|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Tesettür Risâlesi keşfedilirken (9) : Aile ortamında tesettürün önemi |
|
Bediüzzaman Hazretleri Tesettür Risâlesinin İkinci Hikmeti’nde eşlerin “ebedî hayat arkadaşlığı” inancı içinde birbirlerine samimî ve ciddî hürmet-muhabbet beslemeleri gerektiğini özellikle belirtir.
Üçüncü Hikmet’te ise bu formüle bir madde daha ekler: Güven. Bediüzzaman Hazretleri bu bölümde tesettürsüzlük ve açık saçıklığın aile ortamı içinde sebep olduğu problemleri anlatır. Son derece aktüel, orijinal, ibretlidir tesbitleri. Erkek ve kadınların doğuştan gelen ve hiçbir sınır konmamış olan duygularını tahlil eder. Şer’î sınırları hatırlatır. Bu sınırlara riâyet edilmediğinde ortaya çıkabilecek muhtemel hadiseleri son derece açık ve nezih bir şekilde anlatır. Özellikle kadınları bu noktada şefkat ve merhametle ikaz eder.
İşte, Üçüncü Hikmet’te keşfedebildiğimiz noktaları açmaya çalışalım bu yazımızda…
ÜÇÜNCÜ HİKMET (1):
“Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz; dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit, o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir.”
ÜÇLÜ SAÇ AYAĞI: GÜVEN-SAYGI-SEVGİ
Bütün insânî ilişkilerde dengenin vazgeçilmez bir üçlüsüdür bu formül. Aile yaşantısında eşler arası iletişimde ise mutluluğun sigortası hükmündedir. Eşler karşılıklı olarak birbirlerine güven duymalıdırlar ki, karşılıklı hürmet ve muhabbetleri devam edebilsin. Karşılıklı olarak eşlerin birbirlerine güveni sarsıldığında, saygı ve sevgi duygularının da kırılması boşuna değildir. Ve kırılan şeyler mânevî ise tamiri çok zordur.
Bediüzzaman Hazretlerinin ailede ebedî mutluluğun formülünü sıralarken “emniyet”i yani güveni “hürmet ve muhabbet”ten öne alması bu açıdan ilginçtir.
SEFİH MEDENİYET VE ALDATILAN EŞLER
İşte tesettürsüzlük ve açık saçıklık ailede “ebedî mutluluğu” gölgeler, ortadan kaldırır. Çünkü eşlerin birbirlerine güven, saygı ve sevgilerini sarsar.
Kadınlığa has lâtif güzelliklerini başka erkeklerin nazarına sergileyen on kadından ancak biri kocasından daha güzelini görmez. Geriye kalan dokuz kadın, kocasından iyisini görür. Bu mukayeseyi iç dünyasında yapan bir kadının eşine saygı ve sevgisinin incindiğini ifade etmek yanlış olmaz. Değil mi?
Erkekte ise durum daha da kötüdür. Erkek, kendisi için konulmuş olan tesettür kaidelerine riâyet etmezse (Tesettür erkek için de ibadettir. Bakışlarından, hâl ve tavırlarına, giyimine kadar bu konuda şer’î ölçüler vardır) eşine olan güven-saygı ve sevgiyi karısına kıyasen çok daha rahat bir şekilde kaybedebilir. Zira, yirmi erkekten bir tanesi karısından daha güzelini görmez. Yani geriye kalan on dokuzu karısından daha güzellerini görür. Bu mukayeseyi iç dünyasında yapan bir erkeğin eşine duyduğu sevgi ve saygıyı incitmemesi mümkün müdür?
(Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği bu “istatistikî” bilgiden “yalın matematiksel bir gerçek” olarak erkek fıtratının nefsânî duygularına, hayvânî hislerine kadın fıtratına nazaran daha çok mağlûp olduğu neticesini çıkarmamız yanlış olmayacaktır. İmtihan dünyası! Nitekim geçenlerde bir gazetede yer alan haberde de, İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre kadınların her 60 saniyede bir alış veriş yapmayı, erkeklerin ise 52 saniyede bir cinselliği düşündüğü belirtiliyordu.)
İşte sefih medeniyetin “Tesettür esarettir” diyerek Kur’ân’ın tesettür emrini reddetmesi, eşler arası güven-saygı-sevgi bağını böyle zedeleyip, keser, atar, aileyi parçalar. Ve sosyal hayatta kokuşmuş bir yara açar: “Aldatılan eşler”.
Bediüzzaman Hazretlerinin Hanımlar Rehberi’ndeki ifadesiyle “terbiye-i medeniye” yani şimdilerdeki ifadesiyle “çağdaş hayat” aile hayatını böyle “hayvancasına geçici bir beraberlik-ebedî bir ayrılık” kısır döngüsüne hapseder.
“Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor” (Lem’alar, s. 201) der Bediüzzaman Hazretleri.
HZ. ÂDEM'DEN GÜNÜMÜZE…
Bediüzzaman Hazretlerinin kullandığı “hayvancasına” tâbiri sefih medeniyetin aile bağlarını yeterince anlatan bir ifadedir. Zira İsevîlik din-i hakikisinden uzak olan Batı toplumlarında çok yaygınlaşan ve aile fertlerine kadar bulaşan aile içi cinsel taciz (ensest) hadiseleri sınır tanımayan hayvânî hislerin seviyesini göstermektedir. Kardeşler arası, baba, amca, dayı, kayınpeder, kayın tacizi…
Ensest, insanlık tarihinde sıkça rastlanan, kavimlerin helâk sebeplerinden bir tanesidir. Babası Hz. Âdem’in (as) şeriatına uymayan ve bu yüzden kardeşi Habil’i öldüren Kabil ile başlamış, ilâhlar ve ilâhelerle dolu Yunan, Roma, Mısır medeniyetlerinden günümüze intikal etmiştir. Bu medeniyetlere ait mitolojik hikâyeler ensest örnekleriyle doludur.
Hz. Âdem (as) ile başlayan peygamberlik müessesesi, insanoğlunun sınır konulmayan hayvânî duygularına, semavî şer’î sınırlar koymuş, peygamberlerin bütün hayatı bunun mücadelesiyle geçmiştir.
İşte peygamberlerin mücadele ettiği hastalıklardan biri de ensesttir ve ne yazık ki, günümüzde bütün insanlığı tehdit eden boyutlara ulaşmıştır.
Bu sapıklığın “koruyucu hekimlik” çerçevesinde mütalâa edilebilecek tek reçetesi, insanın fıtratındaki güzelliklere hitap eden Kur’ân’ın tesettür emridir.
Bediüzzaman Hazretleri Üçüncü Hikmet’in devamında cinsel bir sapkınlık olan ensest hastalığını ve ilâcını nezih bir Kur’ânî üslûpla şöyle beyan eder:
ÜÇÜNCÜ HİKMET (2):
“İnsan hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşrûayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehevânî temayülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak mahremin gayrıyla müsâvîdir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir.”
MAHREM-NAMAHREM
Öncelikle mahrem ve namahrem kelimelerinin anlamını verelim.
Mahrem: Haram olan, yani evlenmesi dinen caiz olmayan akrabalar demektir.
Nâmahrem: Haram olmayan, yani evlenilmesinde dinen mahzur bulunmayan kimseler demektir. (Osmanlıca Türkçe Lûgat, Yeni Asya Neşriyat)
Nur Sûresinin 31. âyeti ve Nisa Sûresinin 23. âyetleri ışığında kadın için mahrem olan erkeklerin başlıcaları şunlardır: Babası, kayınpederi, oğlu, kocasının eski hanımından olan oğlu, kardeşi, erkek ve kız kardeşlerinin oğulları, amcası, dayısı, süt kardeşi… Yani kadının bunlarla evlenmesi, dinen yasaktır.
Erkek için mahrem olan kadınların başlıcaları ise şunlardır: Annesi, kızı, kız kardeşi, halası, teyzesi, erkek ve kız kardeşlerinin kızları, süt annesi, süt kardeşi, kayınvalidesi, hanımının önceki eşinden olan kızı, gelini, baldızı… Yani erkeğin bunlarla evlenmesi, dinen yasaktır.
SÜFLî MAHREMLER
İnsan kızkardeşi gibi mahremlerine fıtraten şehvet hissi taşımaz. Mahremlerin simaları, aile bağlarını, şefkat ve meşrû muhabbeti hissettirdiğinden nefsânî, hayvânî hisler kırılır. Ama bacak gibi uzuvlar süflî nefislerde çirkin hisler uyandırabilirler. Zira bu uzuvlar sima gibi mahremiyeti haber vermediğinden, bir kısım süflî mahremlerde hayvanî dürtülerin harekete geçmesi mümkündür. Böyle bir durum tüyler ürpertecek derecede insaniyetin alçalmasıdır. Ama imkân dahilindedir.
O yüzden Bediüzzaman Hazretleri, şefkat ve merhametle kadınları, mahremleri konusunda “Süflî nefislerde, süflî mahremlerde hayvânî dürtüleri uyandırabilir” diyerek tesettür konusunda dikkatli olmaya dâvet eder.
DİNİMİZDE AİLE HASSASİYETİ
Bediüzzaman Hazretlerinin tâbiriyle “insaniyet-i kübra” olan, yani insanın yaradılışındaki bütün cihâzâtlara hitap eden dinimiz aile fertleri arasında güven, saygı ve muhabbet hislerini incitecek her türlü tavır ve davranışını engelliyor.
Kadının ve erkeğin hemcinsleri yanında dahi tesettürlerine riâyet etmeleri gerektiğini belirtiyor. Fıkıh kitaplarında bu ölçüler uzun uzun anlatılmakta, anne babalara çocuk eğitiminde bile ölçüler getirilmekte.
Sözgelimi, Peygamberimizin (asm) bu konuda bir çok tavsiyesi bulunmakta:
“Çocuğun avretine riâyet edin ve onu örtün. Zira onun avreti de büyüğünkü gibidir. Allah avretini açanlara rahmet nazarı ile bakmaz.”
“Yedi yaşındaki erkek ve kız çocuklarının, erkek ve kız kardeşlerin yataklarını ayırınız.” (Cem’ül Fevaid, 1: 139)
“Kız ve erkek çocuklar, on yaşına basınca onların yataklarını anne, baba, kız ve erkek kardeşlerinin yataklarından ayırmak vaciptir. Erkeğin erkekle, kadının kadınla aynı yatakta yatmaları asla câiz değildir, her biri yatağın bir kenarında olsa bile…” (Feteva’n- Nevevi, s. 215a; İbrahim Canan, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, s. 309) tarzındaki birçok hadisin, şüphesiz aile içi cinsel taciz hadiselerini önlemeye yönelik hikmetleri de bulunsa gerek.
Homoseksüellik, lezbiyenlik, pedofili, ensest gibi birçok sapıklığı beşerin başına saran ve nefsini hayvânî dürtülerinin esiri haline getiren sefih medeniyet Kur’ân’ın tesettür emrine daha ne zamana kadar muhalefet edecek?
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ebedî saadetin gerekçesi |
|
Hatice Hanım: “Ebedî saadet nedir? Ebedî saadetin gerekçesi hakkında bilgi verebilir misiniz?”
Ebedî saadet, ucu bucağı olmayan, sonu nihayeti olmayan, kaydı sınırı olmayan, haddi hududu olmayan, bitişi sönüşü olmayan, ölümü eceli olmayan Cennet hayatındaki saadettir. Kur’ân Cennet hayatını adeta “hâlidîne fîhâ ebedâ=orada ebedî kalacaklardır”1 âyetlerine zimmetlemiştir. Bediüzzaman bu âyetlerin tefsirini tek bir cümlede özetler: “Onlar da, ezvacları da, Cennet de, Cennetin lezâizi de hep ebedîdirler.”2
Bediüzzaman Hazretleri, ebedî saadetin gerekçesini on maddede şöyle anlatıyor. Kısaca özetleyelim:
1- Bediüzzaman’a göre ebedî saadet olmazsa, bu kâinatta her aklın teslim ettiği esaslı nizam ve baş döndürücü sistem, yalancı bir şekilden ve hayalî bir gölgeden ibaret kalır. Nizamı nizam eden, sisteme sistem ruhu veren, sistemin hemen arkasından gelecek ebedî saadettir. Öyleyse âlemdeki bu sonsuz düzen ve eşsiz ahenk, ebedî saadetten haber vermektedir.3
2- Bediüzzaman meseleye faydalılık prensibi cihetinden de bakar. Öyle ki, kâinatta her şeyde tam bir hikmet ve tam bir fayda gözüküyor. Her şeyde gözüken bu eksiksiz fayda ve işe yararlılık âhirete dönüktür; ebedî saadetten haber veriyor.
3- a) Kâinattaki hadsiz israfsızlık ve hiçbir şeyin gayesiz olmaması;
b) Cenâb-ı Hakkın her şeyi yaratırken tercih ettiği en kısa yol, en yakın cihet, en hafif suret ve en güzel biçim;
c) Allah’ın her bir şeye en az yüz vazife yüklemesi ve bin meyve ve gaye takması ebedî saadetin geleceğine delildir. Çünkü dönmemek üzere ölüm ve geri gelmemek üzere yok oluş, her şeyi israf eder, her şeyi boş yapar. Kâinatta böyle dehşetli bir israfa yer yoktur.
4- Kâinatta hemen her şeyin her zaman değişmesi, yenilenmesi, tazelenmesi, eski bedenlerin atılması ve ölüme mazhar edilmesi; ölüme benzeyen uykular, kıyamete benzeyen zelzeleler, sarsıntılar, yıkımlar ve yeniden yapılanmalar büyük Kıyametten ve ebedî saadetten haber veriyor.
5- İnsanın fıtratına yerleştirilmiş sınırsız istidatlar ve hadsiz kabiliyetler, o kabiliyetlerden doğan sayısız meyiller ve yönelişler, bu meyillerin getirdiği hesapsız emeller, bu emellerin yol açtığı sınırsız fikirler, istekler, arzular, iştihalar, düşünceler ve duygular şu şehadet âleminin hemen arkasında bulunan ebedî saadete ellerini uzatmış, gözlerini dikmiş ve o tarafa yönelmiştir. Fıtrat hiçbir zaman yalan söylememiştir. Bu sarsılmaz “ebedî mutluluk meyli” ebedî saadetin varlığına işaret etmektedir.4
6- Allah’ın hadsiz rahmeti, büyük merhameti ve geniş şefkati ebedî saadeti haber veriyor. Çünkü nimeti nimet eden nimetin devamlılığıdır. Bu da ebedî saadetle mümkündür. Çünkü bütün nimetlerin başı, gayesi ve neticesi ebedî saadettir. Eğer ölümden sonra âhiret biçiminde yeni bir hayat olmayacaksa, eğer kıyametin kopuşundan sonra yeni bir diriliş ve yeni bir âlem söz konusu edilmeyecekse bütün nimetler boş ve boşuna olur. Bütün nimetlerin boş olması ise, kâinatı kuşatan sonsuz rahmetin varlığına zıttır.
7- Şu kâinatta herkese gözüken İlâhî lütuflar, merhametler, ihsanlar ve ikramlar hakikî rahmeti gösterir. Hakikî rahmet ise ebedî saadeti haber verir.
8- İnsan uyanık vicdanının fısıltısını dinlese sonsuz bir mutluluğu ne kadar derinden istediğini işitecektir. Çünkü o vicdana kâinat bile verilse, ebedî mutluluk ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek bu vicdanî cezbe ve fıtrî istek, hakikî bir gayenin ve cazibedar bir hakikatin çekmesi ve ağır basması ile olur. Bu hakikat da ebedî saadettir.
9- Hazret-i Muhammed’in (asm) sözleri ve verdiği haberler ebedî saadetin müjdecisidir. O'nun (asm) yaşayışı, hadisleri ve sünneti ebedî saadete karşı birer penceredir. O'nun, Allah’ın birliğinden başka en büyük dâvâsı haşir ve ebedî saadette düğümlenmiştir.
10- Kur’ân’ın kesin haberleri de nihayet ebedî saadetin en hakikî müjdecisi ve cismanî haşrin anahtarıdır. Nitekim Kur’ân âhiret ve yeniden yaratılış hakkında çok delil sunar.
Meselâ: “Kendi yaratılışını unuttu da, bize temsil getirmeye kalktı. ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi. Sen, de ki: ‘Onu ilk önce kim yaratmış ise tekrar O diriltecek. O her şeyin yaratılışını hakkıyla bilendir”5, “Size ne oluyor ki, Allah’ın büyüklüğünü düşünmüyorsunuz? Hâlbuki O sizi halden hale sokarak yarattı”6, “Rabbin ise, kullarına haksızlık yapacak değildir”7 âyetleri ebedî saadeti gösterecek dürbünleri insanoğlunun dikkatine sunmuştur.8
Dipnotlar:
1- Bakınız: Al-i İmran, 136, 198; Nisa 13, 122; Maide 85; Maide 119; Tevbe 22, 72, 89,100; Taha 76; Furkan 76; Ankebut 58; Ahkaf 14; Fetih 5…vb; 2- İşaratü’l-İcaz, s. 205; 3- Sözler, s. 479; 4- Sözler, s. 481; 5- Yâsîn Sûresi, 36/78, 79; 6- Nuh Sûresi, 71/13, 14; 7- Fussilet Sûresi, 41/64; 8- Sözler, s. 482.
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sevginin uzun kolları sizi de sarsın |
|
Eskiden asker arkadaşlıklarının büyük bir önemi vardı. Unutulmaz hatıralarla dolu bu asker arkadaşlıkları mektuplaşmalarla, zaman zaman da ziyaretlerle devam ettirilirdi.
Sevgi, saygı, kısacası insânî duyguların daha çok hâkim olduğu o günlerde aslında asker arkadaşlığı gibi her şey değerli ve önemliydi.
Bunun temelinde sevgi vardı. Katıksız, karışıksız, sâfî bir sevgi… Onun için de birbirlerini unutamaz, o günün ulaşımının zor şartlarına rağmen ziyaretlerini eksik etmezlerdi.
Müslim’de yer alan bir rivâyete göre bir adam, başka bir yerdeki arkadaşını ziyaret etmek ister. Cenâb-ı Hak ona bir melek gönderir. Melek adamın yolu üzerine çıkar ve ona nereye gittiğini sorar. O da arkadaşına gittiğini söyler. Bu ziyarette bir menfaati bulunup bulunmadığını sorar melek. “Hayır” der adam. “Ben Allah için severim arkadaşımı.” O zaman melek kendini tanıtır ve “Arkadaşını sevdiğin gibi Allah da seni seviyor” der.1
Görüldüğü gibi bu karşılıksız, Allah için gösterilen sevgiyi Allah da seviyor, kişi Allah’ın sevgili bir kulu oluyor. Amellerin en üstünü de bu değil mi? Allah Resûlü (asm) en faziletli ameli, sevdiğini Allah için sevmek2 olarak göstermiyor mu?
Kâinatın rabıta, manevî çekim gücü olan bu duygu nasıl insanları sevinçten cıvıl cıvıl hâle getiriyor, gam ve kederleri yok ediyor, mutlulukların kaynağı oluyor, insanları moralmen yükseltiyor tarif etmek mümkün değil.
Sevgi bir ilâçtır; şevk ve moral kaynağıdır. Bu mânevî bağı sadece dost ve sevdiklerine değil diğer insanlara, zerrelerden kürelere kadar her şeye uzatabilen insanın mutluluğuna diyecek yoktur.
Sevdiklerini Allah için sevmek kadar büyük bir kazanç düşünülemez. Bir kudsî hadis-i şerifte dikkat çekilen şu gerçek başka hiçbir şeyle elde edilemeyecek bir kâr vaadeder insana. Cenâb-ı Hak, ancak rızası ve büyüklüğü için birbirlerini sevenler için Mahşer gününde, “Arş’ımın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde, ben onları gölgem [himayem] altına alırım”3 buyuruyor.
Sonra peygamberlerin ve şehitlerin gıpta edeceği insanlardır onlar. Çünkü peygamber ve şehitlerin dahi imrenecekleri şekilde nurdan minberler üzerine oturtulacaklardır.4
Mesleklerini kardeşlik üzerine oturtan insanların kazanabilecekleri ne büyük avantajlardır bunlar.
Kısaca Allah için sevgi, Allah için dostluk, Allah için kardeşlik!
Dipnotlar:
1- Müslim, Birr: 38.
2- Ebû Davud, Sünnet: 2.
3- Müslim, Birr: 37.
4- Tirmizî, Zühd: 53.
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Mülkî değil, melekûtî bakabiliyor muyuz? |
|
Her şeyin, “mülkî” ve “melekûtî” olmak üzere iki yönü vardır. Buna göre bir de mülkî ve melekûtî olmak üzere iki türlü bakış vardır.
Bir şeyin maddî yönü “mülk”, mânevî yönü ise “melekût”tur. Bedenimiz mülk, ruhumuz melekûttur. Yağmurun damlaları mülk; hayatın menşei, âb-ı hayat olması melekûttur. Hastalık mülk, hastalıkların olgunlaşmaya, gelişmeye zemin hazırlaması melekûttur.
Mülk her şeyin dış yüzünü, melekût ise derûnunu kuşatmıştır. Mülk âlemi zıtların cevelân ettiği bir mekândır. Melekût âlemi ise İlâhî kudretin tecelligâhı ve yansıma alanıdır. Melekût âleminde, mülk âlemindeki gibi hikmet dairesinde cereyan eden sebepler ve fizik âleme ait kanunlar geçerli değildir. Burada her şey, ânında, şeffaf, pürüzsüz ve olumlu olarak ortaya çıkar.
Bu çerçeveden bakıldığında eşyanın, varlığın, olayların melekût denen iç âleminde, özünde, metafizik boyutunda, zâtında olumsuzluk yoktur. Onları güzel ve çirkin, iyi ve kötü, faydalı ve zararlı kılan, güzel ve çirkin gösteren düşünce tarzımız, bakış açımız ve yaklaşım biçimimizdir. Yağmurun yağması, güneşin doğması gibi. Bunlar bütünüyle güzeldir. Tedbirsizliğimiz, tembelliğimiz onları aleyhimize çevirebilir. İnsan ancak, melekûtî bakış ile kendisine, eşyaya ve hadiselere karşı dengeli bir tutum takınabilir.
Mülk, eşyayı ve varlıkları yatay ilişkileri içinde görme, değerlendirme ve şekillendirmedir. Melekût ise dikey... Mülk cephesinde “hikmet”, melekût cephesinde “kudret” ön plandadır. Yani, dünyamızdaki maddî ve bedenî olaylar, şart ve sebeplere bağlı olarak tedricî ve basamak basamaktır. Melekût, mânâ, ruh âleminde ise, bir anda meydana gelirler. Ruhun dolaşması, pek çok işi bir anda yapması ve saniyelik rüyalara pek çok işin ve olayın sığması gibi.
Mülk dairesindeki “nesnelerin, hâdiselerin ve sebeplerin” mânâlarını “melekût” yüzlerinde buluruz. Melekût, nimete bakıldığı zaman Mün’im’i, yani nimeti vereni; san'ata bakıldığı zaman Sâni’i; sebepler gözlendiğinde hakikî tesir sahibini, Allah’ı zihne getirmektir. Bu, san'attan san'atkârı, fiilden fâili, ikramdan ikram edeni gören gerçek bir bakıştır.
Meselâ güneşe maddî gözlük ve mülk gözüyle bakan felsefeci “Güneş büyük bir ateştir. Dünya ile gezegenler, ondan uçan parçalardır; çekimle Güneş’e bağlı kalarak yörüngelerinde hareket ediyorlar” der.
Melekût gözlüğüyle bakan Kur’ân ise, “Güneşi sizin için kandil yapmıştır”1 der. Böylece Esmâ-i Hüsnâ’nın (Allah’ın güzel isimlerinin) yansımalarına bakmak için bir pencere açar ve iç yüzünü göstererek ondaki nimetleri dikkate verir.
Bediüzzaman, varlığa melekût gözüyle baktırır. Işıktan tut tâ kamere (aya) kadar bütün unsurlar, gayet geniş bir tarzda ve büyük bir ölçüde bir pencere açar, varlığı mutlak gerekli olan Allah’ın birliğini, kudretini ve saltanatının büyüklüğünü gösterir, ilân ederler.2
İşte, melekûtî gözlüğü takan insan mülk âleminin kıskaçlarından kurtulup, melekûtî âlemlere seyahat ederek Muhammedî (asm) bakışı kazanır, huzur ve mutluluğu yakalar.
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Nûh, 16.; 2- Sözler, s. 613 .
15.06.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Nejat EREN |
Dost sofralarında hasret gidermek |
|
Yine yollardayız. Yine gönül dostlarıyla beraberiz. Lâyık olmadığımız halde “istihdam ediliyoruz.” Bu ne bahtiyarlık, bu ne huzur ya Rabbi!
Ege’nin o canlı, samimî, gayretli, fedakâr, sebatkâr, cefakâr, istikametli Nur Erlerinin arasındayım yine. Bir seneden beri Rabbimin ihsanı bir hastalığın verdiği mecburî inkıtâın kazasını yapar gibi bir hasretle yine bitmeyen, bitmeyecek dostluğun ve dostların ilim ve sohbet merkezlerinde birlikteyiz.
İki ay önceki bir telefon görüşmesinde İzmir Risâle-i Nur Enstitüsünün temsilcisi değerli ve fedakâr kardeşim Gökçe Ok’un oradaki camia adına nazik dâvetine—sağlık durumumun elvermesi şartıyla—verdiğim sözü yerine getirmenin mutluluğuyla bu satırları yazıyorum.
Bir Cumartesi, İzmir’deki umumî sohbetle başlayan bu seyahatimiz, ertesi günü, Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin “Risâle-i Nur’un avukatı” övgüsüne mazhar olan Ahmet Feyzi Kul Ağabeyin adına tertip edilen geleneksel “mevlid” programına katılmakla devam etti. Bu benim için bir ilkti. Başta Nurun büyük kahramanı Mustafa Sungur Ağabey olmak üzere, Üstadımızın yaşayan hizmetkârları ve ömrünü hizmete vermiş mübarekler heyeti hep oradaydı.
Oradan İzmir R.N. Enstitüsü salonuna geçtik ve müdakkik, vakur ve sadakatli dâvâ arkadaşlarımıza “Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Perspektifinde Hayatı Doğru Okumak” konulu seminerimizi sunduk. Akşam, İzmir’in müstesna köşesi “Pınarbaşı” semtinde can dostlarıyla asrın tabibinin insanlığa sunduğu tesbitleri birlikte hatırlayıp müzakere ettik. Gece yarısından sonra avdet ettiğimiz Tire ilçemizde sabahleyin esnaf abi ve kardeşleri ziyaret ettik. Öğleden sonra da İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü’nce tertiplenen: “6. Eğitim Bilim Kültür Şenlikleri” programı çerçevesinde “Özürlü Bireye Sahip Ailenin Psikolojisi” konulu konferansımızı verdik. Bu konferans münasebetiyle şahsıma çiçek ve plâket hazırlayan İlçe Millî Eğitim Müdürü, çok değerli kadîm dostum ve meslektaşım Mehmet Ali Ölçer Beye ve bu değerli hediyeleri takdim eden İzmir İl Millî Eğitim Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanı ve Müdür yardımcısı beyefendilere ve oradaki bütün Millî Eğitim camiasına çok teşekkür ediyorum.
Pazartesi akşamı Ödemişlilerin mutad nurlu sohbetlerine katılmak üzere yine bir ay önce planlandığı şekilde İzmir 19. Dönem Milletvekili Mehmet Özkan Bey’in nezaket gösterip Tire’ye kadar beni almaya gelmesi, evinde misafir etmesi, “şahs-ı mânevîdeki” olmazsa olmaz şartlardan olan tevazu ve kardeşliğin güzel bir tezahürüydü. Ödemiş’teki dostlarla da akşam geç saatlere kadar hizmetin tarihçesi ve geldiği noktaları tefekkür etmeye çalıştık.
Turgutlulular da, on beş gün önce organizasyonu yapan Gökçe Ok kardeşimizin müzahirliğinde bizi dâvet etme lütfunda bulunmuşlardı. Orada yaptığımız sohbetlerde de kendimizi sorgulamanın, müsbeti yakalayıp takip etmenin önemine vurgu yapmaya çalıştık.
Ertesi gün İzmir’in istikametli semti Çamdibi’nde gece yaptığımız sohbette Üstadımızı görme ve duâsını alma şerefine erişmiş Selâhaddin Akyıl Ağabeyin de katılımıyla Risâle-i Nur, Cevşen, Hizb-i Nurî gibi duâların okunmasını çoğaltarak gelecek arzî ve semâvî musibetlerin önlenebileceği hakikatlerini müzakere etmeye çalıştık.
Sonraki gün İzmir’in Bornova semtinde yaptığımız sohbette Üstad ve talebeleri arasındaki “vefa duygusu ve kopmaz irtibatı” lâhikalardan tefekkür ederek paylaşmaya çalıştık.
Manisa’nın mutad Cuma sohbetine, Saruhanlı fedakâr ağabeylerin yanında getirdikleri gençler de iştirak etmişti. “İştirak-ı âmal-i uhreviye, şahs-ı manevî ve inayet-i Îlâhiye” tabirlerinin anlamlarını kaynağından okuyarak, bu fikirleri canlı hatıralarla süslendirmeye çalıştık. Cumartesi günü de Manisa Yeni Asya Temsilciliği seminer salonunda, İzmir R.N. Enstitüsünde verdiğimiz seminerimizi vererek, bu sekiz günü dolu dolu ve nurlu sohbetlerle tamamlamış olmanın huzuruyla fakirhaneye döndük.
Benim için bu günler, on üç yıl önceden başlayan hizmet turlarının bir yenisini daha hasretle ve doya doya yaşamak olarak hatıralarıma nakşedildi. Bir yıllık çileli fakat semeradar geçen ağır bir ameliyatın yatağa bağımlılığından sıkılan ruhuma bir nefes oldu. Duâlarıyla şifa bulduğum güzel ağabey ve kardeşlerimle semeradar bir buluşma oldu.
Oradaki şahs-ı mânevî adına görev alıp, camiamızın temsilcisi olarak bu sekiz gün zarfında beni bir an bile yalnız bırakmayan başta çok değerli vefakâr Gökçe Ok kardeşim olmak üzere, sadık hizmetkâr değerli muhterem Selâhaddin Akyıl Ağabeyime, 19. Dönem İzmir Milletvekili Mehmet Özkan Bey’e, hizmetin hâdimi ve mümessili olan mahallerdeki değerli zevâta, İzmir Bölge Temsilcisi Hüseyin Tuna kardeşime, Tire, Ödemiş, Pınarbaşı, Çamdibi, Turgutlu, Manisa, Bornova ve o bölgede bulunan bütün Yeni Asya temsilcilerimize, şahsıma gösterdikleri nezaket, hassasiyet ve her türlü yardımları için, ayrıca dâvâmıza gösterdikleri hamiyet ve sadakat için, şahs-ı mânevî adına teşekkürlerimi sunuyor, duâlar ediyor, duâlarını bekliyorum.
Yeni hizmet turlarında buluşmak temennisiyle.
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Dünyaya Barla'dan bakmak |
|
Nesimî, “Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi / Kâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni” demiş. Osmanlı’nın Nesimî’si tek başına ayrı bir âlemdi ya. Şimdi bizim onunla bir işimiz yok. Onun kendi yaşantısına ve şiirinin devamına dalarak, öyle bir âleme girmeye de niyetimiz yok. Demek istiyoruz ki:
Yazdığımız zaman yeryüzüne inip, âleme (hele hele sizler gibi ehl-i marifet ve ehl-i dikkate) kendimizi seyrettiriyorsak, yazmadığımız zamanlarda da, âlemin seyrine çıktığımızdan emin olabilirsiniz.
Yazanıyla okuyanıyla bizler aynı vücudun azalarıyız. Risâle okumalarından başını kaldırıp arasıra yazmaya da vakti, imkânı ve kabiliyeti olanlarımız; aynı pencerelerden, aynı risâlelerin perspektifinden hadiselere bakan ehl-i tetkik ve ehl-i tahkik okurlarına karşı ne kadar dikkatli olmak durumunda oldukları malûmunuz ve malûmumuzdur.
Geçen hafta yazamadım. Tutuk bir hâlet-i ruhiye, sönük bir ilhamla ve de zorlamayla huzurunuza çıkmaktansa, âlemi seyre dalmayı tercih ettik. Gerçi ondan önce yaptığımız gibi, nakillerle köşemizi doldurmamız mümkündü. Ama Kur’ân’ın mucizevî tecellîsi olarak ihsan edilen ve hem dünya, hem ahiret hayatımıza ışık tutan risâleler, nakillerden ibaret olmadığına göre, bizim de fazla nakillere girmeden, doğrudan doğruya o zaviyeden dünya hadiselerine bakmamız daha makbul ve muteber olmaz mıydı?
İlhamımı kesen ve geçen hafta yazdırmayan asıl sebep, Anayasa Mahkemesinin Meclis kararını iptali oldu. İptal kararının evveli, âhiri, şekli ve gerekçesi beni hiç ilgilendirmedi. Sadece “İnsanlığımız, Müslümanlığımız ve dolayısıyla dünyamız nereye gidiyor?” sorusuyla sarsıldım. Bir paçavra gibi sokağa atılan yahut evlerine hapsedilmek istenen mağdurlarımızı düşünerek insanlığımızdan ve Müslümanlığımızdan utanır oldum. Artık yazılacaksa bu yazılmalıydı.
Yazmaya davranırken bir duygu kapladı dünyamı. Bu kadar yazdık, bu kadar yazıldı da ne oldu? Şu “İmam bildiğini okur” sözü, yerini “Mahkeme bildiğini okur”a terk etti galiba. Ama “mahkemenin kadıya mülk olmadığı” da bir vakıadır, o ayrı mesele.. Öte taraftan, işin bu noktaya gelmesinde hükümetin ve dolayısıyla Meclisin hiç mi payı yoktu? Ne idüğü belirsiz “yarım yamalak” bir cümle ile getirilmek istenen sözde “düzenleme”nin akibetinin böyle olacağı daha ilk başında yazıldı, çizildi. Acizâne biz de peşpeşe “Neymiş bu başörtüsü ya Hû”, “Avusturya’da başörtüsü” ve “Bağlandığı yerden çözülsün” yazılarını yazdık. Ama bağlandığı yerden çözülmek yerine, bağlandığı yere güç ve kuvvet verildi. Hani hükümetler için güven oylaması yapılır ya, bu girişimle yasakçı zihniyete adeta “güvenoyu (!)” verdirildi.
Şimdi artık bildiğini okumak imamlara mahsus olmaktan çıktı. Bir makama oturan, en ufak bir birimde “baş” olduğuna ve “bilen” biri olduğuna kendisini inandıran herkes bildiğini okuyor. Bu arada hükümet de, muhalefet de hep bildiğini okumaya devam etti. Sonunda Anayasa Mahkemesi de bildiğini okudu..
Herkesin bildiğini okuduğu bir zamanda biri meydana çıkmış, bildiğini değil, kendisine bildirileni okumuş, kalbine ihtar edileni yazmış ve yaşamış. O biri de “Bediüzzaman” olmuş. Zamanı tefsir etmiş, âlemleri tefsir etmiş, Kur’ân’ı ve Sünnet’i tefsir etmiş. Kur’ân’ı eline almış, Allah demiş, Resûlullah demiş. Kâinata meydan okumuş. Yılmamış, yıldırılamamış.. Ümidini asla kaybetmemiş..
Öyleyse bu fakirin, bu vurdumduymazlığa, bu herkesin bildiğini okumasına dayanarak, kahırla ve ümitsizlikle “yazmama” eylemine niyetlenmesi, Risâle mantığıyla ve Kader anlayışımızla bağdaşmayan, sadece anlık bir duygusallığa kapılmaktan ibaret olsa gerekti.
Öyle olduğu için, ümitsizlik anı fazla sürmedi. Şimdi diyoruz ki:
Bu son yargı darbesine sebep gösterilen ve her canipten şimşekleri üzerine çeken o çok renkli, çiçekli ve çok çileli o bez parçasının (!) kamuoyundaki, uygulamadaki ve dinî ıstılâhtaki adını bile zikretmeye kıyamıyorum artık. Siyasî, menfî ve hileli bir arenada köşe kapmaca oynayanların malzemesi ve âleti haline getirilen ve menhus eller tarafından sağa sola çekilirken, asıl sahibinin, yani onu inancı gereği kullanan masumun üniversite kapılarında, şurada veya burada mağdur ve perişan bir halde ortada yapayalnız bırakıldığı bir hengâmede, boşluğa fırlatılan o masum nesnenin adını anasım gelmiyor.
Onu koruyamadığımız, ona hakkıyla sahip çıkamadığımız için o hicabı ağzıma almaktan hicap duyuyorum. Örtünmenin bir parçası olmasına rağmen, korumasız açıkta bırakılan o nesnenin bizatihî kendisi, örtünmeye, korunmaya ve şefkatli ellerin kol kanat germesine bir bilseniz ne kadar muhtaç.. Zira asırlardır kullanılagelinen ve yerine göre güzelliğin, ciddiyetin, yerine göre edebin ve inancın sembolü olan bu “alâmet-i farika”, böyle siyaset oyuncağı, böyle ağızların sakızı ve nihayet böyle darbenin âleti ve malzemesi haline getirilmemeliydi.
Âdil-i Mutlak, Hâkim-i Mutlak ve Kahhar-ı Zülcelâl Hazretleri, bu masum nesneyi böyle suçlu ve cani pozisyonuna sokanlardan öyle bir hesap sorar ki, tasavvuru bile ürperti verir. Bu son siyâsî keşmekeş ve arenada adını bile örtmek istediğim bu masum nesne, birilerinin siyasî ikbaline âlet ve malzeme olduktan sonra, şimdi de aksi istikamette, yani siyasî ikbal ve iktidar sahiplerini mahvetme operasyonunda âlet ve malzeme olarak kullanıldı.
Şimdi siyasî perişaniyet, çöküş ve bitişle karşı karşıya kalan o siyasî ikbal, makam ve mansıb sevdalıları, bu âna kadar ellerinde tuttukları masum ve günahsız nesneleri, dinî argümanları, bu tehlike anında daha güçlü bir ele teslim edemeyip, kendileriyle beraber yerlere düşürüp, o temiz ve pâk nesnelerin ayaklar altında ezilmelerine ve zillete düşmelerine sebep olurlarsa, ki öyle görünüyor, bu öyle bir vebaldır ki, tasavvurundan ruh, kalp ve vicdan ürperiyor.
Onlar için bir kurtuluş yolu belki olabilir ki, o da onların siyaseten çöküşlerinden sonra tövbe ve istiğfar ile çıkmaz sokaklara girmekten artık tamamen vazgeçerek, Bediüzzaman’ın gösterdiği ihlâs ve rıza-i İlâhî yolunda imana ve Kur’ân’a hizmet etmektir. Dünyaya ve dünya siyasetine onun penceresinden bakarak, siyasî arenada “ehven-i şer” olanı tercih edip, ona tâbî ve dahil olmadan, sadece yardımcı ve taraftar olarak, bu tarzda takip ettiği siyaseti de dine âlet ve hizmetkâr ederek, aslî vazifesine devam etmektir.
Ve tabiî ki sonradan böyle bir yola girebilmek, aklını ve basiretini henüz kaybetmeyenler için mümkün olabilir. Kısacası, dünyaya ve dünya hadiselerine Ankara’dan, yani siyaset kazanının fokurdadığı yerden bakmak, çok da sağlıklı olmayabiliyor. En iyisi, dünya siyasetine Erek Dağından, Başet’ten, Barla’dan, Emirdağı’ndan, Kastamonu’dan yahut Eskişehir, Denizli ve Afyon hapishanelerinden bakmak..
Bakınız, Bediüzzaman, Afyon Hapishanesinde iken yazdığı bir dilekçede, “İmanın cüz’î bir hakikatine ve Kur’ân’ın bir kudsî nüktesine dünya saltanatından daha ziyade ehemmiyet verdiğini, bütün hayatını öyle hakikatlere sarf edip ve dünya ahvâlini ahiret işlerine tercih edenleri divane telâkki ettiğini” söylemektedir. (Şuâlar, 372)
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
HARİKA BİR ÇOCUK |
|
Bediüzzaman Said Nursî.
1877 yılında Bitlis’in, Hizan kazasının, Isparit nahiyesinin Nurs Köyünde dünyaya geldi.
Babası, Peygamberimizin (asm) torunlarından Hazret-i Hasan’ın soyundan gelen Mirza Efendi; annesi, Hazret-i Hüseyin’in nesline mensup Nuriye Hanımdır.
Muttakî bir mü’min olduğu için sofu lâkabıyla anılan Mirza Efendi, İslâmî teâmüllere uyarak, yedi evlâdından dördüncüsü olarak dünyaya gelen bu çocuğun da sağ kulağına ezan-ı Muhammedîyi, sol kulağına kamet-i şerifi okuyarak Said ismini verdi.
Hayatı boyunca Allah’ın rızasını kazanmak için çalışarak o ebedî mutluluğa ve bahtiyarlığa nâil olan saadetli, mesud, mübarek gibi mânâları içine alan güzel bir isimdi Said.
Mirza Efendi biraz da, o sıfatları ebedî bir duâ hâline getirmek ve adı anıldıkça Allah’a hâlisâne yalvarış mânâsı taşımasını sağlamak maksadıyla oğluna o ismi verdi.
Bitlis dağlarının, zirveye yakın vadilerinden birine kurulan küçük bir köy olan ve asırlar boyu hiç değişmeyen Nurs’ta herkes birbirini tanıdığı ve hâli ile hâllendiği için Said’in doğmasına ailesi kadar köylüler de sevindi.
Doğuşu esnasında yaşanan suhûletin yanı sıra bebekliği sırasında pek ağlamaması, fazla apalamadan yürümesi aile büyüklerinin ve köylülerin dikkatini çekti.
‘Ulema yurdu’ olarak adlandırılan Nurs’ta, daha önce pek çok âlimin, zâhidin, hocanın, şeyhin, mutasavvıfın yetişmesine şahit olduklarından, bu gibi mânevî hâllere âşinâ olan Nurslular, Said’in hareketlerini de dikkatle takip etmeye başladılar.
Said’in, dikkat çeken ilk hususiyeti hârikulâde zekâsı oldu.
Akranları basit çocuk oyunlarını bile kavramakta zorluk çekerken o, çevresinde yaşanan hadiselerin seyrini ve aile büyüklerinin, akrabalarının, köyün ileri gelenlerinin hâllerini, hareketlerini dikkatle takip ederek yol, yordam, âdab, erkân öğrendi.
Biraz büyüyünce yaz mevsiminde çobanlık yapıp tarla, bağ, bahçe işlerine giderek ailesine yardım ederken; senenin yarısından fazla süren uzun kış mevsiminde dışarıda fazla iş olmadığından abisinin yardımıyla Kur’ân okumasını öğrenip sûreleri hıfzetmeye çalıştı.
Böylece kendisinin, “İnsanın en birinci üstâdı ve tesirli muallimi onun vâlidesidir. Ben seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum vâlidemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda âdetâ maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine binâ edildiğini aynen gördüm” ve “Şefkat dersini annemden, nizam ve intizam dersini babamdan aldım” sözleri ile de ifade ettiği gibi ilk ve en tesirli hayat derslerini ailesinden aldı.
Mütecessis bir mizaca sahip olduğu için öğrendiği bilgiler, şahit olduğu hadiseler ve gördüğü tabiî hâller hakkında merak ettiği her şeyi etrafındaki insanlara sormaya başladı.
Bir gece ay tutulması sırasında gökyüzünde olanlarla köyde atılan naralar, sıkılan silâhlar, çalınan tenekeler arasında bir ilgi kuramayınca meseleyi annesine sorması sırasında olduğu gibi sorularının muhtevası köylülerin bilgi ve kültür seviyesini aştığı için aldığı cevaplar merakını izale etmeyince her soruyu yeni sorular takip etti.
Çok sık sorduğu sorular arasında, köylülerin mânevî hayatını şekillendiren büyük âlimler, meşayihler de vardı. Onları tanıdıkça mânevî hâllerine âşinâ oldu ve günlük hayatında yer vermeye çalıştı.
Meselâ, miri malı olan ağaçlardan topladığı cevizlerini sakladığı yeri bulamayınca Abdulkadir Geylani Hazretlerine, ‘Ya Şeyh sana bir Fâtiha, bana cevizlerimi buldur’ diyecek kadar kendini onlara yakın hissetti.
Mirza Efendi, ondaki bu aşırı merakın üstün zekâlı oluşundan ileri geldiğini fark edince, çocuğun zihninin lüzumsuz malûmatla dolmasına meydan vermemek için onu Molla Mehmed Emin Efendinin Tağ Köyü’ndeki medresesine götürdü.
Lâkin Said'in, henüz medreseye gidecek yaşa gelmediğini gören Emin Efendinin, onun bilgi seviyesini nazara almaması ve kendisine çocuk muamelesi yapılması üzerine, bazı talebelerle imtizaç edemediği, hocalardan da pek ilgi görmediği için köyüne dönünce ilk eğitimi 1882 yılında başlamadan bitti.
Bir süre, medresede okuyan ağabeyi Abdullah, hafta sonları eve geldiğinde medreselerin birinci kısımlarında okutulan sarf, nahiv, mantık, veda, mecaz, istiare, münâzarâ ve akaid gibi derslerden ders alıp hafta içinde onlara çalışarak kendini yetiştirmeye gayret etti.
İlim öğrenmenin hazzını alınca medreselerden daha fazla uzak kalamadı. 1883 senesinde ağabeyinin de teşvikiyle tekrar tahsile başlamaya karar verdi ve annesinden, babasından müsaade isteyip önce Şeyh Seyyid Nur Muhammed Efendinin Piramis Köyü’ndeki medresesine, ardından da Hizan Şeyhinin yaylasına gitti.
Orada diğer talebelerle birlikte bir süre tahsile devam eden Said’in, onlardan farklı olarak kimseden yardım almaması, zekât kabul etmemesi, köylere yardım toplamaya gitmemesi şeyhin ve hocaların dikkatini çekti.
Ailesinden tevarüs eden bu istiğna hasletinin yanı sıra mertliği, dürüstlüğü, çalışkanlığı sayesinde talebelerin sevgisini ve hocalarının takdirini kazanmasını kıskanan bazı talebeler tarafından sürekli rahatsız edilince onlara mukabele etmedi ve şeyhin huzuruna çıktı.
“Şeyh Efendi, bunlara söyleyin benimle dövüşecekleri zaman dördü birden değil, ikişer ikişer gelsinler” diyerek şikâyet etti.
Said’in bu hareketinden hoşlanan Şeyh Efendi, “Sen benim talebemsin, bundan sonra kimse sana ilişemez” diyerek himaye edince, ona ‘şeyh talebesi’ diye isim takan talebeler bir daha saldırmaya cesaret edemediler.
Takriben 1885 yılında yaşanan bu hadiseler sırasında Said’in cesaretine, zekâsına ve çalışkanlığına hayran kalan bazı hocaları, onun yetiştiği şartları ve ailesinin durumunu merak ederek Nurs’a gittiler.
Yedi saat kadar süren yorucu bir yolculuğun ardından Nurs’a gelip Sofi Mirza Efendinin evini bulduklarında, o evde olmadığı için onları Nuriye Hanım karşıladı ve beyinin çifte gittiğini söyleyerek evin önündeki ağacın altında istirahat etmelerini sağladı.
Onlar mütecessis nazarlarla köyü seyrederken Mirza Efendi ağzı bağlı öküzlerle tarladan geldi. Hocalar onu da çok merak ediyorlardı ama hayvanların ağızlarının bağlı oluşu dikkatlerini çektiği için önce bu hareketin sebebini sordular.
“Efendim, bizim tarla biraz uzaktır. Gelirken bazı ekili tarlaların ve bahçelerin içinden geçiyorum. Eğer hayvanların ağzı bağlı olmazsa başkalarının mahsullerinden yerler ve ekmeğimize haram lokma karışır. Buna meydan vermemek için böyle yapıyorum” dedi.
Bu mânidar cevap karşısında söyleyecek bir şey bulamayan hocalar, annesinin de Said’i abdestsiz emzirmediğini ve mecbur kalmadıkça teheccüd namazını geçirmediğini öğrenince hâllerine hayran kaldılar.
Onlar Said’in kendi medreselerinde eğitim görmesini istiyorlardı ama bir süre kaldıktan sonra orada öğreneceği fazla bir şeyin kalmadığını anlayan Said, ağabeyi ile birlikte Nurşin’e gitti.
Yaz olması dolayısıyla, ahali ve talebelerle birlikte Şeyhan Yaylasına gittiler. Orada eğitim gördüğü zaman içinde, bazı talebelerin yanı sıra ağabeyi Molla Abdullah’la da aralarında bazı problemler çıkınca, medresenin müderrisi Mehmed Emin Efendi Said’i ikaz etmek istedi.
Medresenin Abdurrahman-ı Taği’ye ait olduğunu bilen Said, “Efendim, bu medresede bulunmanız hasebiyle siz de benim gibi talebe sayıldığınızdan bana müdahale etme hakkınız yoktur” diyerek itiraz etti.
Kimse onun medreseden ayrılmasını istememesine rağmen, o bu tartışmadan sonra orada daha fazla kalmasının doğru olmayacağını düşünerek yetişkin insanların gündüz bile gitmekten korktukları ormanların içinden geceleyin tek başına Nurşin’e gitti.
Bir süre o havalideki medreseleri dolaşıp eğitim seviyelerini tesbit etmeye çalışan Said, oralarda da kendisinden büyük talebelerle bazı problemler yaşayınca, biraz daha büyüyünceye kadar medreseye gitmemeye karar verdi ve 1888 yılında tekrar köyüne döndü.
O sene kış mevsimini Nurs’ta geçiren ve bahara doğru ilim için tekrar yollara düşme hazırlıklarına başlayan Said, zamanın en muteber ilim, irfan merkezi olan medreselerde aradığı ilmî seviyeyi bulamayınca sâfî bir kalple ‘İlm-i Ledün Sultanına’ ilticâ etmiş olmalı ki, bir gece yatağına yatıp gözlerini kapadığı anda dünyası değişiverdi.
Rüyasında kıyametin koptuğunu görüp kendisini mahşerî bir kalabalığın içinde bulunca Peygamberimizi (asm) ziyaret etmek iştiyakıyla hareketlendi. Onu (asm) nasıl bulacağını düşünürken Sırat Köprüsü’nün başına gidip beklemek aklına geldi.
“Peygamber Efendimiz (asm) oradan geçerken ziyaret edip mübarek elini öperim” diyerek oraya gitti. Bütün peygamberlerle görüşüp ellerini öptükten sonra kendisini Peygamber-i Zîşanın huzur-u saadetlerinde buldu.
O sırada heyecandan bedeni bütün benliği ile birlikte titremesine rağmen, kalbi dileğinde, dili söyleyeceği kelâmı terennümde hiç tereddüt etmedi. Onun (asm) mübarek ve münezzeh ellerine kapanıp serâpa nurdan müteşekkil bir alâim-i semâ âhengine bürünerek dile geldi.
“İlim, yâ Resûlallah!..” dedi.
“Ümmetimden suâl sormamak şartıyla sana ilm-i Kur’ân verilecektir” buyurdu Peygamberimiz (asm) de.
Hakikatten daha âşikâr bir rüya-yı sâdıka olan bu lâhûtî hâlin ve Peygamberî tebşirin şevkiyle harekete geçen Said; aile büyükleri, akrabaları, arkadaşları ve köylülerle helâlleşip vedalaşarak Nurs’tan ayrıldı.
1889 baharında İlm-i Kur’ân’ı tahsil etmek gayesiyle yeniden yollara düşen Said, ilk olarak Arvas’taki medreseye gitti ve Emin Efendinin huzuruna çıkıp kendisine ders vermesini istirham etti.
Emin Efendi; karşısına geçip kendisinden ders almak isteyen on bir, on iki yaşlarındaki bir çocuğa ders vermeyi hocalık teâmüllerine aykırı bulduğundan ona, önce bir süre yetişkin talebelerden ders alması gerektiğini hatırlattı.
Hocanın bu tavrına karşı çıkan Said, oradan ayrılıp Müküs’e (Bahçesaray) gitti. Maksadı oradaki Mir Hasan Velî Medresesinde eğitim görmekti ama yaşı küçük olan talebelere fazla ehemmiyet verilmediğini görünce orada da fazla kalmadı.
Müküs’ten ayrıldıktan sonra 1890 yılında Van Gölü’nün kenarındaki Vastan (Gevaş) kasabasına gitti. Orada bir süre kalarak medreselerin işleyişini takip etti. O havalideki medreselerin de diğerlerinden pek bir farkının olmadığını görünce yeni bir medrese arayışına girdi.
Vastan’da kaldığı sırada tanıştığı Molla Muhammed, Said’in maksadını anlayınca ona Doğubeyazıt’taki Mehmed Celâlî Efendi Medresesinde şartların biraz farklı olduğunu söyledi.
Uzun süredir böyle bir haber bekleyen Said, o medreseyi merak etti ve mevsim kış olmasına rağmen fazla zaman kaybetmemek için Molla Muhammed’in refakatinde Doğubeyazıt’a hareket etti.
—DEVAMI HAFTAYA—
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Nazarı dağıtmamak |
|
Başından beri Nur hizmetini zaafa düşürmek, dağıtmak ve çökertmek için pek çok sinsi ve dessas taktiğe başvurulmuş. Bunların akla hayale gelmedik acaip örneklerini lâhika mektuplarında görmemiz mümkün.
Bu taktiklerden biri de Nur talebelerinin Risale-i Nur’a odaklanan dikkatini başka adreslere dağıtmaya çalışmak. Öyle ki, bunun için, “Said Nursî yanında başka kitapları bulundurmuyor, demek onları beğenmiyor. İmam-ı Gazâlî’yi de beğenmiyor ki eserlerini yanına getirmiyor” gibi iftiralar atılıp propaganda yapıldığını Kastamonu mektuplarından birinde okuyoruz. (s. 139)
Bu nevi hilelerin “perde altındaki ehl-i zındıka”nın işi olduğunu belirten Üstad bu asılsız iddiayı “Hâşâ, yüz bin hâşâ” diyerek reddediyor.
Risale-i Nur ve talebelerinin bir üstadı olan ve kendisini Hz. Ali (r.a.) ile bağlayan Hüccetül-İslâm Gazâlî’yi beğenmemek bir yana, bütün kuvvetleriyle o büyük zatların takip ettiği mesleği ehl-i dalâletin hücumundan kurtarıp muhafazaya çalıştıklarını ifade ederek şunları söylüyor:
“Fakat onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı imaniyeyi sarsmıyordu. O zatların asırlarına göre münazara-i ilmiye ve diniyede istimal ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden, Risale-i Nur, Kur’ân’dan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zatların tezgâhlarına müracaat etmiyor.
“Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için, vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek, Hem Risale-i Nur şakirtlerinin yüz mislinden ziyade zatlar o kitaplarla meşguldürler ve o kudsî vazifeyi yapıyorlar. O vazifeyi onlara bırakmışız. O kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh-u canımız kadar severiz.
“Fakat her birimizin bir kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var; vaktimiz dar; en son silâh, mitralyoz gibi, Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.” (s. 139-40)
Üstadın bundan yetmiş yıl kadar önce Kastamonu’da işletilmek istenen dessas ve tehlikeli bir fitneyi söndüren mükemmel cevabı, bugün ve bundan sonraki hizmet sürecinde de geçerli.
Tıpkı, “İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır” başlıklı mektuptaki şu önemli ikaz gibi:
“Gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve Üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için, şeytanî planlarını, desiselerini değiştirdiler. ‘Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz’ fikriyle, aldatmak yolunu tuttular.
“O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar, dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki; ‘Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu mâlûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir’ gibi birtakım kandırışlarla, sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar.” (Tarihçe-i Hayat, s. 599)
Üslûbuyla Zübeyir Gündüzalp’i hatırlatan bu sözlerin devamında, söz konusu telkinlerin Nur talebelerindeki tesiri ise şöyle dile getiriliyor:
“Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah ve uyanıklık veriyor ki, bütün böyle aldatmalar, bizi Risale-i Nur’a şiddetle sevk ve teşvik (...) ediyor. Hattâ öyle Nur talebeleri meydana gelmektedir ki, dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar: ‘Zaman İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır...’
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bu hamur çok su götürür |
|
Zaman zaman açılan ‘garip’ dâvâlar sebebiyle bazı “kanun numaraları” medyanın gündemine taşınır. “5816 sayılı kanun” da zaman zaman gündeme gelen kanunlar arasındadır. Halk dilinde “Atatürk’ü Koruma Kanunu” olarak hatırlanan ve resmî adı “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanun” olan bu kanunun ‘kanun numarası’ 5816’dır.
http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr internet adresindeki bilgilere göre bu kanun, 25/7/1951 tarihinde kabul edilmiş ve 31/7/1951 tarih ve 7872 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş.
Tabiî ki bu kanunun hazırlanması esnasında ve yürürlüğe girdikten sonra yaşananlar ayrıca tartışılabilir ve tartışılmalıdır. Ancak son yıllarda bu kanuna muhalefet iddiasıyla açılan dâvâlara bakınca bir gariplik seziliyor. Hatırlanacağı üzere, bu kanuna muhalefet sebebiyle hakkında dâvâ açılanlardan biri de Prof. Dr. Atilla Yayla idi. Muhtemelen başka kişiler hakkında da bu kanundan dâvâ açılmıştır, ama Yayla hakkındaki dâvâ Avrupa’dan da tepki görmüştü. Prof. Dr. Yayla, İzmir’de düzenlenen bir toplantıda konuşmuş ve bu ‘kanun’a takılmıştı.
Son günlerde de, bu kanuna muhalefet iddiasıyla bir başörtülü hakkında soruşturma açıldığı duyuldu. Hadisenin hukukî ayrıntıları bir yana, dâvâ açılmasını isteyenlerin iddiasına göre herhangi bir kişiyi sevmediğini ifade etmek ‘suç’ addediliyor. Oysa dünya âlem bilir ki, herhangi bir kişiyi sevmek ya da sevmemek, bunu ifade etmek; kanunla düzenlenebilecek bir konu değildir. Çünkü sevgi, içten ve kalpten gelirse bir anlam taşır. Yoksa kanun zoruyla sevgi, sadece insanların olduğundan farklı görünmesine sebep olur.
Bu tartışmalar bugünün meselesi değil, geçmiş yıllarda da çok tartışma konusu yapılmıştır. Ama artık—2008 yılında da—kişileri kanunlarla sevdirmeye çalışmak mümkün değildir, fayda vermez. Bunu en başta, kişileri kanun zoruyla sevdirmeye çalışanlar bilmelidir. Bilmemeleri mümkün değil, o halde bu tavırları sadece ‘yersiz inat’ ile açıklanabilir.
Kanun zoruyla herhangi bir kişiyi sevdirmek mümkün olsaydı, yarım asrı aşan sürece yürürlükte olan kanunların bunu temin etmesi gerekirdi. Son ifadeler bunun mümkün olmadığını göstermez mi?
Düşünün ki Mehmet Ali Birand bile “Oldum olası ‘Atatürk aleyhine işlenen suçlar’ yasası garibime gitmiştir” diyebilmiştir. (Posta, 14 Haziran 2008) Ki, böyle kanunların çare olmadığını ifade eden sadece Birand da değildir. Bu tartışmalar gündeme gelince, yıllar önce benzer tartışmaların yapıldığını hatırladık. 1990’larda, ‘meşhur’ olan Mülkiyeliler Birliği’nin İstanbul / Kuruçeşme toplantıları vardı. O toplantılardan birinde Hasan Cemal’e bu soru sorulmuş ve “Kişilerin kanunlarla korunması hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorulmuştu. Hasan Cemal de, bunun mümkün olamayacağını ve bu anlayışın değişmesi gerektiğini söylemişti. Aradan yıllar geçti ve biz hâlâ bu konularla oyalanıyoruz.
Değil demokrasi ile idare edilen ülkelerde, muhtemelen diktatörlüklerle idare edilen ülkelerde de hiç kimse kanun zoruyla sevdirilemez, hiç kimse kanun zoruyla korunamaz... Dün böyle olmuş, bugün de böyle, yarın da farklı olmayacak. Bu ‘hamur’ çok su kaldıracağından, kısa kesip işimize bakalım...
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Tetikçinin tuzağına düşmek |
|
Nuray Bezirgan olayıyla birlikte yeniden bir 28 Şubat atfı veya tartışması yaşanmaya başlandı ve olay Fadime Şahin olayına benzetildi.
Halbuki, ikisi arasında dağlar kadar; bilemediniz yer-gök veya sera ile süreyya kadar bir fark var. Ama Nuray Bezirgan olayına 28 Şubat penceresinden ve zaviyesinden de bakabiliriz. Aralarında bir bağ olabilir. Bu bağ aslında ‘Teke Tekçi’ Fatih Altaylı ile 28 Şubat arasındadır. Tuncay Özkan ile Fatih Altaylı birbirine benzeyen ikili...
Kuşkusuz ideoloji hamalı değiller bilâkis ideoloji ihalecileri denilebilir. Yapılan mühendisliklerin ihalesini alıyorlar. Altaylı her dönemde karşımıza farklı kimliklerle çıkıyor. Her dönemde karşımıza kendi konumunu, pozisyonunu konsolide edecek malzemelerle çıkıyor. Bu tür malzemeler arayıp bulmakta gerçekten de mahir. Üzerine yok. 28 Şubat sürecine giden süreç içinde Ak Parti’yi değil de Ak TV’yi gammazlamıştı. Merhum Esad Coşan Hoca, Yahudi ve Musevilerle alâkalı olarak bir hadis okumuş ve bunu yorumlamıştı. Bu hadis-i şerifi toplum içinde kin ve nefret tohumları yaymak olarak nitelendirmiş ve şikâyetinden dolayı da AK TV’ye işlem yapılmıştı. Ardından başbakan Hülya Avşar’ı keşfetmeden Fatih Altaylı’yı keşfetmiş ve uzun yıllar kamuoyuna onun ekranından ve penceresinden hitap etmiş ve ulaşmıştı. Ne olduysa aralarına yeniden kara kedi girmiş ve Fatih Altaylı eski mevzisine dönmüştü ama bu arada başbakanla yaptığı sohbetlerdeki gibi reytinglere ulaşamamıştı. Sonunda bunun da kolayını buldu. Bu defa başbakanın yerine ekranları şenlendirecek bir isim bulmakta gecikmedi. Emine ŞENLİKoğlu. Altaylı ile ŞENLİKoğlu arasında yapılan harareti yüksek konuşmaya muttali olamadım. Ama kulaktan kulağa akseden bu konuşma benim kulağıma da çalındı.
***
Şimdi dişine göre amatör ŞENLİKoğulları bulmuş. Bunlardan birisi Nuray Bezirgan diğeri de Kevser Çakır. Ne diye böyle kalemini tetik olarak kullanan birisiyle ekranları paylaştılar anlayamadım doğrusu. Teke Tek’de düello etmek çok mu lâzımdı. Zira Teke Tekçi herif daha önce ağzına geleni söylemiş ve ağzını tutamamış ve başörtülülere ‘fahişeler’ diye hakarette bulunmuştu. Yarasa edebiyatının yapıldığı yıllarda bu edebiyata o da ‘fahişeler’le katkıda bulunmuştu.
Başörtülülerin kendilerine böyle hakaret eden birisiyle ne hesapları olabilirdi! Acemi çaylaklıktan dolayı mı yoksa ekranın cazibesi mi çarptı onları? Hangi sebepten dolayı Emine ablalarına özendiler?
Başbakanımız da eski müdavimlerinden birisi olarak bilmeden genç kızları özendirmiş olabilir. Onlar da bir mahzuru yok diye düşünmüş olabilirler. Elbette takdir onların. Bu defa Altaylı infazı diliyle ve kalemiyle değil de kanunlar üzerinden yapmış. Başörtüsü yasağıyla Atatürk nefreti arasında bir ilişki kurarak kızları 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanununa havale etmiş. Çok ilginç! Fatih Altaylı bağlamın dışına taşmış ve kızlar da onun tuzağına düşmüşler. Demişler ki: “Biz Atatürk’ü değil de Humeyni’yi seviyoruz…” Elbette sevgi meselesi kanun terazisine gelmez. İnsanlar neyi sevip sevmeyeceğini kendileri tayin eder. Zorla veya kanunla güzellik olmaz. Renkler ve zevkler tartışılmaz denilir. Kendilerini böyle savunabilirlerdi. ‘Meselemizin düzeyli sevmek veya sevmemekle alâkası ne olabilir?’ diyerek muhatabın ağzının payını verebilirlerdi. Onlar ne yapmışlar Altaylı’nın maksadına alet olmuşlar. Meseleyi sevgi ve nefret bağlamına oturtmuşlar. Mustafa Kemal’den nefret ettiklerini ve Ayetullah Humeyni’yi sevdiklerini söylemişler. Tabiî ki onunla da kalmamışlar bir sürü sapla samanı birbirine karıştırmışlar. ‘İngiliz işgali olsaydı daha hürdük’ meâlinde sözler söylemişler. Dolayısıyla bağlam dışına çıkmışlar; tam da Altaylı’nın arayıp da bulamadığı ve beklediği cevapları vermişler ve böylece medyanın avı ve şikârı haline düşmüşler.
***
Türkiye’nin dünyada emsali yok ve daha fazla ülkemiz başörtüsü yasağıyla yoluna devam edemez türünden şeyler söyleyebilirlerdi ama bunu İngiliz işgali bağlamına oturtarak söylemeleri isabetli olmamıştır. Abdullah Gül’ün dışişleri bakanı iken uluslar arası mahfillerde ve mahkemelerde başörtüsü yasağını savunma durumuna düşerken öncesinde eşinin de yasak kapsamından dolayı mağduriyetini aynı mahfillere götürmesi büyük bir çelişki olmuştur. Babacan’ın Avrupalı vekillere karşı söyledikleri doğru olabilir. Lâkin bunu onların huzurunda söylemenin devlet adabı ve geleneğiyle pek de bağdaşır bir yanı olmasa gerek. Dolayısıyla sapla samanı birbirine karıştırmamak lâzım. Elbette tetikçinin yaptığı kalleşce bir olay. Yasak için hiç alâkası olmayan bir kanunun arkasına sığınmak. M. Kemal veya benzeri isimleri kanunla koruma altına almak aslında sevgi ve nefrette insanları riyakârlığa teşvikten başka bir şey değil. Onun yerine düzeyli eleştiriyi teşvik etmek gerekir. Ve dolayısıyla insanlar niyetleriyle yargılanamayacakları gibi sevgi ve nefretleriyle de sorgulanamazlar. Asıl suç sevgi ve nefreti tetikçilik malzemesi yapmaktır. Acemi çaylak kızlar da bu yaptıklarıyla tetikçinin tuzağına düşmüş oldular. Başları öyle yaparsa; imamları bu hataya düşerse cemaat veya kızlar ne yapmaz!
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Tartışmanın odağı… |
|
Ankara, haftayı Anayasa Mahkemesi’nin “iptal kararı” tartışmalarıyla geçirdi. Diğer “taraf”tan ortaya atılan yeni “dinlenme” skandalı gibi başka konular da gündeme sokuşturulmak istenmekte. Lâkin önümüzdeki dönem Başkentte siyasetinin ana gündeminin “kapatma davası” olacağı, diğerlerinin tali kalacağı anlaşılmakta…
Başbakan’ın son demde iktidar partisi milletvekillerine “dava”nın sonuçlanmasına kadar Ankara’dan ayrılmamaları tembihi ve özellikle grup toplantısının “kapalı” bölümünde “Trenden inen bir defa daha binemez!” uyarıları, siyasetteki sıcak günlerin habercisi. Kapalı kapılar ardında bir yığın senaryodan bahsediliyor. Lâkin senaryolarının çoğunun “AKP sonrası”na odaklanması; iktidar partisi mensuplarının da “partinin kapatılacağı” kanaatine geldikleri intibâını veriyor.
Dışişleri Bakanı Babacan’ın, “Anayasa Mahkemesi ne karar verirse versin, hoşumuza gitsin gitmesin bu nihâî karardır ve kesindir; buna saygılı olmalıyız ve uymalıyız” açıklaması, bunun en açık göstergesi.
Dolayısıyla Başbakan’ın bir nevi partisinin gazını ve gayzını almak için Meclis grubunda zaman zaman sesini yükselterek yakınmasının ötesinde demokratikleşme ve özgürlüklerde hiçbir öneride bulunmaması, iktidar partisinin “kapatma davası”ndan çok dava sonrasına endekslendiğini gösteriyor.
Erdoğan’ın A’dan E’ye varan plânları sıralayıp hep yeni bir siyasî tablo için moral pompalamaya uğraşması, siyasî kulislerde buna yorumlanıyor. AKP’nin yerine ikame edilecek partiden, “post AKP”den, “yıpranmamış yenilikçiler”den bahsediliyor…
DÜZENLEMELERİN
“TÜRBAN”LA İLİNTİLENDİRİLMESİ…
Gelinen noktada meselenin Meclis’e havale edilip “gerekçeli kararı bekleme” bahanesiyle âdeta peşin bir teslimiyetçilikle siyasî sorumluluktan kaçınılması çekingenliği, sâdece iktidar partisine değil, demokratik irâdeye de kaybettiriyor.
İşin bir başka ilginç yönü, AKP’in sunacağı savunmasıyla ilgili ortaya çıkan ikilem. “Savunma ekibi”nde bir yandan Mahkemenin son “iptal kararı”nın savunmaya yansıtılması tartışılırken, diğer yandan bu ilişkilendirmenin yanlış olduğu görüşü ortaya çıkıyor.
Bundandır ki “Başsavcı, iddianamesinin omurgasını bu Anayasa değişiklikleri üzerine oluşturdu, şimdi iptal kararıyla davanın en önemli konusu ortadan kalkmıştır” diyenlere karşılık, “bu düzenlemelerin başörtüsü için yapılmadığı, amacın genel olarak hak ve özgürlüklerle ilgili olduğu” ileri sürülüyor. Lâkin sözkonusu Anayasanın 10. ve 42. maddeleri değiştirilmesinde bilhassa “türban yasağı”nın üzerinde durulduğu, bu değişikliklerin başörtüsü için yapıldığı, iktidar partisi sözcülerinin Meclis konuşmalarında mevcut. Kararda Mahkemenin “iptali”nin Anayasanın ikinci maddesindeki “laiklik ilkesi”ne bağlamasının büyük ölçüde buna dayandırıldığı konuşuluyor.
Nitekim, “savunma” hazırlıklarında bazı partili hukukçuların, “Şimdi iptal kararını bu şekilde savunmamızda değerlendirmeye kalkarsak, bu düzenlemeleri türbanla ilintilendiren görüşleri kabul etmiş olmaz mıyız?” diyenler, dolaylı da olsa göz göre göre Anayasa Mahkemesi’nin eline bu konuda koz verildiğini ikrar etmiş oluyor. Tartışmanın odağı da bu…
TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER OLMALIYDI
Bu durum, siyasî iktidarın ciddî bir plânının olmadığını, ortaya koyuyor. Bu yüzden insan haklarının en başında gelen inanç eğitim hakkının engellenmeyeceğini vurgulayan ve herkesin kanun önünde eşit olduğunu, yasalarda yazılı olmayan herhangi bir nedenle kimsenin temel hak ve özgürlüklerinden mahrum edilmeyeceğini tahkim eden değişiklikler, çıkmaza sürükleniyor. Yanlış strateji, özgürlüklerin daha da kısıtlanmasına sebebiyet verdiriyor…
Bütün bunlar, siyasî iktidarın seçimlerden sonra önce büyük bir iddiayla ortaya attığı “yeni anayasa”dan vazgeçmesi ve ardından en azından AB’ye taahhüd edilen demokratikleşme ve özgürlüklerde uyumu sağlayacak “demokratikleşme paketi”ni ertelemesinin sonucu. Oysa münhasıran “türban yasağı” için değil, genel olarak temel hak ve özgürlüklerdeki engellemeleri gideren, inanç ve ibadet hürriyetini, demokratik eğitim hakkını bunun içinde sağlayan, “geniş demokratikleşme paketi”ne çalışması gerekiyordu…
Siyasî iktidar bunu yapmadı; popülist davrandı, oyuna geldi, kanunsuz “türban yasağı”nı yasayla kaldırmaya kalkıştı. Aydın Menderes’in ifâdesiyle âdeta elini uzatıp yargıya “beni kelepçele!” dedi. Ne var kendisiyle birlikte demokrasiyi, özgürlükleri, temel hak ve özgürlükleri de kelepçeletti….
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Mahkemenin yükünü arttıran parti! |
|
Bu günlerde en çok gündemde olan devlet kurumu Anayasa Mahkemesi. Temel görevi, “yasama organının kimi işlemlerinin Anayasa’ya uygunluğunu denetlemek” olan Mahkeme, parti kapatma dâvâlarına ve başbakan ile bakanların yargılanmasında yüce divan görevi de yapıyor. CHP gibi bir anamuhalefet partisinin olduğu Meclis’te de birçok konu mahkemenin önüne getiriliyor.
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir istatistiğe göre, Anayasa Mahkemesi’nin önüne, 27 Mayıs darbesi sonrası kurulduğu yıl olan 1962 yılından Nisan 2008 sonuna kadar 5 bin 746 dâvâ gelmiş. Mahkemenin, AKP iktidara gelmeden önceki dönem olan 1962-2002 yılları arasında baktığı dosya sayısı ise 4 bin 548 olarak gerçekleşmiş. Bu hesaba göre 1962-2002 arasında yılda ortalama 116 dâvâya bakan mahkeme, AKP döneminde yıllık ortalama 229 dâvâya çıkmış. Bu yılın ilk dört ayında açılan dâvâ sayısı 52‘yi bulmuş bile.
Bu durumda Mahkemenin yükünü CHP mi yoksa AKP mi arttırıyor dersiniz?
ÜSTÜ KAPALI TEHDİT
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın son dönemdeki siyaset tarzı tehdit üzerine kurulu. Bir bakıyorsunuz Anayasa Mahkemesini tehdit etmiş, bir başka zaman iktidarı…
Hatırlanacağı üzere “Anayasa Mahkemesi’nin 367 milletvekili bulunmadan cumhurbaşkanı seçilebileceği yönünde karar vermesi durumunda, Türkiye tehlikeli bir kriz ve çatışma ortamına sürüklenecektir” demişti. Son grup toplantısında da Başbakan Erdoğan’ı tehditvâri bir şekilde uyardı. “Sakın ha Anayasayı değiştirme” dedi. Peşinden de “Düzeni bozarsan altında kalırsın!” diye de ikazına (!) devam etti.
Baykal bunları söylerken bir de millî irade tanımı getirdi. Biz şimdiye kadar millî irade olarak milleti bilirdik. Meğer değilmiş. Baykal’a göre millî irade, “Devleti kuran irade”ymiş, anayasa imiş. Bir de siyasî irade varmış. Seçimlerde alınan oylar siyasî, devleti kuran irade de millî iradeymiş.
Baykal’a tavsiyemiz milleti yabana atmaması. Yoksa millet şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da cevabını oyuyla verir…
ASKERİN ELBİSESİ
TÜBİTAK tarafından TSK personeli için tasarlanan kamuflajlar görücüye çıktı. İlk giyen de Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt oldu. Kamuflaj deyip geçmemek lâzım. Özelliklerini duyunca şaşırdık doğrusu. Kamuflaj deseninin geliştirilmesi için önce yedi ayrı coğrafî bölgenin uydudan fotoğrafları çekilmiş, ona göre dikimler yapılmış. Bu kıyafetle askerler uydudan bakıldığında arazide fark edilmeyecekmiş. Özelliklerinden birisi de ter kokusunu engelliyor olması. Bir de kıyafet askerleri ultraviyole ışınlarından koruyormuş.
Yeni kamuflajların askerlerimize hayırlı olmasını dilerken, başka bir üniformadan bahsetmek istiyorum. 28 Şubat sürecinin “kudretli” komutanlarından ve şu anda emekli olan Çevik Bir ile eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur yıllar sonra yeniden üniforma giyeceklermiş. Bunun nereden çıktığını açıklayalım.
NATO Müttefiklerarası İhtiyat Subaylar Konfederasyonu’nun (CİOR) ilk uluslar arası toplantısı Temmuz ayında TESUD’un evsahipliğinde yapılacakmış. CIOR organizasyonlarında emekli subaylar “ihtiyat subayı” olarak üniformalarıyla faaliyetlere katıldıkları için İstanbul’daki bu toplantıda da aynı kural geçerli olacak ve yabancılarla birlikte Türk emekli subayları da emekli oldukları rütbelerine göre üniforma giyecekler. Türk heyetinden de Bir ve Eruygur, gardıroplarında üniformalarını çıkarıp giyeceklermiş.
Bu toplantının son günlerdeki tartışmaların olduğu bir döneme gelmesi enteresan. O üniformaları giydiklerinde akıllarına 28 Şubat’ta yaptıkları, kudretli dönemleri gelir de çıkartmak istemezlerse ne olur bilemeyiz.
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Hâkimin yakasına yapışılır mı? |
|
Darbelerin iyisi kötüsü olmaz. Darbe darbedir. Kanunu, kurulu düzeni, intizamı, hiyerarşiyi, hak ve hürriyetleri ortadan kaldırıp alabora ettiği için darbelerin hepsi de kötüdür, gayr-ı meşrûdur. Şu kadarı söylenebilir: Darbelerin bazıları çok daha yıkıcı ve tahripçi olduğu gibi; bazıları daha az zararlıdır.
Geçmişten günümüze baktığımızda, maalesef ülkemizin bir darbeler, bir muhtıralar ülkesi olduğunu görürüz. Mevcut hükümetleri hedef alan, fakat faturası bütün millete çıkan ülkemizdeki darbeler, zaman ve zemine göre bazen postmodern tarzında; bazen de muhtıra veya bildiriler şeklinde zuhur etmiştir.
Net ve ap açık bir gerçektir ki, adı ne olursa olsun bütün darbeler, her defasında ülkemizi hep geri götürmüş, milletimize pahalıya mal olmuş, alt üst ettiği kanun ve nizamların, gasbettiği hak ve hürriyetlerin tamiri ve tekrar ikamesi bu ülkenin senelerini almıştır.
Malûmu ilâm kabilinden olan böyle bir girizgâhtan sonra 12 Eylül darbesine ait dönemde hâlen unutamadığım bir hatıramı sizinle paylaşmak istiyorum. Gayem; eski defterleri karıştırıp, yaraları kaşımak değil elbette. O günlerden bugüne aradan bunca zaman geçmesine rağmen ülkemizde hâlen benzer olayların aranıyor olması, zaman zaman bazı zinde güçlerin güç gösterilerinde bulunuyor olması, böyle bir darbe hatırasını derhatır ettirdi.
12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen, bulunduğum bölgede sıkıyönetimin hükümfermâ olduğu zamanlar idi. İlçenin sevk ve idaresi, emniyet ve asayişin sorumluluğu bir astsubaya verilmişti.
İlçenin sıkıyönetim komutanı mevkiindeki astsubay, sıkıyönetimin verdiği bütün yetkileri sonuna kadar, en sert biçimde kullandığı gibi, çoğu zaman da yetkisini aşarak keyfî icraatlarda bulunmaktan çekinmiyordu.
Meselâ; ilçenin idare makamında bulunan kaymakamın veya belediye başkanının yetkilerini kullanma cür’etinde bulunduğu gibi diğer resmî kurum âmir ve memurlarını denetleyip, icap ettiğinde onlara emirler yağdırıyordu. Hatta çeşitli bahanelerle onları makamına çağırıp, yerine ve adamına göre azarlayıp, hakaretlerde bulunuyordu.
Meselâ; her sabah hükûmet binasının kapısına iki tane vazifeli askeri diker, âmir ve memurların zamanında mesâiye gelip gelmediklerinin takibini yapar; işe geç gelen veya mesâiden erken ayrılan personelin sözlü veya yazılı ifadesini alır, gerekli ikaz ve ihtarları en sert şekilde yapmaktan çekinmezdi.
İnanılacak gibi değil ama bir general pozisyonunu sergileyen sıkıyönetim yetkilisi bu astsubay, ilçedeki hâkim ve savcılara karşı dahi tavizsiz bir tavır içine girebiliyordu bazen. Meselâ bir defasında, mesai saatinde kurum personellerinin teftiş ve denetimini yaparken; sulh ceza hakiminin, makamında değil de bitişik odada kendi personeliyle çay içip, sohbet ettiğini gören astsubay; hâkime hitaben “Burada ne diye oturuyorsun? Niçin mesaî saatinde makamında bulunmuyorsun?” diyerek hakimin yakasından tutup, darp ederek sürüklemeye ve galiz tabirlerle hakaret etmeye başladı. Derken oradaki personel araya girip, hâkimi astsubayın elinden kurtardı. Bu olayın şahidi adliye personeli, olup biteni içlerine sindiremeyip, hakim beyden şikâyetçi olmalarını istediyseler de, hakim başına daha başka gailelerin açılabileceği endişesiyle bu üzücü olayı olmamış kabul ederek, olayın üstünü kapattı.
Bu darbe hatırası nereden aklıma geldi?
Şimdi elbette sıkıyönetimle yönetilmediğimiz için, artık askerler âmirleri, memurları denetlemiyor, hakimlerinin yakasına da yapışmıyor. Ama aradan yıllar geçmesine rağmen durum hâlâ normalleşmedi. Bu defa da 28 Şubat döneminde hâkimler otobüslere bindirilerek asker brifinglerine götürüldü. Aynı yargı mensupları, şimdi de askerce bir tavırla hükûmete muhtıralar vererek, gözdağı vermeye kalkışıyorlar.
Enteresandır bizim ülkemiz, vesselâm...
15.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|