Mehmet Altan bir yazısında; dünyada 11 Eylül’ün, bizde de 12 Eylül’ün ruhunu ve özünü kapitalizmin belirlediğini yazmıştı. Hak ve hukukla ilgili tartışmaların çoğu kez rant, hubbu cah, ikbal hesapları ya da devletçi söylemler etrafında tıkanması bu görüşü destekliyor. Kimse sahip olduğu gücü kolay kolay bırakmak istemiyor. Dolayısıyla bizde temel hak ve hürriyetler üzerinden yapılan ve yıllardan beridir süregelen kavgaların, gerilimlerin altındaki temel sebebin “rejim kaygısı” olduğu tezi, son yaşananlarla birlikte değerlendirildiğinde, kendiliğinden çürümüş oluyor.
Hem iktidar, hem de muhalifleri açısından yaşananları “çıkar çatışması” olarak yorumlamak daha gerçekçi bir tez olarak ön plana çıkıyor. Burada sorulacak asıl soru şudur: Toplum bu çıkar çatışmasının neresindedir? Cevap üzücüdür. Toplumda fertler arasında yaygınlaşan menfaatperestlik, bencilik, kendi çıkarını düşünme gibi hastalıklar, makro düzeyde yaşanan çıkar çatışmalarını sürekli hale getirmekte ve meselenin çözümünü zorlaştırmaktadır. Şöyle ki:
Kapitalizmin ya da materyalizmin temel ilkesi Şerif Mardin’in deyimiyle “daha isteriz” yahut “more” (daha ver)dir. Bediüzzaman’ın literatüründe bu durum “hel min mezîd” (daha yok mu) şeklinde ifade edilir. “İnsan, hırs ile bütün dünya ona verilse, ‘daha yok mu’, diyecek. Hem, hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder.” Hayat prensiplerini “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” yerine “hodgamlık”la ve görenek belâsıyla “daha yok mu, daha fazla isteriz” üzerine kuran toplumlar “daha iyi bir araba, daha büyük ev, daha çok elbise, daha çok para” istedikçe sosyal buhranların, değişik şekillerde tezahür eden zulümlerin yaşanması da kaçınılmaz oluyor. Kendi menfaatinden başka bir şey düşünmeyenler başkalarının uğradığı haksızlıklarla da pek ilgilenmiyor.
Bu noktada Bediüzzaman’ın bütün beşerî ihtilâllerin, fesatların, ahlâk-ı rezilenin, zulüm ve haksızlıkların iki kelimeden kaynaklandığı şeklindeki tesbiti de dikkat çekicidir. Bunlar, “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne” ve “sen çalış ben yiyeyim”dir. Şerif Mardin, zararlarına dikkat çektiği, yukarıda bahsettiğimiz bu materyalist prensibin yerine “istisnasız herkesin insanî potansiyelini ortaya çıkarmaya yönelmiş bir cemiyet”i öneriyor ve şunları söylüyor. “Şimdiye kadar hürriyetten çok bahsedildi, ileride müsavat konusunun tartışma mevzuu olacağı anlaşılıyor, biraz da ‘uhuvvet’ten bahsedilsin.”
“Ben-biz, uhuvvet-hodgamlık, hırs-kanaat, şefkat-zulüm, sevgi-adavet, hak-batıl” karşılaşmalarında insanî potansiyelini ön plana çıkaran insan ya da toplum “erdemli insan ya da erdemli toplum (medine-i fazıla-hukuk devleti)” açısından bir adım öne geçiyor ve ideal bir toplumun örneklerini sergiliyor. ‘Ben’in, hodgamlığın, hırsın, adavetin öne çıktığı toplumlarda da zulüm bir şekilde payidar oluyor. Bu yönüyle meselenin en önemli kısmı da insanda düğümlenip kalıyor.
Cahit Sıtkı’nın hayalindeki gibi “barışın, sevginin, kardeşliğin” hakim olduğu çatışmalardan uzak bir memlekete nasıl sahip olabiliriz? Bunun için vicdanlarda yapılacak inkılâplara öncelik vermek gerekir sanırım. Kirlenmiş bir toplumdan, siyasete bulaşmış bir yargıdan, adaletsiz bir düzenden şikâyet edip temiz bir toplum isterken tefessüh etmiş vicdanlarımızdan söz ediyor muyuz? Başkasının evinin önündeki çöplerden şikâyet ederken kendi evimizin önünü süpürmek aklımızın ucundan geçmiyor. Bize yapılan bir haksızlık karşısında feryad ederken, başkasının uğradığı zulüm ve haksızlıklara karşı kılımız kıpırdamıyor. Çağımızın “hel min mezid” dünyasında “kirlenmiş devlet, kirlenmiş toplum” üzerinde birçok felsefî, sosyolojik, psiko-sosyolojik değerlendirmeler yapıyor, sebepleri üzerinde makaleler düzüyoruz. Çoğu kez insan-vicdan-fazilet olgusundan uzak bu değerlendirmelerle, çeşitli istatistikî verilerle sıkıntının büyüklüğüne dikkat çekiyoruz. Adaleti istiyoruz, adalet arıyoruz; ama işlerimizde adil davranmıyoruz.
Kayırmacılık, torpil, rüşvet ve hilekârlık hayatımızın bir parçası haline gelmiş. Bu yüzden olmalı ki hiçbir değerlendirmemiz, Bediüzzaman’ın vicdanı ve fazileti ön plana çıkaran, kendi nefsimizi ıslâh etmeden ne başkasını ne de toplumu ıslâh edemeyeceğimiz şeklindeki görüşleri kadar anlamlı ve etkili olmuyor; kirlenme ve kavga sürüp gidiyor.
17.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|