başındaki Arapça ibarede belirtildiği gibi; “Ben tevhid meyveleriyle yüklü bir ağacın dalıyım. Tevhid incileriyle dolu bir denizin damlasıyım.” Bir damlacığım amma ummanlara gebeyim. Rahmet sofrandan her zaman lezzet ve âfiyetle yeyip içmekteyim. Sonsuz hamd ve şükürle... Şükürde bir zahmet yok ki... Bilâkis, gönderdiğin nimetlerin lezzeti, hamdle ve şükürle artıyor. Çünkü o şükürle, nimette in’âmı görüyorum. Yani beni nimetlendirenin Sen olduğunu ve o nimetlerin Sen’den geldiğini biliyorum. Ve bütün kâinata ilân ediyorum. Geçip giden hiçbir nimetin ardından elem çekmiyorum. Çünkü Seni Mün’im-i Hakikî bildiğimden hiçbir zaman, hiçbir nimetin yerini boş bırakmıyorsun, daima misliyle doldurup, yeniliyor ve tazeliyorsun.
Kendinden habersiz, içinde ne olup bittiğini bilmeyen kara toprağın bağrından, bu güleç yüzlü rengârenk meyveleri, ağacın yani tatsız tuzsuz bir odunun eliyle bizlere gönderen Sensin.
Güneşten ışık gelmez, Senin emrinle gönderilir. Gökten yağmur inmez, ancak Senin emrinle indirilir. Toprağa emir gelir, “besle” diye; ve toprak, Senin emrinle çekirdeği besler. Bir küçücük çekirdek yüzlerce kiloluk bir ağaç olur; göklere uzanır devrilmez. Köklere emir gelir, “toprağa yapışın” diye ve ağaçlar ayakta kalır; yine Senin emrinle…
Güzel Allahım, güzel Rabbim, Senin emrinle toprak binlerce çiçeği, binlerce yaprağı besler büyütür. Sessiz, gürültüsüz bir fabrika gibi yıllarca çalışır durur. Fakat o topraktan neredeyse hiçbir şey eksilmez. Neden bu böyledir? Bir akıl ve bir iman sahibi çıkıp sormayacak mı? “Kim bu işleri yapan harika san'atkâr” diye bu en hayatî soruyu sormayacak mı? Ve bunu öğrenmeyecek mi? Cevabı açıktır; hepsinin rızkı, onları besleyip büyüten Rabbimizin hiç tükenmeyen rahmet hazinelerinden gelir, yani gönderilir.
Kara toprağın bağrından, tertemiz rızıkları çıkarıp, onları en güzel tat ve kokularla donatan Allahım; en lâtif ambalajlar içinde takdim eden Yüce Rabbim, Senin her işine ve her şeyine, her dem hayretteyim… Varsın Allah’ım varsın ve birsin. Hem birsin, hem teksin, hem en büyük Sen’sin. Allahu ekber’sin. Şinasî’nin o pek nefis tekrarlı ve ikrarlı ifadesiyle, “Ey varlığı, varı var eden Var / Yok yok Sana yok demek ne düşvar.” Yani, “Ey varlığıyla var olan her şeyin var oluş sebebi olan Var; / Yok, yok Sana yok demek hele ne zor şey!..”
Bir meyve deyip geçtiysem, gafletle ya da küçümseyici bir bakışla bu işleri görmezden geldiysem, sonsuz rahmetinle ne olur affet. Bir tek meyve için dahi olsa, Senin dünyalar dolusu şükürlere lâyık olduğunu görüyor ve biliyorum. Bu şükür duâsını, sonsuza kadar hiç bıkmadan ve yorulmadan söylemek istiyorum. Niyetimizi kabul eyle… Ağaçların ve meyvelerin, tohumların ve çekirdeklerin niyetlerini kabul eylediğin gibi, bizim de duâ ve niyetlerimizi kabul eyle.
…
Her gün son gün gibi geliyor; her akşam son akşam gibi. Her namaz vakti, son namaz vakti gibi; bir telâş, bir heyecan içindeyim. Yapılacak bunca iş, telâfi edilecek bunca zarar ve ziyan varken, sermayem gün be gün erirken, ya kalbim birden duruverirse? Ya aldığım şu birbirinden mukaddes olan nefesler biterse, diye derin düşüncelerdeyim…
Geçen gün, bir dostun cenaze namazında helâllik verilirken hoca efendinin veciz konuşması içimde yer etti: “Bu kardeşimize şahitlikte bulunup, helâllik vermekle görevimizi yapıyoruz, bu gayet güzel; ancak biz de yaşayanlar olarak, yeryüzünde Allah’ın (cc) ve hakkın şahitleri değil miyiz? Bizim de üzerimizde birçok kul hakkı yok mu? Vakit ve fırsat varken, üzerimizdeki haklar ve hukuklar için, onların sahipleriyle şimdiden helâlleşmemiz gerekmiyor mu? İlle de vefat edip, musalla taşına getirilip, helâlliği burada mı almamız gerekiyor? Bunu yaşarken yapmalıyız, mahşere kalırsa işimiz çok zor,” demişti.
Merhum Ali Ulvi Kurucu Bey hatıralarında, rahmetli Bekir Berk Ağabeyin, vefatından önce, iki üç yıl boyunca, uzak yakın demeden bütün tanıdıklarına ulaşmaya çalışıp, herkesten tek tek helâllik almak için sergilediği ince ve hassas davranıştan sitayişle bahseder.
Rabbim, bizi kul hakkıyla huzuruna alma, kimin üzerimizde az ya da çok hakkı var ise, hak ve hukuklarını helâl etmeleri için vekilimiz Sensin. Hasbünallahi ve ni’me’l-vekîl. Sen ki, ne güzel vekîlsin. Rahmetin öylesine kuşatmış ki dört bir yanımızı, zerrece boşluk yok… Rahmetinden uzak tutma bizi…
Hayranım Sana. Her işine, her şeyine, her dem hayretteyim Rabbim. Tekrar tekrar hayretteyim. Abdülhak Hamid’in dediği gibi; “Hayretteyim, hayreti tarif ne mümkün / Hayret ile hayret veririm hayrete tekrar.”
Ey kuru dallara can verip dirilten Rabbim! Bizim de hayatımıza yepyeni bir can bahşeyle. Günahlarımızı rahmetinle affeyle… Belki bu duâ için buradayım, bu dut ağacının altındayım.
Damarlarım boşalmış, kurumuş âdeta. Dolmayı, yeniden doldurulmayı bekliyor. Şu an altında bulunduğum bu bereketli ağacın içimi tazelemesini, ruhumu beslemesini Senden niyaz ediyorum Rabbim.
Yeryüzündeki bütün meyveler, bu bahar da bizden bir şükür ve tefekkür görevi bekliyor. Bunu hiç olmazsa bu dut ağacının altında; bütün yeryüzündeki ağaçlar ve meyveler için yapılmış bir niyaz olarak bizden, tek tek hepimizden, bütün mü’minlerden en samimî bir duâ yerine lütfen kabul eyle. Belki de bunun için buradayım; yeryüzündeki fettahiyet hakikatinin bir ağaçta şahidi olmak için. Hiç olmazsa bu bahar geç kalmamalıyım. Geç kalmamalıyız...
Ey Rabbimin bin bir isminin şahitliğini yapan yerler, gökler, ağaçlar, meyveler hakkınızı helâl ediniz. Ey doğan güneşler, batan aylar, ışıldayan yıldızlar, basıp geçtiğimiz topraklar, hakkınızı helâl ediniz. Ey sesini ve zikrini dinlediğimiz rüzgârlar ve ey yaşadığımız baharlar, ey günler, saatler, anlar hakkınızı helâl ediniz.
Allahım şefkat ve merhametin dünya ve ahireti kuşattığından ve rahmetinin ise çok özel cilveleri olduğundan, Sana sonsuza kadar hamd ve senalar ediyorum. Kalbimize bu sevgiyi koyan ve bize bu dersi veren o biricik Sevgili Peygamberimize de (asm) sonsuza kadar hadsiz salât ve selâm olsun.
Not: Değerli kardeşim ve dâvâ arkadaşım avukat Cemal Başaran’ın sevgili anneciğini bu hafta ebediyete uğurladık. Bardaktan boşanırcasına rahmetin yağdığı bir günde, ellerimiz duâya açıldığında, avuçlarımız rahmetle doldu ve yıkandı. Neziha Teyzemizi yakînen tanırdım. Hatta bundan bir müddet evvel, evinin önünde sohbet edip, helâlleştiydik. Rabbim mekânını cennet eylesin. Defnedildiği günkü gibi ruhuna da bol bol rahmetler insin inşaallah.
Yine kendisinden ilk Kur’ân dersi aldığım Hocaannem Müzeyyen Hanım’ı da aynı günlerde ebedî yolculuğuna uğurladık. Annemin gönül dostu ve sırdaşıydı. Vefalı bir insan idi. Kapısını çalıp, bir buket çiçekle gitmeyi çok istediğim halde olmadı, gidemedim. Neden böyle ihmalkâr davranıyorum Rabbim. Bu son pişmanlık fayda verir inşaallah. Her iki merhumeye de Rabbimden sonsuz rahmet, af ve mağfiret diliyorum. Sizlerden de duâlar ve Fatiha’lar bekliyoruz.
Ve Faruk Erdem Abi; bu haftanın bir ebediyet yolcusu da o oldu. Rabbim mekânını cennet eylesin... Birkaç gün önce rica ve izniyle yaptığımız dersin o şah cümlesiyle, “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.” Evet, kader ve ecel konuşunca bize susmak düşer. Rabbim, cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin. Hz. Peygamberimize (asm) âl ve ashabına komşu eylesin; hem kendisini, hem hepimizi... Unutulmaz bir hizmet ehli ve gönül erbabıydı; özleyeceğiz, hem de çok... Binler rahmet duâsı ile...
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Resûlullah’ın (asm) müştak olduğu insanlar |
|
Allah Resûlü (asm) birgün bir kısım insanlardan bahsetmiş, özelliklerini anlatmış, sonra da onlara, “Allah’ım, onları koru! Muhalefet edenlere karşı onlara yardım et! Kıyamet gününde gözümü onlarla aydınlat!” diye duâ etmiş, sonra da şu meâldeki âyeti okumuştu: “Dikkat edin, Allah’ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar”1
Kimdi Resûlullah’ın (asm) özellikle duâ ettiği, “Gözümü onlarla aydınlat!” buyurduğu, korku duymayan, mahzun olmayan bu Allah dostları?
Onlar Allah Resûlü’nün (asm) kavuşmak için iştiyak duyduğu insanlardır. Birgün onlara olan iştiyakını Ebû Zer ve beraberindekilere anlatmıştı: “Allah güzeldir, güzeli sever. Benim neden hüzünlendiğimi, ne düşündüğümü, neyi özlediğimi biliyor musun ey Ebû Zer!” diye sormuştu Ebû Zer’e (ra).
Onlar da, “Hayır, bilmiyoruz ya Resûlallah. Bize niçin gamlandığını, neyi düşündüğünü anlatır mısın?” diye karşılık vermişlerdi.
Kâinatın Efendisi (asm), bir “Ahh!” çekti. “Benden sonra gelecek kardeşlerimi özledim” buyurdu ve özelliklerini bir bir sıraladı: “Onlar peygamberlere benzerler. Şehit mertebesindedirler. Sadece ve sadece Allah rızası için baba ve kardeşlerinden uzak kalırlar. Yine Allah için malın peşinde koşmayı da terk ederler. Mütevazidirler, nefislerini hor ve hakîr görürler. Şehvetlerine meftun olmaz, fani dünyanın şaşaasına iltifat etmezler. Allah sevgisiyle Allah’ın evlerinden bir evde gamlı ve mahzun bir şekilde toplanırlar. Kalbleri ve ruhları bütünüyle Allah’a bağlıdır. Allah onları bilir. Onlardan biri hastalandığında sabrı sebebiyle bir sene nafile ibadetten çok sevap kazanır.”
Ebû Zer ve arkadaşları hayli merak içindeydiler. İştiyakla dinler, anlatmaya devam etmesini isterler. Allah Resûlü (asm) onların bir özelliklerine daha dikkat çeker: “Onlar gamlandıklarında her nefesine bir derece verilir.
“Onlardan bir tanesinin tesbihi dağlar kadar altını tasadduk eden kimsenin kazandığı sevaptan daha fazladır.”
“Onlardan birine bakman, Kâbe’ye bakmandan daha sevimlidir. Onun sevindirdiği, Allah’ın sevindirdiği kimse gibidir.”
“Onların yanına günahkâr bir topluluk da otursa, rahmeti gereği Allah onları affetmeden bırakmaz.
“Ey Ebû Zer! Onların gülmeleri ibadet, şakalaşmaları tesbih, uykuları sadaka hükmündedir. Allah onlara günde yetmiş kere nazar eder. Ben işte onlara müştakım ey Ebû Zer!”2
Bu sözlerden sonra Resûlullah (asm) saçlarını bitkin bir şekilde düzeltti. Başını kaldırdığında ağlamaktaydı. Gözyaşları inci taneleri gibi dökülüyordu. Bir kere daha “Allah!” deyip, “Onları özledim. Onlara kavuşmak istiyorum” dedi ve başta kaydettiğimiz duâsını yaptı ve peşinden de Yunus Sûresi’ndeki 62. âyeti okudu.
Dipnotlar:
1- Yunus Sûresi: 62.
2- Semerâtü’l-Fuad, s. 82.
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Âhirzamanla ilgili dehşet haberleri |
|
Diyarbakır’dan Hacı İbrahim Bey: “Beşinci Şuâ’ya göre deccalın kaç devresi vardır? Bu devreler ne mânâ ifade eder?”
Nevvâs bin Sem’an radiyallahü anh bildirmiştir: Biz Resulullah Efendimize (asm)
“Ya Resûlallah! Deccal yeryüzünde ne kadar süre kalır?” diye sorduk.
Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm:
“Kırk gün. Onun birinci günü bir senedir. İkinci günü bir aydır, üçüncü günü bir haftadır, dördüncü günü de sizin günleriniz gibi bir gündür” buyurdu. Biz:
“Ya Resulallah! Bir sene gibi uzun olan o gün içinde bizlere bir günün namazı kâfî gelir mi?” dedik.
Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm:
“Hayır, kâfi gelmez. Sizler o uzun günde, normal günlerinizdeki her namaz vakti kadar zamanı takdir edin de namaz kılın” buyurdu. Biz:
“Ya Resulallah! Onun yeryüzündeki sür'ati ve kudreti ne kadardır?” diye sorduk.
Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm:
“Rüzgârın hızla yürüttüğü yağmurun sür'ati gibidir. Deccal bir kavmin üzerine gelir ve onları dâvet eder. Onlar da ona iman edip kendisinin çağrısına uyarlar. Ardından semaya emreder, sema yağmur yağdırır. Yere emreder de, yer her türlü bitkiyi bitirir... Bir harabeliğe uğrar ve ona hitaben: ‘Hazinelerini ortaya çıkar’ diye emreder. Sonra yetişkin gençlik dolu bir civanmert çağırır. Onu kılıçla vurup, iki parça halinde keser. Parçalarını bir ok atımı mesafesi kadar birbirinden ayırır. Sonra, parçaladığı genci çağırır. O da hemen yüzü parıldayarak ve güler halde ona yönelir, gelir. Deccal bu işlerle meşgul olduğu sırada Allah Meryem oğlu Mesih’i gönderir. Meryem oğlu Mesih, Dımaşk’ın doğu tarafındaki Beyaz Minâre yanında herd boyası ile boyanmış iki parça elbise içinde ellerini iki meleğin kanatları üzerine koymuş vaziyette iner... Onun nefesi, gözlerinin göreceği yere kadar ulaşır. Ardından İsa Aleyhisselâm, Deccal’ı arar ve nihayet onu Beytu’l-Makdis’e yakın bir yer olan Ludd Kapısı denilen mevkide bularak öldürür. Sonra Meryem oğlu İsa’ya (Aleyhisselâm), Allah’ın Deccal şerrinden korumuş olduğu bir topluluk gelir. İsa (Aleyhisselâm) onların yüzlerine dokunup mesh eder ve onlara Cennetteki derecelerini gösterir.”1
Bu uzun hadiste çok yorum isteyen ifadeler olduğu muhakkaktır. Bedîüzzaman Hazretlerine göre, burada geçen “Şam ve Irak” gibi bir kısım yer ifadeleri, râvîlerin içtihatlarıyla hadis metnine farkında olmayarak karışmıştır. Hadislerin rivayet edildiği günlerde hilâfet merkezi Şam ve Irak civarında olduğundan, râvîler hadisin “kısa, öz ve veciz” sözlerini ayrıntıya dökmüşler, tasvir etmişler, yorumlamışlar ve maalesef hadisin mânâsını belli bir mekâna yönlendirerek mânâyı daraltmışlardır. Bu yorum, zamanla hadis metninden zannedilmiştir. Oysa hadisin muradı, “hilâfet ve hükûmet merkezi”dir.2
Hadiste geçen Deccal’ın dört gününden murat, Deccal’ın dört devresidir. Bu devreler, aynı zamanda büyük tahribat, bozgunculuk ve fesat sahibi Deccal’ın tahribatına kuzey kutbuna yakın yerlerden başlayacağına da işarettir. Nitekim Kuzey Kutbunda bütün sene, bir gece ve bir gündüzden ibarettir. Yani o bölgede altı ay sürekli gece, altı ay sürekli gündüz olmaktadır. Trenle bu tarafa bir günlük yol alınsa, buralarda da yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş batmaz. Otomobil ile yine bu tarafa bir günlük yol alındıkça, bir hafta boyunca güneşin batmadığı yerlere gelinir. Demek Deccal’ın, kuzeyden bu tarafa doğru tecavüz edeceği, hadisin mu’cizâne ifadesiyle böyle bildirilmiştir.
Hadiste geçen “günler” kavramı, aynı zamanda Deccal’ın iş, icraat, zulüm ve istibdat devrelerine de işaret eder. “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta” tâbirleri işleri ve şiddeti giderek küçülen üç iş ve istibdat devresini bildirir. Dördüncü günü normal ve sıradan bir gündür. Yani dördüncü gününde iş ve icraat yoktur, bitmiştir. Burada, gün sıradanlaşmıştır; yani artık durumu koruma gayreti ön plâna çıkmıştır.3
Hadiste Deccal’ın kavimleri kendine tabi edeceği, semaya emredip yağmur yağdıracağı, yere emredip her türlü bitkiyi bitireceği, bir genci çağırıp öldüreceği, sonra tekrar dirilteceği, dirilen genci çağırdığında bu gencin gülerek kendisine geleceği şeklinde ifadesini bulan Deccal’ın “fevkalâde güç ve iktidarı”, Bediüzzaman’a göre, Deccal’ın temsil ettiği manevî şahsiyetin dehşet ve azametinden kinayedir. Şahs-ı manevîsinin dehşetli azameti, fevkalâde iktidarı ve olağan üstü gücü bu ifadelerle bildirilmiştir ki, işi ve icraatı tahrip olduğundan, gençlik şehvetini tahrik ederek gençleri zevk ve eğlencelerle güya diriltir, fakat maneviyat açısından öldürür ve her türlü bozgunculuğu yapar.
Çünkü tahribat kolaydır. İştiha ve şehvetleri tahrik eden icraatlar, nefisler taraftar olduğundan, çabuk yaygınlaşır ve kabul görür.4 O şahıs fevkalâde büyütülür. Azamî bir istibdat, azamî bir zulüm, azamî bir şiddet ve dehşet ile hareket eder. Herkesin vicdanına, mukaddesatına ve hatta elbisesine kadar müdahale eder. Şahsında pek acaib ve harika bir iktidar bulunduğu meddahları tarafından yayılır.5
Dipnotlar:
1- Müslim, Fiten, 110; 2- Şuâlar, s. 505; 3- Şuâlar, s. 506; 4- Şuâlar, s. 505; 5- Şuâlar, s. 513.
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Sen bilemezsin, senin adına kararı ben veririm |
|
Son zamanlarda başörtüsü meselesi yine alev alev. Bu yangında kim kaybeder, kim kazanır, kim yok olur buna değinmeyeceğim. Zaten aslında bu konuyu ortaya atanlar da çok iyi biliyorlar ki, kazanan ve kaybeden taraftan ziyade bulanık suların sürekliliğini sağlamak evlâdır. Tâ ki, sırça saraylarındaki hayatlarını kimse görmesin…
“Ey beyler ve dahi bayanlar, siz böyle yaparak aslında kendi gerçekliğinizi de inkâr ettiğinizi bilmez misiniz?” diye, haykırmak geliyor içimden. Bu sular hepimizin ve bu suları bulandırmaya devam etmek hepimizin sonunu getirecek. Hep birlikte bu akıntının sonunda aklı selimle davranmazsak bedellerini ödeyeceğiz. Yani sonuçta sizin de sırça köşkleriniz yerle yeksan olacak. Beklediğinizin aksiyle tokat yiyeceksiniz.
Kibirli başlarınızı kaldırın ve bir kez olsun gönlünüzle bakın, hangi inanca ve değere sığar bir insanın giyim kuşamından dolayı en temel hakkını gasp etmek. Bunun üzerine kanunlar çıkarıp, en olmadık, hatta şeytanı bile güldürecek saçmalıkta örtülü avına çıkmak. Yeni örtünme modelleri üretmek ve “Sen böyle olursan, belki seni kabul edebilir, sosyal hayatta sana bir statü verebilirim” demek. Hangi, akla, vicdana ve inanca sığar? Bana önerdiğin ve dayattığın hayatın anlamı, benim ruhumu temsil etmiyor diye, bana sosyal statümü ve çizgimi hatırlatma yetkisini nereden alıyorsun?
Örtülüysen bir kere büyümemişsindir. Ya birinin et-kisiyle örtünüyorsundur, ya da mahalle baskısıyla. Yoksa bu kadar açıklığın içinde bir baskı hissetmeden hâlâ örtünebilmek delilik derecesinde bir şeydir sizin anlayışınıza göre.
Siz mi doğru olanı bana öğreteceksiniz? Sizin kibirli ve kendinden başkasını görmeyen gönlünüzden ve bilginizden mi istifade ederek yolumu bulacağım? Reddediyorum sizin önerdiğiniz hayatı. Ben kendi keşfettiğim, inandığım ve anlamını, derinliğini kendim bulduğum hayatı yaşamak istiyorum. Bu sizin hayat tarzınıza bir saldırı değil, bir baskı değil, bir hayat tarzını ele geçirme değil, sadece inandığını yaşama arzusu.
Dinimi, sizin iki ucu pis siyasî oyunlarınıza âlet etmek niyetinde de değilim. Kalbimin tam ortasındaki inancımı, her ortamda yaşamaktır isteğim.
İlim ki, bize ezelden emrolunmuş. Kadın ve erkek bütün insanlığa farz kılınmış benim dinimde. Ben inandığım gibi, yaşadığım gibi ilmimi öğrenmek istiyorum. Bütün kız kardeşlerim gibi, yüreğimizin taa derinliklerinde neysek o olarak hayatımızı yaşamak istiyoruz. Bizim üzerimizden toplumsal çıkarımlar ve korku senaryoları üretmekten vazgeçin artık.
Ne çocuğuz, ki çocuklar bile kendilerine dayatılan kimlikleri reddederler. Biraz dayatmaya kalkışsan da, hırçınlaşır olmadık şeyler yaparlar. Kaldı ki, hepimiz yetişmiş, okumuş, değerleri hakkında bir fikre sahip olmuş bireyler olarak bu dayatmayı ve iki yüzlü hayat tarzını reddediyoruz.
Bu iki yüzlülük ancak kişilikleri ve kimlikleri ortadan kaldırır, güveni sarsar, uçları sivriltir ve sonunda kimsenin ortadan kaldırmaya gücünün yetemeyeceği toplumsal kaosları ortaya çıkarır. Bunu hiçbirimiz istemiyorsak, hayat tercihlerimiz yüzünden birbirimize sosyal statü vermekten de vazgeçmeliyiz en acilinden.
Ben yüreğimde örtümle iftihar ediyorum. Bu iftiharımla sosyal hayatımın içinde kendim belirlediğim statümle var olmak istiyorum. Sizin sınırlarını çizdiğiniz ve ikinci sınıf muâmelesi yaptığınız hayat modeliyle değil.
Örtülüler ne yer, ne içer, nasıl yaşar, âşık olurlar mı, severler mi? Ya biz uzaylı mıyız? Biz de insanız, sizin hayatta mücadele ettiğiniz her şeyle biz de mücadele ediyoruz. Bırakın artık giyimler, inançlar, diller, şekiller ve görüntülere göre insanları sınıflara ayırmayı da, daha büyük meselelerimizi halletmek için önümüze bakalım ve yürüyelim.
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Kene başlangıç ise... |
|
Dünyada yaşanan iklim değişikliğinin doğrudan ve dolaylı etkileri, hayatı sarsmaya devam ediyor.
Bu sarsıntıların önüne geçmek, hiç olmazsa tehlikeyi asgariye indirmek için, ilim adamları başta olmak üzere, hükümetler ve devletlerarası kuruluşlar harekete geçmiş durumda.
Sorumluluk duygusu taşıyan hemen herkes, insanlığın bu ortak derdine çare bulmak için, adeta seferber olmuş.
Bununla beraber, çare arayışının daha çok Avrupa ülkelerinde yoğunlaştığını görmekteyiz.
İsveç'in başkenti Stockholm'de biraraya gelen "Avrupa Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi"ne mensup 23 bilimadamı, özellikle son zamanlarda kene gibi haşere vasıtasıyla insana geçen ölümcül hastalıkları mercek altına aldı.
Konu başlığı olarak "Kene, sinek ve kemirgenlerle yayılan vektörel hastalıklar" şeklinde ele alınan bu yeni tehdit dalgasının, dünyada yaşanan iklim değişikliğinin bir yansıması olduğu kanaatine varmışlar.
Heyetin ortak kanaatine göre, giderek artan ölümcül kene ısırması vak'aları, sırada bekleyen çok daha büyük risklerin öncüsü, habercisi ve başlangıcıdır.
Öldürücü kene vak'aları, eğer daha tehlikenin başlangıç noktasını teşkil ediyorsa, varın devamını ve ötesini siz tahayyül edin.
* * *
İnsan sağlığını tehdit eden bu tür riskli hastalıklar, ne yazık ki, yine insan unsurunun hataları, günahları ve ihmallerinin bir neticesidir.
Esasında, sadece Stockholm'de biraraya gelen bilimadamlarının değil, dünyanın hemen her tarafındaki ilim adamlarının bu konudaki görüşü aynı noktada birleşiyor: Hayatı genel olarak tehdit eden ve yer yer bazı canlı türlerinin neslini tükenme noktasına getiren, meselâ ozon tabakasının incelmesi, küresel ısınma, iklim değişikliği, ekolojik dengenin bozulması gibi felâketler, yine bizzat insanların hataları ve ihmallerinin bir aks–i tesiridir.
Dolayısıyla, insanlar, ne yazık ki hem kendilerinin, hem de diğer canlı türlerinin hayatını riske atacak yanlışları, günahları işliyor ve işlemeye de fütursuzca devam ediyor.
Para hırsı, servet hırsı, rekabet duygusu, üstünlük sağlama dürtüsü, bazı kişi ve kuruluşların başını öylesine döndürmüş, gözlerini öylesine karartmış ki, adeta hiçbir şey umurlarında değil.
Onların tek hedefi var: "Biz kazançlı çıkalım da, gerisi ne olursa olsun, başkası ne duruma düşerse düşsün..." hedefi.
Oysa, böylesi bir hırs, sadece başkasına zarar–ziyan vermekle kalmaz; gün gelir, devran döner ve aynı hırs sahibini vurmaya, kırmaya başlar.
Zira, dünyada artık birçok şey "ortak kullanım" listesine dahil oldu. Geri kalanı da olacak gibi...
Meselâ, su ve hava kirliliği, tarımsal ilâçlama, kuş gribi, kene belâsı, vesaire...
Dahası, silâhlanma, hatta terör ve anarşi gibi askerî, siyasî ve sosyal meseleler dahi, artık ülkelerin millî sınırlarını aşan ve dünyanın en ücra köşesine kadar yayılabilen tehlikeleri barındırıyor.
Bütün bu gelişmeler açıkça gösteriyor ki, insanlık, hakikaten bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor: Evet, insanlık ya sağlıktan, refahtan, huzurdan, barıştan, kısaca "sulh–u umumî"den yana ciddî tavır alacak, ya da kendi sonunu getirecek gelişmelere teslim olup, bir "erken kıyâmet"in kopmasına sebebiyet verecek.
Tarihin yorumu = 14 Haziran 1937
Bağımsız Hatay Cumhuriyeti
Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Cenevre'de Milletler Cemiyetinin (o zamanki BM) kararıyla yeni bir statüye kavuşturulan bağımsız Hatay Devleti resmen tanındı.
Lozan görüşmeleri esnasında üzerinde anlaşmaya varılamadığı için, Türkiye, Suriye ve Fransa arasında ihtilâflı bir bölge durumunda kalan Hatay (Antakya ve çevresi), merkezi Cenevre'de bulunan Milletler Cemiyetinin gündemine taşındı. MC ise, Hatay'ın bağımsız bir hükümet şeklinde kalmasına karar verdi.
Bu tarihten sonra, kendi hükümetini teşkil eden Hatay Meclisi, 2 Eylül 1938'de bağımsız ve demokratik bir Cumhuriyet olduğunu ilân etti.
Meclis, aynı anda Cumhurbaşkanlığına Tayfur Sökmen'i, Başbakanlığa ise Abdurrahman Melek'i getirdi.
40 kişilik Hatay Parlamentosunun ekseriyetini Türkler (teşkil ediyordu. Bu sebeple, her yönüyle Türkiye'ye bir yakınlık duyuluyordu.
Hatay'ın 240 bine yakın nüfusu ise, Araplar, Türkler, Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerden müteşekkil idi.
16 Şubat 1939 günü yapılan toplantıda Türkiye Cumhuriyeti kànunları Hatay kànunu olarak aynen kabul edildi.
Fransa'nın bölgedeki nüfuzu, Avrupa'da İkinci Dünya Savaşının sancıları yaşandığı esnada kırılmaya başladı.
Fransa'nın çekip gitmesiyle, Hatay Meclis'i de Türkiye'ye bir adım daha yakınlaşma fırsatını buldu.
Nihayet, 29 Haziran 1939'da Meclisinin almış olduğu kararla, Hatay bütünüyle Türkiye'ye katılmış oldu.
Hatay Cumhuriyetinin Türkiye'ye resmî olarak devir–teslim işlemi ise, 23 Temmuz 1939 günü gerçekleşti.
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Karne serencamı |
|
Öğrencilerin karne sevinçleri ya da heyecanlarına şâhit oldukça, farklı duygu ve düşünceler içinde dalar giderim. Bir dönemin âdeta hesap kitap defteri hükmünde olan o karneler neler hatırlatmaz ki insana. Doğrusu, şimdilerde nasıl bir duygudur bilmiyorum; ama eskiden o beyaz kâğıtlar bizim için hesap verme günü gibiydi. Evde bekleyen ebeveynimiz mutlaka kontrol eder, şayet dörtten aşağı not varsa, mutlaka hesabını sorardı. Eğer öyle bir şey yoksa dost meclislerinde allayıp pullayıp başarımızı sohbet konusu yaparlardı. Biz de köşemize şöyle kurulup hafif tebessümler içinde başarımızın hazzını yaşardık. Tersi durumdaysa, köşeye büzülür sesimizi çıkarmaz, çok büyük bir suç işlemiş gibi başımızı yerden kaldırmazdık. Anlayacağınız, başarı önemliydi yarınlarımız için…
Anlattıklarım pedagojik yanlışlıklar içerse de, ben bunları hep gıpta ile hatırlarım. Zira başarı ile başarısızlığın neredeyse çoğu öğrenci için anlamsızlaştığı ve tek hedefin sadece ve sadece geçmek olduğu bir ortamda, karne ne tür bir anlam ifade eder acaba? Bir sürü bahanelerin öne sürüldüğünü, zayıf notların âdiyattan sayıldığını ve başarıya karşı kayıtsızlığı gördükçe, “Biz mi farklıydık, yoksa zaman mı yetiştiğimiz değerleri gittikçe tanınmaz hâle getirerek, olumsuz yönde farklılaştırdı?” gibisinden tuhaf sorular aklıma gelmiyor değil.
Vaktiyle, “Gençlerin başarısızlığı, ideal eksikliğinden mi?” gibisinden sorularla katıldığım bir tartışmada, ortaya atılan düşünceleri hatırladıkça ve gençliğin büyük çoğunluğunun da içine düştüğü bu başarısızlık ortamını gördükçe, ciddî bir ideal eksikliğinin varlığını günden güne hissetmekteyim. Merak ediyorum, bir gencin okul dışında, evde, hısım, akraba arasında ve dahi bilumum sosyal çevresinde ideal oluşturabileceği bir atmosfer yakalama şansı ne kadar olabilir? Sizi bilmem; ama ben bugün okumaya çalışan gençliğin büyük çoğunluğunu böylesi bir atmosferi solumaktan uzak görüyorum. Nitekim çoğu üniversite gençliğinin bile bir idealsizlik problemiyle karşı karşıya olduğunu düşünürsek, varın ötekileri siz düşünün.
Doğrusu, idealsizliğin idealleştiği bir ortamda, belki de gençlere eskilerin gâye-i hayal dedikleri bir ideal belirleme eğitimi ders olarak verilmeli.
Gün olur Aytmatov ölür
On Haziran Salı günü, Ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un ölümünü öğrendiğimde, bir an eserlerinde anlattığı uçsuz bucaksız Orta Asya Türk kültürü bir bir gözlerimin önünden geçti. Efsane ve mitolojileri günümüz insanı için işlevsel olarak kullanan ve böylece güncel sorunlara ışık tutan Aytmatov’u ilk olarak, “Gün Olur Asra Bedel” romanıyla tanıdım. Bu romanda anlattığı Nayman Ana efsanesi, şüphesiz zamana meydan okuyacak ve ne kadar zaman geçse de eserde dile getirilen “Mankurtlaşma” hâdisesinin verdiği mesaj, tazeliğini hep koruyacak ve öz değerlerine yabancılaşan toplumlara, özellikle de bize ışık tutacak mahiyettedir.
Bununla birlikte, bu roman soğuk savaş döneminde Sovyet Rusya ve Amerika’nın dünyayı paylaşma adına yaptıkları acımasız parsellemeyi dile getirirken, Yedigey’in, ölen arkadaşı Kazangap’ın “Anabeyit” mezarlığı denen ata toprağına bundan dolayı gömülemeyişini ve kişisel hakların nasıl hiçe sayıldığı, devlet uğruna birey ya da bireylerin umursanmadığı gerçeğini de başarılı bir şekilde ortaya koyar. Dikkatle bakıldığında bu tesbit günümüz için de geçerli. Okunmasını tavsiye ederim.
Hiç şüphe yok ki; Gün Olur Asra Bedel, Elveda Gülsarı, Toprak Ana, Cemile, Selvi Boylum Al Yazmalım, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Dağlar Devrildiğinde ve benzeri eserleri, dünya durdukça ismini yaşatacaktır. Çünkü o, “Sen ölsen bile bir gün, nâmın yürüsün” gibisinden yaşadı. Allah rahmet eylesin…
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
48 yıllık ara rejim |
|
Aydın Menderes, Yeni Asya’ya yaptığı 27 Mayıs değerlendirmesinde, o darbeden bu yana geçen 48 yıllık sürenin tamamını bir “ara rejim dönemi” olarak nitelemişti.
Bu zaman zarfında yaşanan gelişmeler ve gelinen son nokta, “Hiç de haksız değil” dedirtiyor.
27 Mayıs’ın açtığı darbe yolu hâlâ kapanmış değil. Tek fark, müdahalelerin artık yöntem ve kılık değiştirerek yapılması. Ve eskiden askerin gördüğü işi, son dönemde yargının devralması.
Geçen seneki 367 darbesi, askerin 27 Nisan muhtırasından sonra gelmişti. Bu defa ise öncelik yargıya geçti ve asker biraz geri planda kaldı.
Ama Anayasa Mahkemesinin 5 Haziran’da açıkladığı “türban” kararına vurgulu mesajlarla verilen ilk desteğin askerden geldiği de bir vâkıa.
DP döneminin 27 Mayıs’la devrilen Cumhurbaşkanı Bayar, günlüğünde, 1961 Anayasası ile getirilen Anayasa Mahkemesi için “Yassıada Divanının devamından başka birşey değil” demiş.
Aynı mahkemenin 21. yüzyıl Türkiye’sinde hâlâ “devrim mahkemesi” gibi çalışıyor olması, Bayar’ın tesbitini açık bir şekilde teyid ediyor.
Ve 27 Mayıs’ı övüp Menderes’le iki arkadaşının idamını toplumun coşkuyla karşıladığını iddia eden Danıştay Başsavcısının hezeyanlarının yüksek yargıda niçin “ikrar” anlamına gelecek derin bir suskunlukla karşılandığını da açıklıyor.
Dolayısıyla, 27 Mayıs’la girdiğimiz ara rejimden hâlâ çıkamadığımız tesbiti haklı ve isabetli .
12 Mart muhtırası, 12 Eylül darbesi, 28 Şubat süreci, 27 Nisan ve 5 Haziran müdahaleleri, hep bu ara rejim döneminin, biri diğerini doğruran farklı aşamaları. Ve hepsinin temel dayanağı, 27 Mayıs anayasası ile tesis edilen devlet düzeni.
Anayasa Mahkemesinin resmî internet sitesinde de açıkça vurgulandığı gibi, işin kökünde, millet iradesine ve onun ortaya çıkaracağı Meclislerle hükümetlere duyulan güvensizliğin eseri olarak, millet hakimiyetini kullanmak üzere zoraki ortakların ihdas edilmesi vâkıası yatıyor.
12 Eylül güya 27 Mayıs Anayasasını yürürlükten kaldırdı; ama bu anayasanın “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” deyip, ardından bu hakimiyetin, darbecilerin re’sen yetkili kıldığı “organlar eliyle” kullanılmasını dayatarak millî iradeye ortak koşan düzenlemesini aynen korudu.
Ve bu çerçevede, söz gelişi, son günlerde yeniden ihdas edilmesi tartışılan Senatoyu kaldırdı, ama Anayasa Mahkemesine hiç dokunmadı.
Sonuçta, güya kuvvetler ayrılığı prensibine bina edilen, ama fiiliyatta, bazı devlet kurumlarına söz geçirmesine imkân vermediği—seçilmişlerden oluşan—yasama ve yürütme organlarını yargı cenderesinde tutan sistem hâlâ yürürlükte.
Son gelişmeler, bu gerçeği bir kez daha bütün açıklığı ile gözler önüne serdi. Üzerindeki asker gölgesinden hâlâ kurtulamamış olan demokrasimiz, şimdi de yargı oligarşisi ile karşı karşıya.
Ancak şu var: Bilhassa AB sürecinde kısmen dahi olsa alınan mesafenin katkısıyla, bundan önceki oldu-bittiler karşısında sessiz ve etkisiz kalan toplum, bu defa daha dinamik ve duyarlı.
Şimdiye kadarki müdahale ve dayatmalarda hep ön planda gözüken askerin artık geri durma gereği duyması bunun neticesi. Ve sanırız, bundan sonraki süreçte yargı da kaçınılmaz bir şekilde aynı noktaya varacak. Çünkü yol açtığı tartışmalarla yıprandığını o da görüyor, anlıyor.
Burada ihtiyaç duyulan şey, sivil toplumdaki demokratik duyarlılık ve bilinçlenmeye paralel bir siyasî dinamizm ve kararlılık. Ülkeyi 48 senedir içinde bulunduğu ara rejimden çıkarmak için gerekli temel reformları, içerik, kapsam, hedef, yöntem ve zamanlama açılarından çok iyi belirlenmiş akılcı stratejilerle yürürlüğe koyabilecek; attığı adımın arkasında durabilecek ve mutlaka sonuç alacak dirayete sahip bir siyaset.
Artık anlaşılmış olmalı ki, ülkenin ihtiyacı olan reformları taktik hatalarına, zikzaklara, içi boş ve arkası zayıf olduğu için arkası gelmeyen cılız çıkışlara kurban etmeye kimsenin hiç hakkı yok.
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Neresinden tutalım? |
|
Hür, adil ve demokrat ülkelerde ‘yeri yerinden oynatacak’ hadiseler; Türkiye’de sıradan hadiseler olarak görülmeye başlandı. “Aman ekonomi bozulmasın, ‘borsa’ düşmesin” derken, asıl problemleri unutuyoruz.
Bir kaç gündür; geçmiş yıllarda ‘papaz’lık yapan bir kişinin, sonradan TV’deki bir ‘canlı yayın’ programında Müslüman oluşu ve akabinde Türkiye’deki misyoner çalışmalarıyla ilgili ‘ifşaatlar’ tartışılıyor. Elbette bir ‘papaz’ın Müslüman olması ilk değil. Ancak burada çarpıcı başka bir hadise daha var: Sözkonusu ‘yeni Müslüman, eski papaz’ meğer bütün bu işleri yaparken ‘devlet memuru’ statüsündeymiş ve neticede “Emekli Sandığı”ndan emekli bile olmuş!
“Türkiye’de deprem hariç her şeyin bir senaryosu var” diyenlere gel de inanma. Üstelik bu hadisede ‘taraflar’ da bu bilgileri yalanlamıyor. Adı geçmeyen ‘kişi’ özetle; “Ne yaptıysam devlet için yaptım” diyerek haklı olduğunu bile ileri sürebiliyor.
İlk olmamakla beraber, artık ‘çivi’nin çıktığını gösteren bir hadise. Bu hadise patlak verdiğinde olması gereken neydi? Türkiye’yi ‘idare ettiğini’ söyleyenler en üst seviyede araştırma yaptırıp, kabahati olanların cezalandırılmasını temin etmeliydi. Peki ne oldu? En azından bu yazı yazılana kadar kocaman bir hiç! Türkiye’yi idare edenler ‘hiçbir şey olmamış’ gibi davrandı, bir iki manşet ve yazı ile hadise küllenmeye bırakıldı...
Bu hadisenin çok başka yönleri de var. Adı geçmeyen kişinin ‘Müslüman olduğunu’ açıkladığı TV kanalı ya da programı da ayrıca dikkat çekici. Hele hele, şöyle ya da böyle bir ‘parti’nin genel başkanıyla mitinglerde boy göstermesi de unutulmamalı. Kimlerin, kimlerle iş tuttuğu her hâlde bu hadiseden anlaşılmalı...
Milletin elinde ‘delil’ler olmadığı halde, meydana gelen her hadiseyi ‘endişe ve telâş’ ile değerlendirmesi, ‘resmî açıklamalar’ dışında kaynaklara kulak vermesi işte bu sebepten... Geriye doğru gidin ve bu kişinin “Müslüman olduğunu açıkladığı günler”i düşünün. Her gün yeni bir açıklama yapılarak, Türkiye’yi adeta misyonerlerin işgal ettiği, her köşe başında bir ‘kilise-ev’ açıldığı, gençlerin para karşılığı Hıristiyan yapıldığı iddialarını çok duyduk. Bilhassa Karadeniz bölgesinin bu konuda ‘üs’ seçildiği de aynı iddialar arasındaydı. Karadenizli olduğumuz için, bu iddialar karşısında gülmeyi dahi gereksiz görüyor ve soranlara da işin içinde bir tuzak olabileceğini anlatmaya çalışıyorduk. Ama ortada ‘Müslüman olmuş, misyonerlerin çalışmalarını bilen bir papaz’ vardı ve aksi yönde açıklamalar yapanları kimse dinlemiyordu. Bugün o iddiaların bir ‘tuzak’ olduğu anlaşıldı, peki bu iddialara bin yalan daha katarak halkı yanıltanlar ne yapıyor? Muhtemelen başka bir ‘yalan’ın peşine düşmüşlerdir.
Sadece ‘tarih’ konusunda değil, hemen her konuda ‘resmî bilgiler’i ihtiyatla karşılamakta sayısız fayda var. Aksi halde yalancının mumuna aldanıp yola çıkanlar, ‘yatsı’da sönen mum sebebiyle yolda kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.
Tuzak kuranlar, kurdukları tuzaklara düşmek üzere. Keşke Türkiye’yi ‘idare edenler’ biraz da hadiselere bu pencereden bakabilse...
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Demokrasine sahip çık |
|
Anayasa Mahkemesinin AKP, MHP ve DTP’li 411 milletvekilinin oyuyla Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yaptığı değişikliğini iptal etmesinin ardından demokrasi, insan hakları, din ve vicdan hürriyetine sahip çıkmak isteyen sivil toplum kuruluşları bir araya gelip, güç birliği yapıyorlar. Hedef demokrasiye sahip çıkmak.
Karar çok sert şekilde eleştirildi, eleştiriliyor. Tartışmalarda kimileri kararın yok hükmünde sayılmasını, kimileri Anayasa Mahkemesinin anayasayı ihlâl ettiğini, kimileri, yargı darbesi olduğunu, kimileri de bu karardan sonra demokrasinin yara aldığını söyledi.
MHP Lideri Bahçeli’nin “Siyaset kurumunun en önemli ve en acil görevi, demokrasiyi içine girdiği darboğazdan çıkarmak,” Demokrat Parti Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun “Millî iradenin tecelli ettiği Meclis iradesini dahi hiçe sayan bu karar Türk demokrasisini askıya alma yolunu açmıştır” sözlerinin ardından AB’nin de Türkiye’yi bu kararlardan sonra “ikinci sınıf demokrasi listesi”ne alacağını gündeme getirmesi demokrasimizin durumunu gösterdi.
İşte bu aşamada hem Türkiye genelinde hem de Ankara’da sivil toplum kuruluşları bir araya gelerek demokrasiye, millî iradeye sahip çıkmak adına platformlar oluşturdu. STK’lar demokrasiye sahip çıktıklarını basın açıklamaları ve eylemlerle göstermeye çalışıyorlar.
Birçok sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu “Ortak Akıl Hareketi”, özgürlüklerin zihniyet zemini olarak işleyen demokrasi olarak gösterirken, özgürlüklerin demokrasi ile birlikte yaşayamayabileceğine vurgu yapıyorlar.
Bir diğer platform da 70’in üzerinde sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu “Ankara Sivil Toplum Platformu.” Platform geçtiğimiz günlerde Memur-Sen İl Başkanı Mustafa Kır’ın başkanlığında Ankara’da toplanarak bir bildiri hazırlayıp kamuoyuna açıkladı.
Platformun bildirisindeki şu tesbit ilgi çekiciydi: “Hoşgörü ve uzlaşma kültürünün yaygınlaştığı ülkemizde başı örtülüsü ve başı açığı ile, inananı ve inanmayanı ile, birbirini anlayan ve birbirini dinleyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasına fitne tohumu saçarak, bulanık suda balık avlamaya çalışılıyor…”
Bildiride ilginç bir yorum daha göze çarptı. “Bu karar dinî bir karardır…” Son kararın siyasî olduğunu, hukukî olmadığını söyleyenler oldu ama hiç dinî bir karar olduğunu söyleyen olmamıştı. Platform bunu söylerken, gerekçesini de şöyle açıkladı. “Yargıçlar mahkemelerde kendi alanı dışındaki konularda bilirkişilerin görüşünü almaya özen gösterirken dinî ilgilendiren bir konuda bilirkişi arama ihtiyacı duymamışlardır.” Gerçekten de Diyanet İşleri Başkanlığı, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun “Başörtüsü Allah’ın emridir” kararı göz önüne alındığında Mahkemenin “bilirkişi” olarak bu kurula bunu sorması gerekmez miydi?
Bütün bunlardan sonra özetle şunları söyleyebiliriz: Gün demokrasiye, millî iradeye, kişi hak ve hürriyetlerine, din ve vicdan özgürlüğüne sahip çıkma günüdür. Millî iradeye ve demokrasiye inanmayanların, hep vesayet altında yaşamak isteyenlere sözümüz yok. Ancak demokrasiye inanan herkesin demokrasi de “geriye dönüş” olmaması için elinden geleni yapma günüdür. Demokrasiyi askıya alma çalışmalarına karşı dik durma günüdür. Burada başlıca görev de, siyasetçilere, dolayısıyla Meclis’e düşüyor.
Demokrasiyi daha ileri seviyelere getirmenin çaresi de yeni, özgürlükçü, sivil, demokrat yeni bir anayasadır. Bunun için de irade ve cesaret gösterilmelidir.
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Erdoğan’ın E planı |
|
Kime niyet kime kısmet derler. AKP de bir kısmet partisi. Geçmişte birlikte gazetecilik yaptığımız bir arkadaş tam da 28 Şubat sürecinde ANAP’tan milletvekili olmak istediğini yüksek sesle gazetenin koridorlarında seslendiriyordu. O arkadaş ANAP’ın cafcaflı günlerinde milletvekili olamadı. Kısmet AKP günlerineymiş. Oportunizmin şaha kalktığı AKP günlerinde bu rüyasını ve özlemini kaza etme fırsatını buldu. Bir arkadaşa bunları anlatınca bir temsille olayı izah etti. Vaktiyle bir padişahın sarayının çevresinde bir genç dolaşıyormuş. Padişahın dikkatini çekmiş. Bir değil, iki değil padişahın canı sıkılmış ama ilk günlerde bir şey dememiş. Gencin saray çevresinde dolaşması tekerrür edince padişah dayanamamış adamlarına emretmiş ve genci derdest ederek (yaka paça) huzura celbetmişler.
Padişah vakar-ı ciddiyetle gence sormuş: “Saray çevresinde ne arıyorsun!’ diye. Genç, Padişah’tan söz istemiş: “Padişahım ilişmeyeceğinize dair bana söz verirseniz sırrımı size açıklarım” demiş. Padişah gani gönlüyle “hadi söyle bakalım, bizi daha fazla merakta bırakma” demiş. Bunun üzerine genç dile gelmiş: “Padişahım kızmazsanız maruzatımı arz edeyim. Sizin kızınızla evlenmek istiyorum…” demiş. Bunun üzerine Padişah daha da meraklanarak: “Evlâdım hangisini istiyorsun. Üç kızım var ya…” diye mukabele etmiş.
Genç yine dile gelmiş: “Padişahım hangisini verirseniz muradımdır…”
Dolayısıyla bizim AKP’li hangisi olursa olsun fark etmez padişahın kızlarından birisiyle muradına ermiş.
***
Malûm gergin günlerden geçiyoruz. Sakarya’yı şöyle bir turlayayım dedim. Tam da milletin gündeminde AKP’nin kapatılması ve Başbakanın E planı var. AKP’nin kapatılması halinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu işe çok hazırlıklı ve Amerikalılardan daha planlı olduklarını hatta şimdiden E planlarının bile olduğunu söylemiş. Belki E devletten mülhem bir E planları da olabilir. Bununla birlikte, Başbakan alternatiflere hazırlıklı olan Amerikalılardan bile daha acar olduklarını; bu alternatif planlarıyla birlikte duyurmuş oldu.
Başbakanın teminatlarından emin olamadım bir bilene danışayım dedim. Yer kabuğunun hararetinden mütevellit derine çekilen kaynak suları örneği köşesine çekilmiş bir hekim kişiden yani bilgeden durumu analiz etmesini istirham ettim. Daha açıkça ‘N’olcak bu AKP’nin hali?’ diye sordum. Beni kırmadı. Derin bir ‘ah’ın eşliğinde bu soruyu bekliyormuş gibi söze başladı. Lisan-ı hâliyle ve meâliyle eser müessire ve başlangıç da akibete işaret eder dedi. ‘Yol ola doğruya vara’, dedi.
Pek bir şey anlamadıysam da devam etmesini bekledim. Yeni bir yorumuyla belki sizlerin de yakından bildiğiniz bir kıssayı anlattı bana.
***
Vaktin birinde bir beldenin ahâlisi bir ağaca tapar olmuş. Gayur bir mü’min bunu duyar duymaz Hazreti İbrahim gibi baltasını kınından çıkarmış; kuşanarak yola revan olmuş. Milletin taabbüt ettikleri ağacın çevresine kadar yaklaşmış. Karşısına birisi çıkmış. Kısaca şeytanla karşı karşıya geldiğini anlamış. Şeytan geçit vermiyormuş. Alt alta, üst üste boğuşmaya başlamışlar. Mü’min kişi Allah verdi dememiş ve tozu dumana katmış. Nice tozu dumana kattıktan sonra baltalı yiğit kişi şeytana galebe çalmış. Şeytan bu defa hileye başvurmuş. Hile yoluna sapmış. Demiş ki; “Yiğidim anladım. Sen bir er kişisin. Eli bükülmezsin. Gel anlaşalım. Sen bu sevdadan vazgeç ve buna mukabil her sabah yastığının altında bir altın bul. Yetmez mi?”
Baltalı yiğit biraz düşünmüş ve sonunda şeytanın aldatmacasına dayanamayarak ‘pekâlâ öyle olsun’ demiş. Bunun üzerine baltasını kuma gömerek tekrar eve revan olmuş. Şeytan bir iki üç derken yiğidin yastığının altına altınları istif ediyormuş. Ama birkaç gün sonra şeytan yine şeytanlığını yapmış ve sözünü bozmuş. İnsanları ağaca tapmaktan kurtaracak olan yiğit kişi bu işe kızmış ve gömdüğü baltayı yerinden çıkararak tekrar ağaca doğru hışımla yönelmiş. Yine eski geldiği noktaya avdet ettiğinde şeytan mücessem olarak karşısına dikilmiş. Nereye gittiğini sorduktan sonra yiğit kişi şeytana sözleşmeyi bozduğunu hatırlatmış. Yine girmişler birbirlerine. Yine alt alta, üst üste çıkmışlar çetin bir mücadeleden sonra bu yarıştan şeytan galip çıkmış. Bunun üzerine işe aklı ermeyen ve şaşıran yiğit genç dile gelmiş: “Daha birkaç gün önce seni ayaklarımın altına almışken bu nasıl oldu, sen beni nasıl yendin” diye sormuş. Bunun üzerine şeytan dile gelmiş ve şunu söylemiş. “Sen ilk geldiğinde Allah rızası için hareket ettin ve beni altına aldın. Ama sonra niyetini bozarak altın rızası için hareket etmeye başladın ve dolayısıyla benim kriterime ve ölçüme gelmiş oldun. Benim oyunuma girdin. Ben de kendi oyunumda başkalarını yenerim…”
Kıssadan hisse ve altın küpe şudur: Şeytan ancak rahmanî bir yolla yenilir. Şeytanın kriterlerini kabul eden zımnî olarak onun rüçhaniyetini de kabul etmiş olur.
Bütün bunları söyledikten sonra bilge sohbeti sona erdirmek istercesine ‘fe kudiye’l emru, kadallahu emren kena mef’ulen’ der gibi şunları söyledi: Başbakanın acilen bir Y planına ihtiyacı var.
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet C. GÖKÇE |
Yaz Kur’ân kurslarında başarının sırrı |
|
Okulların tatile girmesiyle birlikte yaşları uygun olan çocuklarımızın yaptıkları önemli faaliyetlerden bir tanesi de Yaz Kur’ân kurslarına devam etmeleri hususudur.
Bu bakımdan gerek ailelere, gerekse öğreticilere çok önemli görev ve sorumluluklar terettüp etmektedir.
Her şeyden önce ailelerin işi sahiplenmeleri; bir geçiştirme tarzında değil, tam anlamıyla olaya bir eğitim olgusu olarak bakmaları icap eder. Bu yüzden çocuğun elinden tutup hocasına götürerek hadiseyi sahiplendiklerini göstermeleri ve bu konudaki gayretlerini ispatlamaları gerekir. Aksi takdirde ilgisizlikle atılan ilk adım beraberinde alâkasızlığı getirecek ve istenen sonuç elde edilemeyecektir.
Ayrıca ailelerin, belli periyotlarla eğitim mekânlarına uğrayıp eğiticilere destek vermeleri ve yardımcı olmaları; böylece moral verip yalnızlıklarını gidermeleri gerçekten çok ama çok önemlidir. Böylece, eğiticilerimiz şevk ve gayrete gelecek ve yaptıkları işten zevk ve haz almaya başlayacaklardır. Yoksa ailelerin ‘Saldım çayıra Mevlâ’m kayıra’ tarzındaki yaklaşımları hem eğitime, hem eğiticiye büyük bir engeldir. Bu yaklaşım, çocukların kendilerini bir açıdan “yalnız”; bir açıdan da “başıboş” hissetmelerine sebebiyet verecektir. Oysa ailelerin, çocuklara arada bir, kursun nasıl gittiğini sormaları; derslerinin durumunu müzakere etmeleri çocuklarda ayrı bir etki bırakır. Özellikle, hocalara uğrayıp en azından ‘Hocam, bize düşen bir görev var mı? Biz ne yapabiliriz? Sizlere nasıl yardımcı olabiliriz?’ tarzındaki ziyaretlerin çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Bu ziyaretlerin küçümsenmemesi gerekir.
Ailelerin ilgisi böyle devam ederken hocalarımızın da dikkat etmeleri gereken önemli noktalar olduğunu düşünüyorum. Tabiî ki, bizim izah edeceğimiz noktalar bir hasb-i hâlden ibarettir. Yoksa görevli kardeşlerimizin çoğunun görev bilinci içerisinde olduklarını ve vazifelerini ibadet şuuruyla yaptıklarını yakînen biliyoruz.
Evet, her şeyden önce görevlimizin temsil makamında olduğunu unutmaması gerekir. Gerçekten o, peygamberî makamın temsilcisi ve devam ettiricisidir. Doldurduğu mihrap bir peygamber makamı; çıktığı minber bir peygamber makamı; görev yaptığı mekân bir peygamber ocağı… Dolayısıyla, her hâl ve hareketinin gözetim ve murakabe altında olduğunu bilmeli ve dikkat etmelidir. O, sıradan bir insan değil; çok önemli örnek bir şahsiyettir.
Bu yüzden, çocukları eğitirken bu noktaları göz önünde bulundurmalı; dinimizi ve Kur’ân’ımızı sevdirmeye; insanî değerlerimizi benimsetmeye, İslâm’ın hoşgörüşünü kavratmaya çalışmalı ve engin bir müsamaha deryasında bulunmaya gayret sarf etmelidir.
Bu işin sözle ifade edildiği kadar basit ve rahat olduğunu iddiâ etmiyorum; ama görevlilerimizin bunu başardıklarına ve başaracaklarına inanıyorum. Tabiî ki hepimizin desteğiyle…
Ayrıca sevdirici ve eğlendirici; ayrıca dinlendirici ve teşvik edici bir yöntem izleyerek çocukların gönlünü fethetmeleri; bıktırmadan sevdirmeyi başarmaları gerekir. Zaman zaman çocukların bazı hata ve eksiklikleri olacaktır. Bunları telâfi ederken kullanılacak sözlerden başvurulacak davranışa ve tedbire kadar her şeyin önemi vardır. Bir söz ve davranış çocuğu dine, imana bağlayabileceği gibi; farklı bir tavır ve ifade de çocuğun ömrü boyunca caminin bulunduğu semtten geçmemesine sebebiyet verebilir. Çocuğun zihninde ve dünyasında oluşturulacak imajın bu denli önemi vardır.
Bu yüzden, görev aşkı içerisinde olan görevli, gerekirse çocuklarla çocuklaşacak; onların dünyasına girecek; anladıkları ve olumlu tepki verdikleri yöntemlere başvuracak; pedagojik ve bilimsel bir yaklaşım içerisinde “doğru İslâmiyet” anlayışını çocukların zihninde nakşedecek ve temiz hayalleri güzelliklerle süsleyecektir.
En azından, çocukların dinden ürkmemelerini sağlamak, Kur’ân’ın öğrenilebileceğini kavratmak ve bunu ispatlamak; karışık ve dolambaçlı yöntemler yerine rahatlatıcı, müjdeleyici ve teşvik edici yolları izlemek bu dönemde başarılabilir hususlardır, diye düşünüyorum.
Şunu da unutmamamız gerekir ki, çocuklar çok zekî ve iyi alıcıdırlar. Bizim içten, samimî ve mantıklı bir rehberliğimiz onlara az zamanda çok şey kavratacaktır.
Vereceğimiz bilgileri, seviyelerini göz önünde bulundurarak vermemiz; olayların hikmetlerini anlayabilecekleri bir üslûpla dile getirmemiz onlara çok şey kazandıracaktır.
Böylece toplumumuz ve ülkemiz kazanacak; saadetli ailelerin sayısı artacak ve huzurlu bir ortam meydana gelecektir.
Bütün yavrularımıza zihin açıklığı; fedakâr görevlilerimize de kolaylıklar ve başarılar diliyorum.
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|