|
|
Şaban DÖĞEN |
Mutluluk reçetesini elde ederken |
|
Sevgili Ayhan!
İnsanın bu dünyada en büyük emeli mutlu olmaktır. Bütün gayret ve didinmeleri bunun için değil midir?
Ancak nice insan mutluluğu basit hedeflere ulaşmada arar ve ona bir sonuç olarak bakar. Onun için de kendini aldatır, bir türlü mutluluğa ulaşamaz.
Oysa mutluluk bir süreçtir. İnsan bir maksada ulaşmayı hedeflemişse elbette maksadına ulaşınca mutlu olur. Ama ya bu süreç içinde geçen saatler, dakikalar? Belki o maksada ulaşmak yıllar alabilir veya insan o maksada ulaşamayabilir.
Gerçek ve sürekli mutluluk, Yaratıcının koyduğu esaslar çerçevesinde hayat sürmek, Onun rızası yolunda olmakla mümkündür. Böyle olunca insan her an mutlu olur. Çünkü Rabbinin yolunda, O'nun rızası dairesinde hareket ettiği için büyük bir sevinç ve mutluluk duyar.
İnsan ya Allah’ın rızasını düşünecek, onu hedef edinecektir, ya da nefsinin arzularına uymayı. Allah’a kul, köle olma gibi şerefli bir rütbe yerine hizmetçisi olan nefsinin kölesi olmayı kabullenecektir.
Öyleyse maksat Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Bunun yolu da O'nun seçkin Resûlü Hz. Muhammed’e (asm) benzemek, onu model almaktan geçer. Kur’ân, “And olsun ki, Allah’ın rahmetini ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için, Allah’ın Resûlünde size güzel bir numune vardır”1 buyurur.
Sonra Kur’ân, Resûlullaha (asm) tâbî olmayı Allah’ı sevmenin yolu olarak gösteriyor. Bu sûretle Allah da bizi sevecek ve günahlarımızı bağışlayacaktır.2
Nisa Sûresinin 65-70’inci âyetlerinde ise Resûlullah’a (asm) uymak ve onu takip etmek, bizi hidayete ve Allah’ın rızasına götüren yegâne yol olarak gösterilmektedir.
Demek Allah’ı sevme ve rızasını kazanmanın tek bir yolu var: O da her hususta Allah Resûlünü (asm) örnek almak, onun gibi ve onun yolunda olmak. Onun yolu hak ve hakikat yoludur. Mükemmelliklerin menbâı olan mârifetullaha, yani Allah’ı tanımaya götüren en kestirme yoldur. Vesvese ve evham karanlıklarına karşı projektördür, onun söz ve davranışlarını içine alan Sünneti.
Onun Sünneti gökyüzüne yükselen bir asansöre benzer. Ona binen yükselir, terakkî eder. Onun sünnetine tabi olan maddî ve manevî bin bir türlü dertten kurtulur.
Dünya ve ahiret saadetinin temel taşıdır Sünnet. Onun yolunun dışında başka yerlerde mutluluk aramak çölde su aramaya benzer. Gerçek ve sürekli mutluluk onun yolunda olmakla mümkündür.
Konuya yarın da devam edelim inşaallah.
Dipnotlar:
1- Ahzab Sûresi: 21.; 2- Âl-i İmran Sûresi: 31.
17.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Şarapçıları sevmek zorunda mıyım? |
|
“ATATÜRK’Ü sevmiyorum” diyen Nuray Canan Bezirgan’i tenkit değil, linç etmek istediler. Nuray Hanım’ı bilmem, ama, ben ayrıca şarapçıları sevmem; demokrat olmayanları da sevmem, diktatörleri de, zorla falanı filanı sev diyenleri de sevmem! Sevmek zorunda da değilim!
“Atatürk’ün sofrasında 12 yıl hizmet veren Cemal Granda, ‘Moda koyundayız, Atatürk, ‘Buraya geldiğimizi kimse görmesin. Elektrikleri de söndürüp kendi kendimize rahat bir şekilde yeyip içelim’ dedi… Fakat daha on beş dakika bile geçmemişti ki, çevremizin sessiz sedasız sandallarla çevrilmekte olduğunu gördük… Atatürk, ‘Size ne ikram edeyim, ne istersiniz?..’
“‘Rakı, şarap ne varsa hepsini halka dağıt. Bana da bir şişe bırak’ dedi. Ben de ne kadar içki varsa, orada bulunan herkese dağıttım. Bağırış, çağırış gırla gidiyor. O zaman Atatürk, karşısında coşan, sevgi gösterisi yapan halka doğru kadehini kaldırarak şöyle konuştu:
“‘Vatandaşlarım... Buna rakı derler. Vaktiyle padişahlar gizli içerlerdi. Ben açık içiyorum. Siz de benimle beraber içiyorsunuz. Neticede unutmayın ki, ben de sizin gibi insanım.’”1
Ben sadece rakıcı, şarapçıları değil; Şapka İktisâ’ı Kanunu çıkarıp… 14 Aralık 1925’te şapka giymemekte ısrar eden ve aleyhte bulunan 143 sanıktan 8 kişiye idam, 14 kişiye 15’er, 22 kişiye 10’ar, 19 kişiye de 5’er sene hapis cezâsı kesen İstiklâl Mahkemeleri’ni de sevmem. Tekke ve zâviyeleri kapatanları da sevmem! Takrir-i Sükûn Kanunu ile muhalefeti susturanları da sevmem! 1000 yıldan beri yoğrulduğumuz kültürün harflerini yasaklayıp, İslâm kültürünü imhâ etmek; kökünü kazımak isteyenleri de sevmem! Eskiden beri ve hâlen, tarikat ve cemaatleri illegal sayanları, başörtülü kızları okumaktan men edenleri de sevmem! İlim ve fikir adamlarını hapis ve mahkemelere sevk edenleri, “tetik çekenleri” serbest, “tesbih çekenleri” mahkûm edenleri de sevmem!
Sevmek zorunda mıyım? Hayır! Ehl-i dünya bize derse ki: “Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muârızsın. Biz muârızlarımızı ezeriz.”
“Elcevap: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünkü ben başka maksattayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, âsâyişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde ‘Kalb de bizi sevsin’ demeye?
“Kalbe karışsanız: Evet, ben nasıl bu kış içinde baharı temennî ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de, hal-i âlemin salâhını temenni ediyorum, duâ ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslâhını arzu ediyorum. Fakat irade edemiyorum; çünkü elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünkü ne vazifemdir, ne de iktidarım var.”2
Kalplerimize dahi ipotek koymaya kalkan zorbalara asla aldırmayız. “Bütün mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hâl ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mâhiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve ispat eden Risâle-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur.”3
Dipnotlar:
1- Atatürk’ün Uşağı Cemal Granda Anlatıyor / Kristal Kitaplar, 2. baskı. (1) Sayfa: 222 (2) Sayfa: 215.; 2- Şuâlar, s. 404.; 3- Şuâlar, s. 298-299.
17.06.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namazdaki imza: Rahmet |
|
“Kahraman” rumuzlu okuyucumuz: “Namazın farz kılınışı esnasında Mi'racda Hazret-i Musa (as) ile Hazret-i Muhammed’in (asm) hep rica içinde olmaları ve Allah’ın bu ricaları dikkate alarak namazı beş vakte indirmesini biçim olarak aklına sığdıramayanlar var. Bunun hikmeti nedir? Allah diğer emirlerinde olduğu gibi doğrudan emredemez miydi?”
HİÇ şüphesiz Allah, dilediğini dilediği biçimde emreder. Fakat namazın teşrîinde Peygamberlerine de söz hakkı tanıması ve ricâ kapısını hep açık tutması sayısız hikmetleri de beraberinde getirmiştir. Bunların başlıcalarını sıralayalım:
1- Her şeyden önce, Cenâb-ı Hak elbette kullarının güç yetirebileceği ve güç yetiremeyeceği her şeyi biliyor. Peygamberinin kalbinden geçenleri biliyor. Kendisinin duâ ve niyazları kabul edeceğini de biliyor. Bunda şüphe yoktur. O halde, işi duâya ve niyaza bırakmasının hikmeti nedir, denilmez. Çünkü kullarından her konuda sınırsız duâ ve niyaz isteyen zaten Kendisi değil midir? Bu mantıkla hareket edersek biz de derdimizi Cenâb-ı Hakk’a anlatamayacağız. Çünkü bizim de dertlerimizi O hakkıyla biliyor. Oysa duâ bir ibadettir ve duâ kapısı her zaman açıktır.
2- Cenâb-ı Hakk’ın kullarını ne derece sevdiği, kulları üzerindeki sonsuz rahmeti ve eşsiz merhameti, kullarının yükümlülükleri konusundaki ricaları kabul buyurması ve sorumluluklarını olabildiğince hafifletmesiyle gözler önüne serilmiştir.
3- Namaz gibi İslâm’ın temelinde yer alan bir ibadetin farz kılınması esnasında Peygamber Efendimizin (asm) gösterdiği ulvî çaba ve gayret, onun (asm) ümmetine ne derece düşkün olduğunu, ne derece şefkat duyduğunu heybetli ve azametli bir biçimde gösterir.
4- Cenâb-ı Mevlâ, “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?”1 buyuruyor. Duâların en ulvîsi, en hayret verici olanı, en heybetlisi, en anlamlısı, en şefkatlisi, en güzeli, en kudsîsi, en nezihi elbette rahmet Peygamberi Hazret-i Muhammed’in (asm), namaz gibi bir emirle ilgili olarak ümmetinin mânevî yükünü hafifletmek için Rabb-i Kerîm’e yaptığı münâcat olsa gerektir.
5- En yüksek, en büyük, en hoş, en manidar istişare örneği, her halde namaz gibi umum halkı ilgilendiren günlük bir zimmet emrinde ulü’l-azm Peygamberlerinin istişaresi olsa gerektir. Demek nebîler ve resûller insanlığın huzuruna ve kurtuluşuna ne kadar düşkündürler, ümmetin sıkıntıları karşısında ne kadar ince ve lâtîf yüreklidirler ki, bir emrin farz kılınması meselesinde başbaşa verip Cenâb-ı Hakka ricâda bulunmaya karar veriyorlar.
6- Cenâb-ı Mevlâ, “İyilikte ve takvada yardımlaşınız”2 buyurmaktadır. Ulü’l-azm peygamberlerinin namaz konusunda yaptıkları bu gayret ve çaba birliği, ümmet lehine en ulvî bir problemin çözümünde ve ümmetin en çok muhtaç olduğu bir meselede gösterdikleri yardımlaşma, dayanışma ve ittifaktan başka bir şey değildir.
7- Cenâb-ı Mevlâ, “Şayet kullarım, sana Benden sorarlarsa, bilsinler ki, gerçekten ben çok yakınımdır. Bana duâ edenin duâsını kabul ederim. O halde onlar da benim dâvetime koşsunlar ve bana hakkıyla iman etsinler ki, doğru yola gidebilsinler”3 buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak duâları kabul buyurduğunu böyle bir rahmet tecellîsi vesilesiyle bilfiil göstermiştir.
8- Duâ ve niyaz hususunda, ihtiyacını arz edene kadar, problemi çözene kadar Allah’a duâ etmenin ve niyazda bulunmanın bir sünnet olduğunu Peygamber Efendimiz (asm) bu vesileyle ümmetine göstermiştir. Ümmeti lehine dileğini en güzel biçimde Allah’a arz etmiş ve en lâtif derecede duâsında ısrar buyurmuş ve Allah’ın rahmetiyle ve lütfuyla netice de almıştır.
Demek, Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, külfeti pek az, hoş, güzel ve ulvî bir hizmet olan ve ücreti pek büyük olan namazın günlük ömrümüzün ancak bir saatini alacak şekilde emredilmiş olması4, bizi çepeçevre kuşatan eşsiz bir rahmetten başka bir şey değildir.
Allah’ım! Bizi namazı anlayan ve namazı gereği gibi kılmaya muvaffak olan kullarından eyle. Âmin.
Dipnotlar:
1- Furkan Sûresi, 25/77
2- Mâide Sûresi, 5/2
3- Bakara Sûresi, 2/186
4- Sözler, s. 27, 244
17.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Düşünce kalpazanları |
|
Zaman zaman fikir piyasasını bozan, bulandıran "silik sözler", son günlerde yeniden dolaşıma sokulmuş görülüyor.
Değişik çevrelerin, özellikle Bediüzzaman Said Nursî hakkında ortaya attıkları iddialara ve uydurdukları sözlere yakından baktığımızda, bu işin "düşünce kalpazanları"na ait olduğunu açıkça görebiliyoruz.
Zira, bu tür silik söz ve iddialarla, Üstad Bediüzzaman'ın uzaktan yakından bir alâkası yok. Olsaydı şayet, bunlara Said Nursî ve talebelerinin insafsızcasına sevk edilmiş oldukları yüzlerce mahkemeden hiç olmazsa bir–iki tanesinde mutlaka karşılarına çıkarılacaktı... Ancak, böyle bir durum yok; böyle bir vakıa söz konusu dahi değil.
Ama, bu son derece açık ve yalın gerçeğe rağmen, bakın ne tür iddialarda bulunuluyor: "Said Nursî, 1918'de kurulan Kürt–Teali Cemiyeti üyesidir... Said Nursî, Millî Mücadele döneminde İngiliz ve Yunan tarafını tutmuştur... Said Nursî, 1921'de Sivas–Dersim tarafında vuku bulan Koçgiri İsyanına katılmıştır... Said Nursî Kürtçüdür, en büyük ideali Kürdistan'ı kurmaktı... Said Nursî'nin eserleri Cemaleddin Efganî'den alıntıdır..."
Kafa midesini bulandırmaktan ve Said Nursî'ye kara çalma sevdâsından başka en ufak bir ciddiyet taşımayan bu saçma iddialar değişik kişi ve gruplara ait olmakla birlikte, bunların ortak paydasının bir Frengî illeti olan "ırkçılık" olduğunu ifade edelim.
Bu düşünce kalpazanlarında ilmî ciddiyet, kalem nâmusu diye bir meziyet yoktur. İddialarını ispata, belgelemeye çalışmazlar. Delil getirmezler. Yüzlerce mahkemenin vermiş olduğu beraat kararlarına hiç, ama hiç aldırış etmezler.
Oysa, ileri sürdükleri iddialar doğruluk payı bile bulunsaydı, Said Nursî ve talebelerinin işi çoktan bitirilmişti. Binlerce insanı darağacına sevk eden gaddar mahkemeler, onları götürürdü.
İşte bakın, hiçbir mahkemenin yapamadığını, bugün ortaya çıkmış bir kısım fikir kalpazanları yapmaya çalışıyor. Bunlarla tek tek ve isim isim uğraşmaya bile değmez.
Zira, bunlar başkası için konuşur, başkası adına havlarlar. Her birinin ağzına taş atmaya kalkarsak, yer de taş kalmayacak.
Perde arkasındaki akıl sahiplerine ise, gereken cevapları verdik, vermeye devam edeceğiz.
Tarihin yorumu = 17 Haziran 1631
Mahal Hatunun ölümü; Tac Mahal'in doğuşu
Dünyanın yedi harikasından biri olan Hindistan'daki Tac Mahal'e ismi verilen imparator eşi Mümtaz Mahal Hatun, doğum esnasında hayatını kaybetti.
Asıl ismi "Arcümend Banu Begüm" olan Mahal Hatun, 1627–1658 yıllarında Babür Devletini yönetmiş olan Şah Cihan'ın çokça sevilen eşidir. 17 Haziran 1631'de öldüğünde, 18 yıllık evli olup henüz 36 yaşındaydı.
Mahal Hatun, bu genç yaşına rağmen 14. çocuğuna hamiledir. Doğum esnasında vefat eder. Genç padişah ise, adeta deli–divâneye döner. Uzun müddet yasını tutar.
Aradan aylar geçer. Sonunda derin bir düşünceden sıyrılır gibi kendini toparlar ve hayatının en mutlu devresinde kaybetmiş olduğu sevgili hatunu için dünyada eşi–benzeri bulunmayan harikalar harikası bir eser inşa etmeye karar verir. İşte, 350 senedir dünyanın ilgi odağı olan Tac Mahal'in ilk nüvesi de bu sûretle atılmış olur.
Büyük Timur İmparatorluğunun bir kolunu teşkil eden Babür Devletini (Türk–Hint İmp.) yıllardır idare eden Şah Cihan, iç dünyasında tasarlamış olduğu Tac Mahal'i inşa ettirmek için, çok geniş kapsamlı bir faaliyet başlatır. Bu faaliyetin merkezini, aynı zamanda devlet merkezi olan Şahcihanâbad (bugünkü Delhi) yakınlarındaki Agra kale–şehri teşkil eder.
Şah Cihan, o dönemde araları iyi olan Osmanlılar'dan en iyi yetişmiş mimar ve hattatları dâvet eder. Mimar Sinan'ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi ile Hattat Serdar Efendi, bu dâvete icabet ederek Hindistan'ın Agra şehrine giderler.
Tasarım ve planı tamamlanan Tac Mahal'in inşasına hemen başlanır. Tasarıma göre, bütün iç ve dış duvarların, yüksekliği 80 metreyi bulan orta kubbenin ve minare yüksekliğindeki dört kulenin tamamı beyaz mermerden yapılacak. Ayrıca, süslemede en değerli taşlar kullanılacak ve mabedin önünde de büyükçe bir havuz inşa edilecek...
Kullanılan mermer taşların, en az 300 kiometrelik bir mesafeden getirildiğine ve mabedin inşaatında yaklaşık 20 bin işçinin çalıştırıldığına dair rivayetler var.
Tac Mahal'in yapımı 20 yıldan fazla sürer. Eserin bitiş tarihi olarak, 1653 senesi gösterilir.
1658 yılına gelindiğinde ise, hiç umulmadık bir gelişme yaşanır. Cihan Şah'ın oğulları arasında ciddî bir taht kavgası başlar.
Sonunda, oğullarından biri idareyi ele geçirir, diğer kardeşlerini tedip eder, hatta babasını bile tutuklatarak hapseder.
Cihan Şah, hayatının son 8–9 senesini, Tac Mahal'in iki kilometre uzağındaki Agra Kalesinde mahpus olarak geçirir. 1666'da vefat eder ve onun da mezarı Tac Mahal'de medfun bulunan sevgili eşi Banu Hatunun yanıbaşında yapılır.
Tac Mahal'in bir kısmı türbe olup ziyarete açık iken, bir diğer bölümü cami olup Cuma günü sadece Müslümanların ibadetine açıktır.
17.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Genç adam sen saracaksın kanayan her yarayı,
Boğacaksın seni iğfal edecek yaygarayı!
Âfâka, güneşler gibi nurlar saçacaksın,
Tarihe fecirler dolu bir devir açacaksın.’’
İslâm’daki sarsılmaza İlâhî idealle
Mes’ut olacaktır beşer erdikçe kemale.’’
Ali Ulvi Kurucu
“Merhum Ali Ulvi Kurucu, yakalanan gençler arasında gördüğü gözlüklü, kravatlı, tığ gibi ince uzun boylu, Yavuz Selim’in atı gibi gem vurulmaz, aşık olunan simanın sahibi ‘O genci’ yani Bekir Berk’i görünce Asil Genç ismini verdiği şiiri yazar. Yukarıda ki dizeler o şiirin çok küçük bir kısmıydı.”
Gerçek bir “Dâvâ” adamı!...
Avukat Bekir Berk
Fatih Camii avlusunu dolduran görülmemiş kalabalık o gün önemli bir ebed yolcusunu daha uğurlamak üzere gelmişti. Takvim yaprakları 16 Haziranı gösterirken imamın “Hakkınızı helâl ediyor musunuz” sözleri cemaatin “ Helâl Olsun” nidalarıyla gözyaşlarına karışıyordu. Nurların büyük avukatını yolcu etmeye helâlleşmeye gelmişti o güzel cemaat. 14 Haziran günü vefat yıl dönümünde bir kez daha kahramanlığı, fedakârlığı, hukuka vukufiyeti ile takdir edip imrendiğim Bekir Berk Ağabeyi rahmetle minnetle hatırladım. Bir meslektaşı olmanın onurunu yaşarken, kendinden sonraki hukukçu dâvâ arkadaşı meslektaşlarına ne kadar güzel bir miras bıraktığını, örnek olduğunu düşündüm bir yandan. Nerede o, nerede biz. O günün imkânları ile hem de kış günü Samsun, İstanbul, Trabzon, İzmir, Malatya ‘da ki duruşmalara hem de iki gün içinde yetişmek. Buz gibi soğuk karlı bir havada bir kamyonun kasasında ve açıkta saatlerce yolculuktan sonra Ankara daki duruşmasına yetişmek... Hayal gibi ama gerçek. Tam bir “dâvâ” adamının yapabileceği şeyler.
O her ne kadar bir hukuk adamı bir avukat ise de katı bir vicdan, asık bir surat, dolu bir cüzdan taşımıyordu elbette. Onu tanıyanların ifadesinden marşları, ilâhileri ne kadar iştiyakla, bütün gücüyle söyleyip coştuğunu anlatıyorlar. İşte onlardan biri olan Hasan Coşkun Ağabey anlatıyor: ‘’ Bir defasında İnebolu’ya mahkemeye gitmek üzere yola çıkmıştık. Hava günlük güneşlikti. Manzara çok güzeldi. Yeşil dağlar ve kayalar arasından geçip gidiyorduk. Her zaman ki başladı marş söylemeye:
Bak dağlara, haşmeti gör,
Bak bağlara, rahmeti gör,
Bak çaylara, sür'ati gör,
Bak canlara, cenneti gör,
Her yerde hazırdır Allah ,
Her şeye kadirdir Allah
Ne misli var ne nâziri
Amenna Elhamdülillah.
O gittiği her yere şevk, aşk, gayret, heyecan götürüyordu.’’
Bekir ağabey aynı zamanda şair ruhlu şiir lisanlı bir şahsiyet. Bunu Nazım Gökçek’e yazdığı mektubu okuyunca iyice anlıyorum. Diyor ki mektubunda Bekir ağabey :
“ Aziz kardeşim Nazım,
Mektubunuz, martı kanatlarından gelen enginlik duygusu ,
Mektubunuz cennetten esen bir rüzgâr sanki
Mektubunuzda:
“Artar cihanla şavkmız ,
Fahr-i Resul Sultanımız.
Şer’i bize ihsan-ı hak,
Uğrunda aksın kanımız. Ahdi gürler gibidir. Mektubunuzda Necmi’ler Apay’larla beraber hep marş okuyoruz:
“ Şu kopan fırtına Türk ordusudur ya Rabibi!
Senin uğrunda ölen ordu budur Yarabbi!.
Ve yollarda beraberiz:
“ Yürekler kabarık, gözlerde damla
Sen böyle yürürken tuğla sancakla
İslam zaferleri geliyor akla.”
Şu anda Ağrı’nın gölgesinde Iğdır Ovasında gidiyoruz. Biraz ilerde Mehmetçikler durmakta. Kars kalesinde marş okumaktayız... Elbistan yolları, Malatya, Elazığ, Tunceli, Erzincan...
Erzincan’da bir kuş var
Kanadında gümüş var.
Dese de şarkılar orada Re’fet Kavukçu ve arkadaşlarından başka kim var?...’’
Bu bir mektup ama satırları alt alta koyup okuyun nefis bir şiire dönüşüyor aynı anda. O koskocaman, cesur yüreğin içinde saklı ince duyuş, edebî duygu zenginliği. Bekir ağabeye rahmet duâsıyla...
Avni Anıl ‘ı kaybettik!...
Yunus Emre Kültür Merkezinde, Bakırköy Musıki Cemiyeti ile yıllar önce verdiğimiz konserde solo şarkımdı:
‘’Unutulmuş ne varsa sevgiden geri kalan
Bir kadeh şarap gibi içilmiş şarkılarda
Bütün ışıklar sönmüş terkedilmiş hatıran
Bir senin aydınlığın karanlık sokaklarda.
En sevdiğim şarkılardan biridir Avni Anıl’ın bu muhayyerkürdî şarkısı. Hala katıldığım konserlerde ya da programlarda hissederek söylerim, dinlerken de aynı lezzeti alırım. Ancak artık bu his biraz buruk olacak Çünkü geçtiğimiz cumartesi günü vefat etti Avni Anıl. O da gerçek âleme yol alanlar kervanına katıldı. Eminim aşağıda bazı şarkılarını okuduğunuzda sizinde en beğenerek dinlediğiniz sevdiğiniz şarkıların bestecisinin O olduğunu göreceksiniz. İşte şarkılarından bir kaçı: “ Dilşâd olacak diye kaç yıl avuttu felek; Rüya gibi uçan yıllar biraz durun durun biraz; Biraz kül biraz duman, o benim işte; Mihrâbım diyerek sana yüz vurdum; Kaderimde hep güzeli aradım; Öyle dudak büküp hor gözle bakma ; Gün be gün yaşanan o hatırayı unutup bir yana atmak olmaz ki ;Akşamın olduğu yerde bekle diyorsun gelmiyorsun v e daha niceleri.
23 nisan 1923yılında doğan bestekar, vefat ettiğinde 80 yaşında idi. Anıl’ın çalışma masasında, beş gün önce, kendi el yazısıyla kaleme aldığı, ’Kadir Mevlam sen verirsin bu canı’ ve ’Mihrabım diyerek’ adlı eserlerinin albümünde kullanması için bir sanatçıya verdiği muvafakatname bulunmuş. Allah rahmet etsin.
17.06.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
TAHLİL |
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Tek tip zihniyet’ten bıktık! |
|
Her gün yeni bir hazımsızlığa şahit oluyoruz. İşleri güçleri ‘başörtülü avcılığı’ olan bir kısım medya, her fırsatta başörtülüler aleyhinde haber üretiyor.
Medyanın sergilediği ve ‘medya ahlâkı’na uymayan bu tavrın çok örnekleri var, sadece birini hatırlatalım: Tarım ve Köyişleri Bakanlığına bağlı Türkiye genelindeki 6 merkezden biri olan “Sivas El Sanatları Eğitim Merkezi Müdürlüğü”nce “ustalık belgesi töreni ve sergi açılışı” düzenlenmiş. Ustalık belgesi alanların çoğu başörtülü. Tabiî ki Türkiye gerçeğine uygun olarak aralarında başı örtülü olmayanlar da var. Kendilerini ‘merkez medya’ olarak kabul eden ‘bir kısım medya’ bu haberi duyururken, başörtüsü aleyhinde yayın yapmayı tercih etti. Haber, “Türban üniforma mı oldu?” başlığıyla duyuruldu. (Bkz. Radikal, 14 Haziran 2008)
Haberde şu bilgiler de var: “Kız kursiyerler tek tip kıyafet giydi. Kursiyerler kendi diktikleri beyaz ceket ve siyah topuklara kadar uzanan etekleri ile törene katılırken önemli bölümünün türbanlı olduğu görüldü. Düzenlenen programı izleyen kadın ve erkekler salonda ayrı yerlere oturdu.” (agg.)
“Türban üniforma mı oldu?” sorusundan maksat, gerçekleri öğrenmek ise hemen hatırlatalım: Başörtüsü ‘üniforma’ değildir. Herhangi bir sergide, törende ya da başka bir yerde başörtüsü takmak ‘suç’ da değildir. Velev ki bu başörtülerin rengi birbirine benzesin!
Yok, maksat hadiseleri çarpıtmak ise; herkes bilsin ki bu şekilde çarpıtma ile gerçekler gizlenemez. Haberde de ifade edildiği üzere buradaki hadise, düzenlenen bir serginin, bir kursun tamamlanması ile ilgili bir durum. Hatta bu kursiyerler, kendi diktikleri etekleri ve gömlekleri giymişler. O zaman, sadece başörtülü olmalarına bakıp “Türban üniforma mı oldu?” diye sormak neyin nesi? Aynı renk başörtüsü takmaları bu soruyu sormayı gerektiriyorsa, o zaman “Etekler üniforma mı oldu?” diye de sorulmalı. Çünkü burada etekler de aynı, gömlekler de...
Gelelim neticeye: Asıl endişe edilmesi gereken, kursiyerlerin başörtülü olması değil; her fırsatta ve her yerde, gördüğü başörtülüleri ‘üniforma giymiş kişiler’ olarak anlayan zihniyette! Okulda, sokakta, kursta, sergide velhâsıl hayatın her yerinde var olan ve olması gereken başörtüsünü ‘bir siyasî düşüncenin temsilcisi’ olarak görmek kökten yanlıştır. Başörtüsüne ‘üniforma’ diyenler de bilir ki, değişik siyasî düşüncelere mensup olanlar başörtüsü takıyor. Her partide başörtülü hanımlar vardır. O halde, bunu bir siyasî partiye mensubiyet ‘simge’si gibi görmek Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşmez.
Türkiye’nin kurtulması gereken ‘tek tip başörtüsü’ değil; aksine bu şekilde düşünen ‘tek tip zihniyet’tir. Bu zihniyete mensup olanların temellerinin “tek parti”ye dayandığının da farkındayız. Tarih şahittir ki, onlar her konuda ‘tek tip’ olmayı arzu etmişlerdir. “Tek parti” bunun en müşahhas misâlidir.
Hâlihazırdaki okullar da ‘tek tip kıyafet’ giymiyor mu? ‘Tek tip’ olmaya karşı iseniz, önce okullarda uygulanan ‘tek tip eğitim’e karşı çıkınız. Aksi halde ‘tek tip zihniyet’ olmakla itham edilmekten kurtulamazsınız...
17.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesi (2) |
|
Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesi, aslında demokratik irâde ve azmin bir ifâdesi. Ve başta dinî bir vecîbe olan başörtüsü olmak üzere, temel hak ve hürriyetlerde tıkanan bugünkü Türkiye’nin yol göstericisi. Ezânın yasaklanıp serbest bırakılması süreci, günümüzde yasadışı başörtüsü yasağını dayatan zihniyeti âdeta deşifre etmekte; ve buna karşı gösterilecek demokratik direnç ve özgürlük mücadelesine ışık tutmakta…
Zira Tek Parti devrinde ezânın yasaklanması da yasasız olarak denendi. Tıpkı başörtüsü yasağında olduğu gibi hiçbir yasal hükme dayanmadan, Diyanet İşleri Başkanlığı 4 Şubat 1933 tarihinde müftülüklere “ezânı Türkçe okumaları, buna uymayanların kesin bir şekilde cezalandırılacağı” tâlimatını verdi. Uzun süre yasadışı yasak kanunsuz keyfî cezalarıyla dayatıldı.
Ardından 1941’teki “Şapka iktisaı” ve “Türk harflerinin kabul ve tatbiki”ne “memnuiyet (yasaklar) ve mecburiyetlere muhalif hareket edenler”e “veya Arapça ezân ve kamet okuyanlar” cümlesi ilâve edilerek, “Türkçe ezân”ı okumayanlar da yasak kapsamına alınarak “para ve hapis cezası”na yasal kılıf uyduruldu. Demokrat Parti, meseleyi salt demokrasi ve dinî hürriyetler noktasında ele aldı; 1941 yılında konulan “Arapça ezân ve kamet okuyanlar” ibâresini “ceza yasası”ndan çıkardı. Başka bir yasal düzenleme yapılmadı…
CHP “ALEYHTAR OLMAMAK” DURUMUNDA
KALMIŞTI…
Bundandır ki Başvekil Adnan Menderes, Meclis’te “bazı vatandaşların Arapça ezân okuması muhtemel olduğu için” Meclis’in “yasak ve ceza”yı kaldırdığı kararının “gazeteler ve radyo ile yayınlanması neticesinde kanunî mâniin (engelin) kaldırılmış olduğu telâkkisinin hâsıl olması”nın gereğini dile getirdi.
Yine bundandır ki yasa tasarısının Meclis’te görüşülmesine geçilirken, CHP sıralarında ciddî bir karışıklık ve telâş yaşanmış; CHP grubu adına konuşan Cemal Reşit Eyüboğlu, CHP’nin Türkçe okunmasını her zaman tercih ettiğini ancak, “Millî şuurun bu konuyu kendiliğinden halledeceğine güvenerek, Arapça ezân meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtar olmayacağız” demek durumunda kalmıştı. (Süleyman Yeşilyurt, Bayar Gerçeği, 182)
Bediüzzaman’ın “Demokrat Parti’nin iktidarı ele alır almaz ezân-ı Muhammedî’nin serbestîsini temin etmesi, bu sebeple halkın muhabbetini kazanarak kendi kuvvetinden yirmi defa daha bir kuvvet elde etmesi Halkçıları müthiş endişeye düşürdü” takdiri bunun içindir.
Çünkü Bediüzzaman’ın tesbitiyle “Demokratlar ezânın serbestiyetiyle on derece -yirmi derece- mânevî kuvvet kazandılar. Ezân-ı Muhammedînin ilânının Anadolu’daki Müslümanları ve Nurun bütün talebelerini Menderes’e ve Demokratlara bir mânevî kuvvet ve duacı yaptılar.”
“Nur talebeleri ve mektepli mâsum çocuklar nâmın” “tebrik” yerine lâhikaya “haşiye” yazar ve Menderes’in “Konya nutku”nu lahika mektuplarının arasına derceder. (Emirdağ Lâhikası, Emirdağ Lâhikası, 387, 418-419)
“Bu konu Yassıada Mahkemesi’ne kadar getirilmiş ve polemiğin işportasına kendilerine göre yeri geldikçe gerek iddia makamı, gerekse mahkeme başkanı tarafından konulmuştur” diyen Menderes’in Yassıada Avukatı Talat Asal’ın, “Ezân konusunda CHP’nin ağzını açmaya hakkı yoktur” sözü bu bakımdan oldukça anlamlıdır. (Güneş Batmadı, 79)
BASİRET VE FERÂSET GEREKLİ
Bugün hiçbir netice alınmayan inanç ve mânevî meselelerdeki çıkmaza baktıkça, Menderes ve Demokrat Parti’nin, hak ve hürriyetleri önceleyen demokratik irâde tavrının önemi anlaşılmakta. Yıllardır süregelen yasadışı başörtüsü yasağı için köklü tedbir almayı, Kur’ân kurslarındaki yaş yasağı, katsayı haksızlığı, YÖK yasası ve benzeri inanç ve eğitim hakkını kısıtlayan kayıtları hep erteleyen ve öteleyen siyasî iktidarın zaafı ortaya çıkmakta…
Başvekil Menderes, 18 senelik yasağı “müstacelen (âcilen) müzâkere edilmesini” istemişti. Milletin talebine dayanan su kararlı ve samîmî tavır, ezân üzerindeki yasağı kaldırmış; çeyrek asırdır bu yasakları dayatan o günkü Halk Partisini ve bizzat ezânı değiştiren yasakçıları, “Arapça ezân meselesine aleyhtar olmayacağı” itidaline getirmişti. Bugün Demokrat Parti’nin dine hizmet perspektifindeki bu basiret ve ferâsete ihtiyaç var…
Demokrat Parti, “Yeter söz milletindir!” sözünü verdi ve sözünü tuttu. Ne var ki meydanlarda “Demokrat Parti devamı” iddiasında bulunup, Menderes’le yanyana resimler bastırıp afişleyen, “muhâfazakâr demokrat” olduğunu öne süren siyasî iktidar, “yeter karar milletindir” diyor. Lâkin milletin lehinde hiçbir karar almıyor, alamıyor…
Müslümanların “dinî özgürlükler sorunu”nun olmasından yakınıyor; ne var ki altı yıllık iktidar döneminde dinî özgürlüklerin genişletilmesi için bir şey yapmadı, yapamıyor. Başbakan meydanlarda kimsenin vatandaşların kılık ve kıyafetine karışamayacağını söylemekle kalıyor. Hükûmet, ele aldığı konuları yüzüne gözüne bulaştırıyor, daha da zorlaştırıp için içinden çıkılmaz hale getiriyor…
Son başörtüsü yasağına karşı yapılan yanlış ve kırılmalarda olduğu gibi…
17.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Kapitalizmin fendi, vicdanı yendi |
|
Mehmet Altan bir yazısında; dünyada 11 Eylül’ün, bizde de 12 Eylül’ün ruhunu ve özünü kapitalizmin belirlediğini yazmıştı. Hak ve hukukla ilgili tartışmaların çoğu kez rant, hubbu cah, ikbal hesapları ya da devletçi söylemler etrafında tıkanması bu görüşü destekliyor. Kimse sahip olduğu gücü kolay kolay bırakmak istemiyor. Dolayısıyla bizde temel hak ve hürriyetler üzerinden yapılan ve yıllardan beridir süregelen kavgaların, gerilimlerin altındaki temel sebebin “rejim kaygısı” olduğu tezi, son yaşananlarla birlikte değerlendirildiğinde, kendiliğinden çürümüş oluyor.
Hem iktidar, hem de muhalifleri açısından yaşananları “çıkar çatışması” olarak yorumlamak daha gerçekçi bir tez olarak ön plana çıkıyor. Burada sorulacak asıl soru şudur: Toplum bu çıkar çatışmasının neresindedir? Cevap üzücüdür. Toplumda fertler arasında yaygınlaşan menfaatperestlik, bencilik, kendi çıkarını düşünme gibi hastalıklar, makro düzeyde yaşanan çıkar çatışmalarını sürekli hale getirmekte ve meselenin çözümünü zorlaştırmaktadır. Şöyle ki:
Kapitalizmin ya da materyalizmin temel ilkesi Şerif Mardin’in deyimiyle “daha isteriz” yahut “more” (daha ver)dir. Bediüzzaman’ın literatüründe bu durum “hel min mezîd” (daha yok mu) şeklinde ifade edilir. “İnsan, hırs ile bütün dünya ona verilse, ‘daha yok mu’, diyecek. Hem, hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder.” Hayat prensiplerini “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” yerine “hodgamlık”la ve görenek belâsıyla “daha yok mu, daha fazla isteriz” üzerine kuran toplumlar “daha iyi bir araba, daha büyük ev, daha çok elbise, daha çok para” istedikçe sosyal buhranların, değişik şekillerde tezahür eden zulümlerin yaşanması da kaçınılmaz oluyor. Kendi menfaatinden başka bir şey düşünmeyenler başkalarının uğradığı haksızlıklarla da pek ilgilenmiyor.
Bu noktada Bediüzzaman’ın bütün beşerî ihtilâllerin, fesatların, ahlâk-ı rezilenin, zulüm ve haksızlıkların iki kelimeden kaynaklandığı şeklindeki tesbiti de dikkat çekicidir. Bunlar, “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne” ve “sen çalış ben yiyeyim”dir. Şerif Mardin, zararlarına dikkat çektiği, yukarıda bahsettiğimiz bu materyalist prensibin yerine “istisnasız herkesin insanî potansiyelini ortaya çıkarmaya yönelmiş bir cemiyet”i öneriyor ve şunları söylüyor. “Şimdiye kadar hürriyetten çok bahsedildi, ileride müsavat konusunun tartışma mevzuu olacağı anlaşılıyor, biraz da ‘uhuvvet’ten bahsedilsin.”
“Ben-biz, uhuvvet-hodgamlık, hırs-kanaat, şefkat-zulüm, sevgi-adavet, hak-batıl” karşılaşmalarında insanî potansiyelini ön plana çıkaran insan ya da toplum “erdemli insan ya da erdemli toplum (medine-i fazıla-hukuk devleti)” açısından bir adım öne geçiyor ve ideal bir toplumun örneklerini sergiliyor. ‘Ben’in, hodgamlığın, hırsın, adavetin öne çıktığı toplumlarda da zulüm bir şekilde payidar oluyor. Bu yönüyle meselenin en önemli kısmı da insanda düğümlenip kalıyor.
Cahit Sıtkı’nın hayalindeki gibi “barışın, sevginin, kardeşliğin” hakim olduğu çatışmalardan uzak bir memlekete nasıl sahip olabiliriz? Bunun için vicdanlarda yapılacak inkılâplara öncelik vermek gerekir sanırım. Kirlenmiş bir toplumdan, siyasete bulaşmış bir yargıdan, adaletsiz bir düzenden şikâyet edip temiz bir toplum isterken tefessüh etmiş vicdanlarımızdan söz ediyor muyuz? Başkasının evinin önündeki çöplerden şikâyet ederken kendi evimizin önünü süpürmek aklımızın ucundan geçmiyor. Bize yapılan bir haksızlık karşısında feryad ederken, başkasının uğradığı zulüm ve haksızlıklara karşı kılımız kıpırdamıyor. Çağımızın “hel min mezid” dünyasında “kirlenmiş devlet, kirlenmiş toplum” üzerinde birçok felsefî, sosyolojik, psiko-sosyolojik değerlendirmeler yapıyor, sebepleri üzerinde makaleler düzüyoruz. Çoğu kez insan-vicdan-fazilet olgusundan uzak bu değerlendirmelerle, çeşitli istatistikî verilerle sıkıntının büyüklüğüne dikkat çekiyoruz. Adaleti istiyoruz, adalet arıyoruz; ama işlerimizde adil davranmıyoruz.
Kayırmacılık, torpil, rüşvet ve hilekârlık hayatımızın bir parçası haline gelmiş. Bu yüzden olmalı ki hiçbir değerlendirmemiz, Bediüzzaman’ın vicdanı ve fazileti ön plana çıkaran, kendi nefsimizi ıslâh etmeden ne başkasını ne de toplumu ıslâh edemeyeceğimiz şeklindeki görüşleri kadar anlamlı ve etkili olmuyor; kirlenme ve kavga sürüp gidiyor.
17.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Babamın günü |
|
İNSAN gurbetteyken çok şeyi özler. Vatanının suyunu, havasını, simitini - ayranını, toprağın kokusunu, yağmurunu, İstanbul trafiğini, balık - ekmek keyfini, Türkçe konuşma ayrıcalığını, güneşin doğuşunu, batışını, bir bardak taze demlenmiş çayı… ama en çok annesini, babasını, kardeşini özler.. her şeyden çok ve herkesten çok…
Bu yüzden her ne kadar belirli gün ve haftalar içerisinde yer alan, Anneler Günü ve Babalar Gününü tüketim çılgınlığı olarak görse de bir insan, annesiz geçirilen her Anneler Günü ve babasız geçirilen her Babalar Günü ciğerini taa içeriden dağlar gurbet çocuğunun.
Yirmi altı yıl önce, teknik olarak Babalar Gününden bir hafta önce doğarak, babama otomatik bir Babalar Günü hediyesi olmuşum. Amcama da amcalık unvanını ilk kazandıran kişi olarak, tarihe geçmişim ve ona da (amca baba yarısıdır hesabiyle) yarı-Babalar Günü hediyesi olmuşum. Herkes çok sevinmiş, ama en çok da ben sevinmişim sanırım. Hatırlamıyorum.
Şimdi, insan babasının elini tutamadığı, ona sarılamadığı, onla yüz yüze dertleşemediği bu gurbet ellerde, aslında yirmi altı yıl önce ne kadar sevinmiş olduğunu fark ediyor. Babalar Gününü kutlamasa bile, bari bugün babamın yanında olabilseydim diyor. Babamla sabah kalkıp ekmek alsaydık, sonra babam çay demleseydi ve beraber kahvaltı yapsaydık, sonra gazetelerimizi okusaydık ne güzel olurdu diye her gün söylüyorum şu Mısır günlerimde ama bugün bir başka söyleyesim geliyor.
Dinimizde de hadislerin ışığında bir babanın ne kadar önemli ve değerli olduğunu kolayca görüyoruz. Ümm-ü Hakim’den (r.a rivayetle; “Babanın duâsı hiçbir engelle karşılaşmadan Allah’ın huzuruna çıkar” hadis-i şerifinde ve Enes’den (r.a) rivayetle de; “Babanın çocuğuna duâsı, peygamberin ümmetine olan duâsı gibidir,” hadis-i şerifinde olduğu gibi hepimizin babamıza saygı ve hürmette eksiklik etmeden, onların sevgisine lâyık olmaya çalışmamız ve onları her gün daha çok sevmemiz gerektiğini bir kere daha görüyoruz.
Hayatımın her evresinde şartsız ve sınırsız desteğini yanımda hissettiğim, beni her zaman yüreklendiren, bitmek tükenmek bilmeyen sorularıma hep cevap veren, bütün gevezeliklerime katlanan, çarpım tablosunu çok kolay bir şekilde öğreten, ilk okumaya başladığımda yanımda olan, elimden tutup beni şehir şehir gezdiren, daha on beş günlük bir bebekken, beni on iki saat araba yolculuğuna çıkarıp sonra da Ankara kalesine götürerek seyahat etmeyi bana sevdiren (ve sonra da bir türlü vazgeçiremeyen) bir babaya sahip olmak beni her zaman çok şanslı hissettirmiştir. Öyle ki, babam yanımdayken hayatta her şey çok kolaydır, ama benim babam bana o yanımda yokken de hayatta dimdik ayakta durmayı ve kendi başımın çaresine bakabilmeyi öğretmiştir. Böyle bir babaya sahip olmak çok gurur verici bir şey.
O yüzden ben de bu hafta, Mısır mektuplarında Mısır’ı değil de, Mısır’dayken bir insan en çok neyi özler, onu yazayım istedim. Babacığımın onu ne kadar sevdiğimi bilmesini istedim. Bu vesileyle başta babam ve amcam olmak üzere, bütün babaların Babalar Gününü kutluyorum.
17.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Bedel ödemek ya da ödemek! |
|
Fas’ta iki meşhur İslâmî hareket var. Bunlardan birisi, Sadettin Osmanî’nin siyasî kanadının Ahmet Raysuni’nin de dinî kanadının başkanlığını yaptığı Fas AKP’si. Diğeri de siyasî hareketten ziyade dinî bir cereyan ve cemaat görünümündeki El Adlu Ve’l İhsan cemaati.
AKP genellikle İhvan çizgisine yakın duruyor. Abdusselam Yasin’in rehberi olduğu El Adlu Ve’l İhsan hareketi ise hem tasavvufa açık hem de Risâle-i Nur gibi çağdaş akım ve dinî hareketlerden etkilenmiş bir cemaat. Zaman zaman El Adlu Ve’l İhsan hareketine karşı kovuşturma ve takibat kampanyaları açılıyor. Bu takibatların birinden sonra hareketin temsilcilerinden birisi akıllardan çıkmayan bir söz sarfetti: “Mahzenle (devlet) pazarlığa girmediğimiz için bizi sıkıştırıyorlar. Üyelerimizi tutukluyorlar.”
Sözkonusu yetkili bütün musibetlerin başlarına muvazaadan uzak durdukları için geldiğini söylemek istiyordu. Belki de ‘Fas AKP’sinden farkımız muvazaaya yanaşmamamız’ diyordu. Bununla birlikte Türkiye’deki AKP’nin başına gelenleri düşündüğümüzde biraz bu tesbit geçersiz kalıyor gibi. Muvazaa etseniz de başınız belâdan kurtulamıyor. Bu bağlamda belki efradına cami ve ağyarına mani bir tesbit için şöyle bir terkip kurulabilir: “Muvazaa ile de olmuyor muvazaasız da.” İkisinin de kendisine göre bedelleri var. Bununla birlikte, ahlâkî zemininizi çürütmedikçe ve kaybetmedikçe yani muvazaa arayışlarına girmedikçe ödediğiniz bedel sizi sorumluluktan kurtaracaktır. Aksi hâlde, diğer şıkta bedel ödeseniz bile sorumluluktan kurtuluşunuz yok. Bediüzzaman bu gibi hareketler için ‘yüzde 70 ile de gelseler sorumludurlar’ demekte idi.
***
Yani yönteminiz yanlış ise iki bedel ödeme durumundasınız. Bu bedellerden birisi dünyevî veya siyasî olabilir. Diğeri de uhrevî bir bedeldir. Ama yönteminiz sağlam ise çıkarlarınızla dinî değerleri birbiriyle harmanlamamışsanız bedel ödeseniz dahi bu bir defalığa mahsus olacaktır. Yani rızay-ı Bâri muininiz olacaktır. Türkiye’de AKP meselesine baktığımız zaman bu hususta zikzak çizdiğini ve bedel ödememek için gömleklerini ve onun ötesinde ideallerini değiştirdiklerini görüyoruz. Sözgelimi, Recep Tayyip Erdoğan bundan birkaç yıl önce Birlik Vakfı çatısı altında: “Biz bedel ödemeye gelmedik’ demiştir. Önceliklerinin başörtüsü meselesi olmadığını ve bu hususta seçmenlere söz vermediklerini söylemiştir. Ama gelin görün ki; yüzde 1.5’lik bir dilimin meselesi dedikleri başörtüsü yüzünden bugün bedel ödeme durumunda kaldılar. Hiç istemedikleri hâlde. Kendi kendilerini tuzağa düşürdüler. Bundan daha büyük ibret olur mu?
Belki bedel ödemeye hazır olsalardı belki de bedel ödeme durumunda kalmayacaklardı. Bu biraz çelişki ve tezad gibi geliyor ama mesele bundan ibaret. Sulh sükûn istiyorsan cenge hazır ol demişler. Elbette bu anlamda mücadele ‘kürh’ yani istenmeyen bir şeydir. Ama insanın bütün seçeneklere hazır olması gerekir.
***
Dikenine değil de gülüne talip olduğunuzda elinizde sadece dikenin kalacağı aşikârdır. Başbakan Erdoğan daha sonra bedel meselesinde farklı sözler de telâffuz etti. Bulardan birisi aynen Özal’ın sözleriydi: “Siyasetçinin iki elbisesi olur. Birisi bayramlık diğeri de idamlık.” İcraat yapmak isteyen adam bedelini göze alacaktır.
Başbakan yine geçtiğimiz günlerde merhum Cemil Meriç’i anma etkinliğinde bir konuşma yapmış ve burada siyasetçinin bedel ödeme durumunda kaldığından yakınmış. Siyasetçi bedel ödemeye baştan hazır olduğunda daha önce yapılan darbelerin de hesabını sorar. Yoksa darbe kalıntılarıyla muvazaa ve işbirliği içine girmez. Bedel ödememek için onlarla işbirliği ve muvazaa yaparsa bunun bedelini öder. Eski darbecilere kucak açanlar yenilerine dâvetiye çıkartır. Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı demenin ahlâkta yeri yoktur. Dolayısıyla, siyasetçi baştan bedel ödemeye hazır olduğunda siyasî hesabını doğru yapmış olur. Sonu da aynı doğrultuda gelir.
Geçenlerde bir radyoda spiker olarak çalışan bir arkadaş Erbakan’ı rüyasında görmüş. Churchill gibi ‘Victory’ yani zafer işareti yapıyormuş. Arkadaş rüyasına bir anlam veremediğini söyledi. Ben ise rüyanın mesajını kavradığımı sanıyorum. ‘Az gittik uz gittik yine aynı noktaya geldik. Arpa boyu mesafe alamadık’ denilmek isteniyor olmalı. Kolaycılığa prim verenler ve sapanlar er geç bedelini öderler. Toplumu dönüştürerek onu çökertenlerin ödettikleri manevî bedel de bir gün mutlaka fitil fitil burunlarından gelir. Bana göre rüya bunu anlatmak istiyordu.
17.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|